YENİDEN BUL, KİMLİĞİNİ VE MİLLETİNİ
Aralarında yakınlık bulunan insan topluluklarının karşıt ve düşmanlarına karşı birlikte hareket etmeleri ve bunu sağlayan dayanışma duygusu diye tanımlayabileceğimiz asabiyet ve etkileri hakkında, 20. yüzyılın başında Azmi zade Refik Bey, şu dikkate değer fikirleri söylüyordu:
“Toplu yaşamanın bir takım kural ve ilişkileri vardır ki bunlar insanoğlu arasında tabii olan çeşitli asabiyetlerdir. (Asabiyet; akrabalık, yakınlık; ziyade taraflılık; kendi akrabalarını veya din ve milliyetini müdafaa etmek gayreti, hamiyet anlamlarına gelir.) Bu asabiyetlerin en mühimi tek bir kavmi veya birçok kavmi birleştiren genel bağlar olup aşiret, cins, vatan ve din bağları bu kısma dâhildir. Bu türlü münasebet ve asabiyetler ile birbirine bağlılık, âdemoğlunun varlık düzeninin düsturu olan toplu yaşama zaruretinin ilk unsurlarındandır. Çünkü insan toplulukları, bencillik hükmünün ve açgözlülüğün gereği olarak galibiyet ve başarıya meyillidir. Bununla beraber, insan topluluklarının karşılıklı kuvvetleri birbirinin dengi olmalıdır ki bunlardan zayıf olan, güçlü olanın galibiyet lokması olmasın. İnsanlar, büyüyüp gelişmekte bitkilere benzerler; bir bitki gelişip büyüdükçe nasıl ki etrafındaki zayıf bitkilerin büyümelerini engellerse kuvvette dengeyi sağlayacak güçlere sahip olmayan her bir toplum, etrafı tarafından tehdit altındadır. Güçleri dengede olan iki topluluktan birisi daha geniş bir bağ elde edince, diğeri onu karşılayacak bir bağ oluşturmaya mecbur kalır. Aşiret bağı, vatan asabiyetinden daha zayıftır. Vatan asabiyetiyle ırk bağı hiçbir zaman rekabet edemez. Vatan asabiyeti cins asabiyetine mukavemet edemediği gibi cins asabiyeti de dini olanın karşısında direnemez. Irklardan biri, diğer bir ırk tarafından kendininkinden daha geniş bir asabiyetle tehdit olunduğu zaman, ona denk bir asabiyet edinmeğe mecbur kalır. Mesela Almanlar, Fransızlardan daha kuvvetlidir; fakat Fransızların Latin kavimleriyle birleştikleri farz olunursa Almanların bu birleşik güce mukavemet edebilmesi için bütün Germen unsurlarıyla ittifak etmeleri lazım gelir ki eski topluluklarına nispetle daha geniş ve güçlü olsunlar. Şimdi cinsiyet bağından daha genel ve kapsamlı olan dini asabiyeti mukayese edelim. Mesela Hıristiyan kavimleri dini asabiyet altında birleşirse Türklerin buna oranla hiç hükmünde kalacakları açıktır; bu yüzden kuvvetlerin dengelenebilmesi için bütün ehl-i İslam’ın Türklere katılmaları ve yardımcı olmaları gerekir. Bu asabiyetler arasında en çok cinsiyet ve vatan asabiyeti tabii olup yok olmaları bağlı oldukları kavmin yok olmasıyla gerçekleşir. Bu ikisinden sonra dini bağ gelir; din bağını derece olarak cins ve vatan asabiyetinden aşağı saymamıza sebep şudur ki dini asabiyetin nadiren ortaya çıkması ve fevkalade bir zaruret olmadıkça ona başvurulmamış olmasındandır.” [Azmi zade Refik Bey (1867–1925) , aslen Suriyeli olan bir İslam aydınıdır; kitabının Arapçası “el-Câmi’atü-l-İslamiyye ve Avruba” başlığını taşıyor; Ordu-yu Osmanî Mülazımlarından İbrahim Halil tarafından tercüme edilmiş ve 1911’de İstanbul’da basılmıştır. Bu paragraf tarafımdan sadeleştirilmiştir.]
Kelimeler ve Asılları
Asabiyet kelimesini en başa almamızın sebebi, insan topluluklarının aralarındaki münasebetleri izah eden anahtar kavram olmasındadır. Şimdi insanların oluşturduğu çeşitli toplulukları, bunların asabiyetlerini, kimlik bilinçlerini; aralarındaki ilişkileri ve insanlar üzerindeki etkilerini ele alalım.
Boy, aileden sonraki bir birliği ifade eden en küçük topluluktur; aile gibi bir arada yaşar, aynı soydan gelir. Birkaç boyun birlikteliğine oba denir. Obadan sonra oymak gelir, obanın büyüyüp dallanması demektir. Oymaktan sonra ulus gelir; Türk oymaklarının genel birlikteliğidir. (Budun, ulustan daha büyükse de Anadolu Türkçesinde bu kelime 16. yy.da kullanımdan kalkmıştır; Ziya Gökalp bu kelimeyi canlandırmışsa da tutmamıştır. Ulus ise millet kelimesinin yerine kullanılmak üzere canlandırılmıştır.)
Arapçadan gidersek aileler kabileyi, kabileler aşireti, aşiretler ise kavmi teşkil ederler. Bir de cins kelimesi vardır ki aynı soydan gelen kavimlerin en büyük birliğini tanımlar. Buna göre Türk bir cinsin adıdır; boy, oba, oymak ve uluslar Türk cinsini oluşturur. Başka örnekler de verelim: Slav bir cinsin adıdır; Rus, Beyaz Rus, Ukraynalılar, Çek, Hırvat, Sırplar vb. Slav cinsinin ırklarıdır. Germen cinsi bütün Germen ırklarının genel adıdır. Cins terimi, aydınlarımızın dikkatinden kaçmaktadır; bütün Türk kavimleri kendilerine Türk demezler, Azeri derler; Özbek, Kırgız, Kazak vb. derler. Biz Anadolu Türkleri kendimize Türk demekte haklıyız, çünkü bütün bu kavimlerden Anadolu’ya göçler olmuş ve bunlar birbirine karışmıştır. Orhun Kitabeleri’ndeyse Türk tabiri, “bir devlete bağlı halk, tebaa” anlamında kullanılmıştır. Bu da Türk adının aslında eski zamanlardan beri ırk adı olmayıp siyasi bir adlandırma olduğunu gösteriyor. Göktürklerle beraber bu devletin tebaası hakkında Türk ismi kullanılmıştır. Göktürklerden beri, Anadolu’ya göçtükten sonra ve günümüzde Türk ismi daha çok cinsi ifade etmiştir. Ayrıca genellikle Balkanlarda Müslüman olanlara (hâlâ) “Türk oldu” denir; yani bu isim Müslüman anlamına da kullanılmıştır.
Milliyetçilik akımlarından önce Türk adının ırk adı olarak kullanılmadığı hakkında bazı tarihi kanıtlar vardır. Anadolu Selçukluları ve Osmanlı’nın bir döneminde Türk kelimesi “taşralı” anlamına gelmekteydi. Kentlilere “şehri veya rumi”, köylerdekine ya da göçebelereyse “türk” deniyordu. Selçuklu ve Osmanlı’da ırk ya da kavim tanımlaması değil “millet” kavramı geçerliydi. Dinlerine ya da bağlı bulundukları kiliselere göre bir tanımlama yapılır; nüfus sayımı ve idari bölümleme bu esasa göre gerçekleştirilirdi: Ortodoks, Ermeni, Katolik milletleri vb., Yahudi milleti; İslam milleti kullanılıyordu. Fransız İhtilali’nden sonradır ki ırk temelli yaklaşımlar bu coğrafyada yer almaya başlamıştır. Şimdi diğer kimlikleri ele alalım ve millet kelimesine yeniden dönelim.
Kent bir kimlik verir ama bir yere kadar. Küçük yerleşim birimlerinde daha kuvvetle var olan lakin yer ve nüfus büyüdükçe küçülen bir kimlik. Köydeki köylülük kimliğinin benzerini ve gücünü, kasaba ve şehirlerde bulamazsınız. Yüzölçümü büyüdüğünde bu kimlik ve birliktelik duygusu zayıflar. (Yalnız büyük şehirlere ya da anakentlere göç eden taşralılar, orada daha yakınlaşır ve bu kimliklerine daha sıkı sarılırlar; çünkü var olmak içgüdüsüyle birbirine yakınlaşmak zorundadırlar.)
Coğrafya, vatan veya iklim insanın fiziki yapısını etkileyen ve hatta yoğuran bir kimlik verir. Deniz, dağ, nehir, ova, çöl; sıcak, soğuk iklimler; yağışlar; bitki örtüsü vb. insanların farklı karakterde oluşmasını sağlar. Mesela Akdeniz kavimleri duygusal, konuşkan, heyecanlı olur; Kafkasyalılar sert, az konuşan insanlardır. Hatta insanların yediklerinin de onların huyları üzerinde tesiri vardır. Mesela zeytinyağı ya da bitkisel yağ yiyenler daha yumuşak huylu, hayvani yağ tüketenler ise daha sert huylu olur.
Cemaat (grup, parti, mezhep, meşrep, tarikat vb.) karizmatik bir lider / kutsal bir mekân / etkileyici bir felsefe, öğreti, kitap etrafında toplanan insanlardan oluşur. Bunlar, bağlı insanları biçimlendirir ve diğer insanlardan farklı kılar. Cemaatlerde aidiyet ve kimlik duygusu çok güçlüdür. Bunlar insanları sosyalleştirir, geliştirir, faydalı hale sokar ama azınlık duygusunun doğurduğu güçlü aidiyet ve korumacılık duygusu bazen güçlü yanlışlara da sebebiyet verebilir. Millet, toplum ve devlet güçlü ise cemaatlerin etkisi azalır; aksi olunca da insanların cemaatlere ihtiyacı artar. Çünkü insanların savunma ve korunmaya ihtiyacı vardır; otorite güçsüzleşince cemaatlere bağlı olmak, insanların bu ihtiyaçlarını bir ölçüde giderir. (Cemaat kelimesi aslında İslami bir kavramdır, aynı dinden olan insanların oluşturduğu topluluk anlamına gelir. İslam cemaati dediğimizde bütün Müslümanlar akla gelir; değişik ve küçük Müslüman toplulukları da cemaat ismiyle anılır; cami cemaati, Risale-i Nur cemaati vb. gibi. Müslümanlar güçlü ise küçük cemaatlerin etkisi azalır aksi takdirde artar; yani aynı ilişki burada da geçerlidir.)
Sınıf, bizde bir kimlik oluşturmamıştır. Bizde ortak davranış biçimine sahip hatta aynı partiye oy veren bir işçi sınıfı, burjuva sınıfı vb. yoktur. Batılılaşma sürecinin en yoğun yaşandığı zamanlarda, üstten alta (devletten ya da aydından halka) dayatma şeklinde oluşturulmaya çalışılmışsa da tutmamıştır. Çünkü tarihi-sosyolojik temeli yoktur; olağanüstü bir olay da yaşanmamıştır. (İngiltere’de bir işçi sınıfı vardır, çünkü sanayi devriminin uzun süreli patron-işçi münasebeti/çatışmaları bu sınıfı zorunlu olarak ortaya çıkarmıştır.)
Vatandaşlık, bir devletin sınırları içindeki bütün insanları kapsayan bir kimliktir. Osmanlı’da (ve İslam medeniyetinde) bu kelimenin yerine tebaa (tabi olan, uyan) terimi kullanılıyordu. Elbette ki bir devletin sadece tek bir halk ya da ırktan, sadece bir dinden veya bir mezhepten halkı olmaz, bunların hepsini kapsayan bir terim kullanmak gerekir. Vatandaşlık Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan ulus devletlerin halkını, tebaa ise imparatorluklara bağlı halkı ifade etmektedir. Bir devlete bağlı olmak da siyasi bir kimliktir; ama bu kimlik ile din, mezhep ya da ırk kimlikleri çelişebilmekte ve kimi zaman çatışabilmektedir. Britanya’da Katolik Kuzey İrlandalılar, İspanya’da Basklar; Türkiye’de Kürtler bu kimliğin yetersizliğinin en önemli örnekleridir. (Hâkim ırk ya da ideoloji bir devletin bütün sorunlarını çözememektedir o halde devlet kendine yeni bir anlayış ve bakış açısı, yeni bir ruh ve felsefe bulmalıdır.)
Dil, doğal bir kimliktir ve sımsıkı korunması gerekmektedir. Lisanlar, yüce Yaratıcı’nın insanlara lütfudur, hediyesidir, nimetidir. Onun için dil bilinci önemlidir; toplumları bir arada tutar, yaşatır ve canlı tutar. Dil kimliği; kent, coğrafya, iklim, toplum, vatandaşlık kimliklerinden daha büyük, daha değerli ve daha tutarlı bir kimliktir. Korunması ve saygı duyulması gereken bir özelliktir. Devletlerin resmi dilleri (msl. Arapça, İngilizce, Türkçe, Çince vb.) etnik dilleri etkilerler lakin devletlerin etnik dilleri sahiplenmesi ve koruması, vatandaşlarına gösterdikleri saygıyla doğru orantılıdır ve etnik unsurların devlete olan bağlılığını arttırır.
Din, bireyleri ve toplumları içinden ve ruhundan kavrayan bir kimliktir; hem maddi hem de manevi yaşantılarını etkiler. Ahlak, kanun ve manevi hayattır; psikolojik ve sosyolojik bir olgudur aynı zamanda. İslam, kendi mensuplarına bütün bu alanları kapsayan güçlü bir kimlik vermiştir. Hıristiyanlık, kendi kimliğini kiliseye devrederek topluma ve millete değil cemaatlere yönelmiş, devlet ve teknoloji karşısında yenilmiş ve ritüellerle yaşatılan bir maneviyata indirgenmiştir. Yahudilik ise uzun yüzyıllar süren diasporası nedeniyle bir sürgün kimliğine, getto yaşantısı ve azınlık asabiyetine bürünmüştür; dünyeviliği ve kuralcılığı ile kendi mensuplarını daraltmıştır. Budacılık, Şintoculuk, Taoculuk vb. ise daha çok felsefi iç yaşantıyı içeren tek kanatlı kimlikler oluşturmaktadır. Bütün bunlara bakarak diyebiliriz ki İslam’ın dolayısıyla Müslümanların kimliği en güçlü kimliktir. Ruha ve maneviyata dayanan ama dengeli kurallarıyla insanın bütün yönlerini kavrayan güçlü bir yapısı vardır. Ahlak ile özgürlüğü, manevi yaşantı ile kural ve şekilleri, kurumları ile toplumlarını birbirine ezdirmeden bir arada tutmayı da başarmıştır. İnsan ile insan, birey ile toplum, toplum ile devlet; insan ile doğa, doğa ile medeniyet arasındaki dengeyi koruyabilen tek dindir, İslam.
Ümmet, bir peygambere ya da dine muhatap olan bütün insanları kapsayan bir terimdir. İnananlara, ümmet-i icabet; inanmayanlara da ümmet-i davet denir. Bu kelime Ümmet-i Muhammed şeklinde kullanılır ve genelde Hz. Peygamber’in davetine, dinine, devrine muhatap olan bütün insanoğlunu; özelde Peygamberimize inananları yani Müslümanları kapsar. Ümmet kelimesi, kimlikten ziyade tanımlama ifade eder.
Millet, dinin toplumudur. Birlik ve kimlik ifade eden en büyük sosyolojik terimdir. (İslam literatüründe; millet, bir yönüyle din ve şeriat kelimeleriyle eş anlamlıdır.) Din ile millet, aslında, bir madalyonun iki yüzü gibidir: din, inanç ve uygulama esaslarıdır; millet de bu esaslara uyanlardır. Millet-i İslamiye demek, İslam’ın milleti, İslam’a bağlı toplum demektir.(Yani kelimenin kendisi bile birliği, yani İslam Birliği’ni ifade etmektedir.) Millet, kimlik ifade eder ve uhrevi olmaktan ziyade dünyevidir; din ve ümmet hem dünyevi hem de uhrevidir, daha geneldirler. Millet, dinin ruhu ve ondan doğan medeniyetin iç enerjisinin cazibesiyle hayat bulan en büyük topluluktur. (Bu, belki yeni bir tanımlamadır çünkü tanıma medeniyet de ilave olunmuştur. Çünkü 1400 seneden beri İslam aynı zamanda bir medeniyettir. Ve İslam’da din ve medeniyet birbirinden ayrılamaz; bunlar bir bütünün ayrı yönleridir.)
Osmanlı döneminde millet kelimesi diğer dinler (Yahudilik ve Hıristiyanlık), mezhepler ve kiliseler (Latin-Katolik, Gregoryen, Ermeni-Katolik, Süryani, Rum-Ortodoks, Grek-Katolik vb.) için de kullanılıyordu. Osmanlı’nın değişik din, mezhep ve cemaatleri güçlü bir şekilde idare etmesini kolaylaştırıyor; daha da önemlisi farklı coğrafyalarda bulunan, farklı ırk ve dillerdeki Müslümanların birlik ve huzur içinde, devletin asli unsuru halinde yaşatılmalarını sağlıyordu.
Milet kelimesinin, bu anlamda değil de ırk manasında kullanılışı, bir anlam kaymasıdır ve Batıdaki nasyonalizm (ulusçuluk, kavmiyetçilik, milliyetçilik) ideolojisinin tesiriyle 19. asrın sonlarından itibarendir. Evet, bu kullanım yanlıştır. Millet, tamamen İslam’a ait bir kavramdır. Sadece İslam’da millet vardır; Hıristiyan milleti yoktur, Budist millet bulunmamaktadır vb. (Belki Yahudiliğin millet tanımı, din yönüyle benzer ama Yahudi milleti aynı zamanda Yahudi ırkının da adıdır, bu din ve millete sonradan dâhil olma yoktur.) Sadece bizde bulunan bu tanımlama, bizi biz olarak ifade etmekte ve dolayısıyla bizi birleştirmekte ve kaynaştırmaktadır. O halde neden kendimizi, kendi kelimelerimizle tarif etmekten çekiniyoruz?
Şunu da eklemek gerekir: Asabiyetin günümüzdeki bir karşılığı da kimlik bilinci ve duygusudur; lakin kimlik kelimesi asabiyet kelimesini tam olarak karşılamaz çünkü asabiyette bu bilinç zaten vardır ve bununla beraber bağlılık, dayanışma ve aksiyon vardır. Bizim kimlik kelimesini tercihimiz günümüzdeki algılamadan ötürüdür. Çağımızdaki hâkim güçler, kimliği ya da kimlikleri bir ölçüde kabul etmekte ama bunların asabiyete dönüşmesini engellemeye çalışmaktadır. Yani burada da bir anlam kayması vardır; sizin kimliğinizi kabul ederler ama o kimliğe uygun hareket etmenizi engellerler. Resmi evrakınızda mesela Müslüman yazar ama siz İslam’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekte zorlanabilirsiniz. (Mesela, inançları gereği başörtüsü takmak isteyen hanımlar, üniversitelere alınmaz. İslam’ı bütün yönleriyle anlatmak isteseniz her anlamda zorlanırsınız.)
. . .
Yazının devamı Haydar Murad HEPSEV’in Medeniyet Millet Devlet Birlik (Yüce Devlet Dergisi ve Yayınevi, İstanbul, Kasım 2010) kitabındadır.