MİLLETİMİZE VE AK PARTİ’YE AÇIK MEKTUP
Bu yazı, İslam Kardeşliğinin bir gereği olarak kaleme alındı. Faydalı ve tesirli olmasını, yalnız ve ancak Cenab-ı Hakk’tan bekleriz.
Her yükseliş belli bir zirveye doğrudur, fakat yükseklerde kalmak zordur ve iniş zorunludur. Lakin yüksekleri, yüceye dönüştürme imkânı vardır ama bu da zorun zorudur. Çünkü bu, çıkış için harcanan enerji ve performansın çok daha ötesinde bir ruh atılımı gerektirir; yeniden doğuş sancıları taşıyabilecek bir kalp ve beden gerektirir; ağır bir hastalıktan kurtulur gibi acı ilaçlar içmek gerektirir.
***
12 Eylül 2010 Anayasa (Paketi) Halkoylamasında alınan % 58’lik oy ve kamuoyu yoklamalarında görülen ve bazıları % 50’ye yaklaşan oy oranları, AK Parti’nin benlik değerini olduğundan fazla yükseltti, 2011 yaz seçimlerini de açık arayla kazanacağı yönündeki ümidini iyice arttırdı.
Ak Parti’nin 2011 seçimlerinde birinci olarak çıkabilmesi oldukça mümkündür ama % 40’ları bulabilmesi kanaatimizce çok zor olacaktır, hatta % 30’u ancak aşan bir oy oranı bugünkü gidişatın tabii bir sonucu olarak düşünülmelidir. Biz burada dış sebepler üzerinde çok durmayacağız, çünkü bünye sağlamsa her türlü mikrop ve virüse karşı dayanabilir, ama değilse en ufak bir tehdit hayati tehlikeye dönüşebilir. Evet, dışta ve içte çok büyük hazırlıklar, koalisyonlar, kuvvetler hazırlanmış ve devreye sokulmuştur. 2011’in bahar ve yaz aylarında büyük çapta planların devreye sokulması, etkin ve derin hareketlerin başlatılması olağan karşılanmalıdır. Bunlar, daha önce de olmuştur, memleketimizde Hakk hâkim olana kadar da yine olacaktır.
Ak Parti’nin zayıflatılması ve 2011 seçimlerinden olabildiği kadar güçsüz çıkartılması için; eski solcuların ve bir kısım halkın yeniden oy vermesini sağlamak saikıyla yumuşatılmış bir görüntü ve söylem verilerek CHP yeniden dizayn edilmiştir, % 30 oy oranına ulaşması için içte ve dışta herkes seferber olmuştur, bu bir. MHP, DP, SP, HAS Parti ve diğer sağ partilerin manipüle edilmesine başlanmıştır; bu, kuvvetlenerek devam edecektir; bunun mantığı da “AKP’den ne kadar oy koparılırsa kârdır” görüşüdür. Seçime kadar milletvekili transferi yolu da devreye sokulacaktır. Üniversite gençliği harekete geçirilmiştir, bu hareket büyütülecektir. Güneydoğu meselesinin karmakarışık bir hale getirilmesi de planın bir parçasıdır. Nihai plan ise ya Ak Parti’nin % 30–35 arasında oy alıp zayıf bir iktidar haline getirilmesi, ya da % 30’lar civarında oya kadar düşürülüp (mesela CHP-MHP koalisyonu kurularak) hükümetten uzaklaştırılması projesidir.
Biz bu uyarı yazısında, içteki hata ve yaralara parmak basıp tedavi yollarını göstermeye çalışacağız. En başta dediğimiz gibi, biz onları müslüman kardeşimiz olarak görüyoruz, kardeşliğin gereği de yerinde ve zamanında uyarı yapmaktır. Elimizdeki imkân budur, söz ve yazıdır; bunlar da gereği gibi kullanılır ve muhatapları sem’-i kabul ile dinleme lütfunda bulunursa inşaallah faydalı olacaktır. Şimdi uyarı konularını madde madde ele alalım:
1. Ak Parti mensuplarının birçoğu namazı (hatta Cuma namazını) alenen terk etmekte ve namaz konusunda mübalatsızlık göstermektedirler. Namazı açıkça terk edenin, İslam’la irtibatı iyice zayıflar ve kâfir ile arasındaki fark çok azalır; yaptığı işlerden ve hayatından bereket alınır, yerine sıkıntı ve başarısızlık verilir. Onlara yeniden namazı ve her hal ü kârda namazda sebat göstermeyi tavsiye ederiz. (Cuma namazlarını medya ile beraber bir gösteriye dönüştürmekse klasik sağ parti imajı vermektedir. Bu da riyadan başka nedir; Süleyman Demirel ile aralarındaki benzerlik onları mutlu mu etmektedir?)
2. Ak Parti’de başbakanlık, bakanlık ve milletvekilliği yapanlar ile bu partiye mensup belediye başkanları ve belediyelerin üst düzey bürokratları, zenginliklerine zenginlik katmakta hiçbir beis görmemektedirler. Bu da milletin gözünden kaçmamakta, bu harekete olan güven ve saygısını iyice azaltmaktadır. Bugünkü tutumlarının tam tersine hareket edip kanaatkâr olsalar, milletin saygı ve sevgisi belki on kat daha fazla olabilirdi, tabii verdiği oy da. Bundan kurtulmak için, siyasetten sonra edindikleri fazla mülk ve nakitleri hemen hayır kurumlarına bağışlamalı, devletin verdiği maaş ve harcırahlarla yetinmeyi ilke olarak benimsemelidirler. (Ömer bin Abdülaziz gibi olmaya çalışmak mı daha değerlidir, Putin veya Sarkozy’ye benzemek mi?)
3. Oy oranları arttıkça tevbe ve şükre daha çok sarılacaklarına, dünyaya yöneldiler; İslam’a ve müslümanlara daha çok yaklaşacaklarına liberallere ve solculara yanaştılar ve onlardan meded beklediler. Biliniz ki batmaya yakın su almaya başladığında, bir gemiyi, farelerden önce liberaller ve solcular terk eder; bu hep böyle olmuştur, çünkü onlar ehl-i dünyadır, onlar için menfaat her şeyden önde gelir.
İslami çalışma ve teşekküllere daha çok zaman ve emek harcayacaklarına, “bir herkesin iktidarıyız” felsefesini paranoyaya dönüştürerek hareket ettiler; hep solculara ve liberallere önem verdiler. Eğer herkesin iktidarıysanız müslümanların derneklerini, vakıflarını, organizasyonlarını neden ihmal ettiniz? Mesela, oradan öğrendiklerinizle birlik, hareket ve muvaffakıyet bulduğunuz ve içinden çıktığınız MTTB’ye (belki ilk başlarda, 2008’de, biraz ilgi gösterdiniz ama sonraları) neden arkanızı döndünüz, neden hiçbir toplantısına katılma zahmeti göstermediniz? Neden MTTB’nin binasını onlara iade etmediniz; haydi orayı gücünüz (!?) yetip alamadınız, hiç mi mekân yoktu İstanbul’da da bu değerli gençlere bir yer vermediniz?
Şunu da ekleyeyim, (çünkü sizin haberiniz yoktur belki, çünkü siz çok yukarılardasınız ve işleriniz de çoktur ondan) orta ve yüksek öğrenim gençliği o kadar sahipsiz ki televizyon ve internet, içki, uyuşturucu ve fuhuş aralarında o kadar yaygınlaşmış ki ülkenin geleceğinden endişe duymamak mümkün değil. Ya da bir kısmı, birileri tarafından o kadar sahiplenilmiş ki bunu ancak yumurtaları kafanıza yediğiniz zaman belki biraz anladınız. Onun için gençliğe bir an önce sahip çıkın, MTTB’ye bir an önce güzel bir yer tahsis edin, bu konuyla Allah rızası için ilgilenin.
4. Yaşayan en büyük mütefekkirimiz Üstad Sezai Karakoç’u ziyaret edip memleketimizin mühim konuları için onunla istişare etmeyi hâlâ başaramadılar. Bu, aynı zamanda bir teşekkür olurdu, çünkü onun fikirleriyle iktidar oldular, çünkü hükümet etmeye onun ve diğer üstadların düşüncelerini tatbik ederek devam ettiler.
Güneydoğu (Kürd) açılımının başarısızlığa uğramasının ardında da bu vardır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay “Açılımın mimarı Sezai Karakoç’tur” deme cesaretini gösterdi ama diğer bakanlar ve tabii ki Başbakan bu yiğitliği gösteremediler. Hâlbuki asıl fütüvvet budur, asıl delikanlılık budur. Büyüğü büyük olarak bilmektir, onunla danışmaktır; onunla istişare etmenin bir yolunu bulmaktır. Hâlâ bir yol bulamazlarsa başarısızlık yolu, onlara mubah olmuş demektir.
5. a) “Komşularla sıfır problem” tezi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganının vülgarize edilmiş halidir, uzun vadeli değildir, kısa vadede bazı başarı görüntüleri vermişse de ileride büyük hayal kırıklarına yol açabilecek kof bir görüştür. “Komşularla ve dünya devletleriyle organizasyonlar ve birlik, müslüman komşularla birleşmek ve bütünleşmek” fikridir, millet ve memleketimizin beklediği; İslam Birliği için büyük ve kuvvetli adımlardır. D-8’in (merkezinin İstanbul’a alınması, doğru bir adımdır ama yeterli değildir) daha aktif hale getirilmesidir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkıdır. İslam Konferansı Teşkilatı’nın etkinliğinin arttırılıp dünyada söz sahibi olmasıdır.
b) Mavi Marmara gemisine İsrail’in düzenlediği saldırı için özür, şehid edilen 9 kahraman için de tazminat talep ve bunda da ısrar ettiler; buraya kadar takdire şayan. Velâkin bu kutlu gemi, 27 Aralık 2010 Pazar günü Sarayburnu’na döndüğünde, ne başbakan ne dışişleri bakanı ne de herhangi bir bakan orada mevcut değildi… Madem özür ve tazminat istiyordunuz, neden orada değildiniz, neden? Bundan daha mühim ne işiniz vardı? Özür ve tazminat meselesini başarmanın en güçlü yollarından biri, orada en az 100 bin kişinin toplanması değil miydi; sizin oradaki müslümanların başında bulunmanız değil miydi? Artık, tazminat ve özür beklemeyin; çıkacak her vesilede gönderebildiğiniz kadar helikopteri İsrail’e gönderin!.. Fakat bunu bedel ve vebalini bir gün ödeyeceğinizi de unutmayın…
***
Başka Çare Var mı?
Üstünde yaşadığımız aziz vatan toprağının yani Anadolu ve Rumeli’nin 1000 senelik tarihi, asıl çözümün nerede ve nasıl ve kiminle olacağını bize açıkça göstermektedir. Çözüm İslam’a dönmektir. İslam’ı bir bütün olarak kabul etmektir. Hayatımızın her an ve yönünü karşılayan bir din, bir medeniyet, bir devlet olduğunu yeniden hatırlayarak ve bunun için var gücümüzle çalışmaktır. Kendimizi helak edercesine gayret etmektir. Günümüzün 24 saatini İslam’a ve müslümanlara ayırmaktır. Bir tek müslüman kardeşimizi, dünyaya ve içindekilere değişmemektir. Zalimin yanında değil mazlumun yanında olmaktır, güçlünün değil haklının yanında olmaktır. Ayrılıklara değil benzerliklere vurgu yaparak her daim birliğimizi güçlendirmekledir. Dünyaya değil İslam’a yönelmek ve sarılmakladır.
Her konudaki çözümümüz İslam’dır, İslam’dadır.
Kurtuluşumuz, İslam’ladır.
Başka çare yoktur.
08.01.2011
Haydar Hepsev
Yüce Devlet Dergisi Hadimi
/// Bu yazı, ilk defa 09 Ocak 2011’de yucedevlet.com’a eklenmiş, (Aralık 2011′de sitemiz yeniden yapılandırılmadan önce) 1579 kere okunmuştur; Yüce Devlet Dergisi’nin 14 Mart 2011 tarihli 8. sayısında yayınlanmıştır.