ÇIKTIM ERİK DALINA
çıktım erik dalına anda yedim üzümü
bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim; bostan sahibi kızarak “cevizimi neden yersin” dedi. (ıs: sahip. kakımak: kızmak, azarlamak, itiraz etmek. koz: ceviz.)
Bu beyitteki anahtar kelimeler erik, üzüm ve cevizdir; bunlar aynı mananın farklı nesnelerle ifadesidir. Erik ekşidir, güneşi görür, sabreder, bekler ve tatlı yani üzüm olur. Ceviz de onun çekirdeğidir. İnsan önce ekşidir, cahildir; ama sabrederek ilim irfan öğrenir ve eğitimli bir insan olur. Öğrendikleri çekirdektir, onlarla insanlara yararlı olacak işler yapar, bilgilerini kendisinden sonra gelenlere öğretir. Ceviz, her şeyiyle ibrete şayan bir ağaçtır. Gövdesinden elde edilen kereste, çok değerlidir. Yaprakları şifalıdır. Ham halindeki dış kabuğu, doğal boyadır. Dış ve iç kabuğu da şifalıdır, kaynatılarak içilir. İçinde gümüş iyonu olan tek besindir. Cevizin kendisi dimağa (beyne) benzer. Dimağ da nefsin merkezidir, onun gibi sert bir kabuğun içindedir, terbiyesi insanı en çok zorlayan iç keyfiyettir. Beytin manalarından biri de cevizin bu hususiyetleriyle ilgili olduğu düşünülebilir.
Erik ağacına çıkmak zordur. (Hatta erik, ağaca çıkılarak değil dallar sarsılarak toplanır.) Ağaca çıkmak isteyenlerin her tarafı yara bere olur. Lakin bir meyve yemek isteyenler zahmete katlanmalıdır. Ağaca çıkmayan ve eriğin ekşisine sabredemeyenlerse üzüm yiyemezler, güzel nimetlere kavuşamazlar. Büyüklerimiz “Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır” demişlerdir. Eğitimli bir insan olmak çok güzeldir, bilgili görgülü insanlar itibar ve hürmet görürler, lakin onlar senelerce dirsek çürütmüş ve uykusuz kalmışlardır yani erik ağacına çıkmışlardır. Namaza başlamak zordur, namaz kılmak da; hatta namazın ilmini öğrenmek de zordur, lakin sabredip kılanlar manevi ve maddi nice güzelliklere kavuşurlar. Bir ay oruç tutarız; yazda sıcağa, kışta soğuğa rağmen aç ve susuz kalırız ama sonunda bayram yapar, şenleniriz yani üzüm yeriz. Ceviz olmak içinse öğrenip yaptıklarımızı devamlı hâle getirmekle mümkün olur. Bu da yetmez, bilen öğretmekle yükümlüdür. Bostan sahibi yani öğretmen bunun için kızıyor. Çünkü çekirdek başka ağaçların yetişmesi içindir, o yenmez ekilir.
“bu baş gözü değil ol can gözüdür
kimin canı var ise onu görür” (Risâletü-n-Nushiyye’den)
Bir başka bakış açısıyla erik ile ten yani nefs, üzüm ile akıl, ceviz ile ruh kastedilmektedir. Nefs, sürekli ekşiyi, kötülüğü arzu eder. Akıl, tatlı ile acı olanın yani iyiyle kötünün ölçüsünü verir. Kalb yani Ruh ise cevizdir; ruh Allah’tandır, “nefahtü (üfledim)” sırrıyla insana hediye edilmiştir. (“İmdi O’nun yaradılışını tamamladığım ve içerisine ruhumdan üfürdüğüm zaman hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın. (Sad suresi, 72. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali); (“Ve yâd et o zamanı ki, Rabbin meleklere demişti ki: “Ben kuru bir çamurdan, bir suretlenmiş balçıktan bir insan yaratıcıyım. / Artık Ben onu tesviye ettiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın.” Hicr suresi, 28, 29. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali). Beyitte onun için “ne yersin kozumu” diye bir azarlama söz konusudur. Çünkü ruh “elestü bi-rabbikum (Rabbiniz değil miyim)” hitabına mahzar olmuş ve bu soruya verdiği “bela (evet)” cevabını verebilmiştir. “(Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi, (onlar da) “Evet. Şahidiz” dediler. (Bu da) Kıyamet günü, “Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik” demeyesiniz içindir.” A’râf suresi, 172. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali) Mademki ruh O’ndandır ve mademki “evet” diyerek şereflenmiştir, bu büyük şerefe nail olmaya çalışmalıdır. Aksi takdirde azarlanma ve cezalandırılmayla karşı karşıya gelecektir.
“gerek sen pasını kalbin yuyasın
lâyıkı neyise onu koyasın” (Risâletü-n-Nushiyye’den)
Büyüklerimiz erik ile şeriatın, üzüm ile tarikatın, ceviz ile hakikatin kastedildiğini söylemişlerdir. Evet, şeriat ekşidir yani zordur, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak başlangıçta zordur; bunları öğrenmek ve uygulamak kolay değildir. Bir sonraki aşama yani tarikat bunları tatlılıkla yani aşkla yaptırır insana. Ancak muhabbet sahibi insan, uzun bir yolculuğa çıkar. Hakikat ise yolculuktan dönenlerin getirdiği tadılmış yani yaşanmış, denenmiş yani sağlam meyvelerdir.
Aslında hepsi şeriattır ki ağacın tohumu da, gövdesi de, meyvesi de kendisidir. Yolculuğun merhalelerine verilen farklı isimlerdir. İbadetler, iç içe kalelerle korunur Farzlar; vaciplerle, sünnetlerle, müstehap, menduplar ve edeplerle korunur ve ceviz gibi sağlam olurlar. Mekruhlardan kaçınmayan harama kolay düşer. Büyüklerimiz “Bir harama düşeriz korkusuyla bin mubahı terk ettik” demiştir.
İman çekirdektir; ibadetle, edep ve güzel ahlakla süslenir ve korunur. İman her şeyin başıdır. “La” demek yani her şeyden vazgeçmek ekşidir, zordur, “illa” tatlıdır çünkü büyük gerçeğe adım atılmıştır, “Muhammedün resulullah” ise la ve illa’nın sağlam kapısıdır. Bu kapıya büyük hürmet lazımdır çünkü hakikat yolculuğunun başı ve devamı buradadır. Sonu görenler ise bir şey söylemezler çünkü susmak edeptir. Çünkü Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem hazretleri, miraca çıkıp hakikatin en yüce, derin ve geniş halini gördüğü halde, dönüşte normal bir insan gibi hayatına devam etmiştir.
Erik kapısından geçip de üzüm kapısına gelenler, sevmekten ve sevilmekten ötürü türlü haller yaşarlar. Üzüm tatlıdır ve sarhoşluk verir. Onun için bazı yolculardan değişik sözler çıkar. Kolay değildir, ateşe girip de yanmamak, yanınca âh dememek. O zaman bostan sahibi “cevizimi neden yersin der”. Bostan sahibi, hakikat yolcusunun mertebesine göre değişir. Mürid için şeyh, şeyh için Peygamber aleyhisselamdır; hepsi Rabbimizin terbiyesi altındadır. Ceviz ise sırdır, sır ifşa edilmez, kat kat kabuklar içinde saklanır ve ancak ehline verilir ya da öyle söylenir ki ancak gayret edenler nasipleri kadar anlar.
“ger râzımı söyler isem kimse dilim bilmez benim
eğer sabır eyler isem gönlüm karar kılmaz benim (râz: sır.)”
Ya Hazret! Ne kadar derin, ne kadar ince, ne kadar dakik söylemişsin. Bizse cevizin değil eriğin bile ipincecik dış kabuğundan içeri giremedik. Lakin öğreniciyiz, dış kapıda bırakma bizi.
kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
nedir diye sorana bandım verdim özünü
Kazana kerpiç koydum, poyraz ile kaynattım; “nedir” diye sorana özünü, bandım verdim.
(kerpiç: yağlı balçık çamuru içine saman karıştırılarak yapılan ve güneşte kurutulan ilkel ve pişmemiş tuğla.)
Yola çıkmanın gayesi; kendini tanımak, mürşidin elinde terbiye görmek ve Rabbimize gereği gibi kulluk etmektir. Bu eğitim de orta yerde olmaz, biraz uzlette biraz halvette, biraz tekkede biraz hizmette olur. Kazan tekkedir, şeyhtir, zikirdir, hizmettir. Poyraz, zorluklara katlanmaktır; ayrılık, zorluk, güçlüktür. Seneler boyunca poyraza katlanmak gerekir. Soğuğa sıcağa, iyiye kötüye, celale cemale, şeytana nefse, insanların eziyetlerine katlana katlana olgunlaşır insan, iyileşir, güzelleşir. Poyrazdan başka bir kasıt da celal ile terbiye olmaktır, çünkü büyüklerimiz celal ile terbiye olmak cemal ile olandan daha kısadır daha tesirlidir demişlerdir. Kerpiç ise insanın nefsidir, pişmemiştir, çirkindir. Poyraz pişirir onu.
İnsanın her eylemi, bir basamak daha yükselişi zahmet ve çaba ile olmaktadır. Bir kat daha yükselene ise diğer insanlar farklı bakmaktadır, çünkü o en az bir basamak daha yüksektedir. Hakikat yolcuları da böyledir çünkü onlardan farklıdırlar. Çünkü insanlardan ayrılmış, uzaklaşmışlardır. Diğerlerinden çok daha üstün bir gayret göstermişler, daha büyük bir çalışma içinde olmuşlar, daha farklı yöntemler uygulamışlardır.
Yola çıkanlara ise sorarlar: “Neden, neden neden; eline ne geçecek, ne gereği vardı, ne oldu yani, gençliğini yaşasaydın ya, aklını peynir ekmekle mi yedin, deli misin sen, vb.” Yolcuların en basit sınavlarındandır bu aslında ama başlangıçta onlara zor gelir. Hakikatin sevdalıları, ne diyebilecekler ki soru soranlara, henüz yolun başındalar. Lakin sabır ile koruk helva olur; kerpiç ev olur, saray olur. Bilmeyenler o evlere gelir, yer içer, bilgi alır, şevk alır dönerler. Hakikatin uçsuz bucaksız ovalarını dolaşarak geri gelen ve nice poyrazlar ile olgunlaşmış kişi de onlara özünden, bilgisinden, görgüsünden verir, doyurur, ceplerine bir de harçlık koyar gönderir. O zaman onlar bir zaman sordukları o sualleri çoktan unutmuş olurlar. Lakin arifler bazen Yunus Emre hazretleri gibi lafın arasında bu soruları hatırlatır geçerler. Arif olan anlar…
Yunus Emre de yıllarca Tapduk Emre hazretlerine hizmet etmiş, dergâhtan içeri eğri odun sokmamış, kim bilir ne çileler çekmiş ve sonunda cümle âlemin sevgi ve saygısını kazanmıştır. Özüne banıp sunduklarından bir kısmı da muhteşem ve muazzam şiirleridir, divanıdır, Risaletü-n-Nushiye’sidir. Hâlâ istifade ediyor, feyz alıyoruz. Allah teala hazretleri makamını yüce eylesin, âmin.
iplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini
Dokumacıya iplik verdim, sarıp yumak etmemiş ama acele ısmarlar ki “bezini gelsin alsın.” [çulha: (Farsça çulaha’dan) dokumacı. becid: çabuk, acele, derhal.]
Bu beytin anahtar kelimeleri olan iplik eriğe, yumak üzüme, bez ise cevize karşı gelir. İplik hamdır, onu dokumacıya vermek gerekir ki sonunda bez olsun ki onunla insanlar örtünsün, giyinsin.
Hakikat yoluna girenlerin çoğunluğunun eğitimi uzun sürer. Lakin yola girenler, bir zaman sonra (nefsin, şeytanın ve diğer insanların zoruyla) kendilerinden ve hatta yoldan şüphe edebilirler; ya da insanın tabiatındaki acelecilik onları çok etkiler. Çünkü kolay değildir yıllarca yokuş çıkmak. Zordur yaz güneşi altında terlemek. Zorun zorudur poyraza karşı yıllarca durabilmek. Acaba der yolcu, kendi kendine, bu kadar zamandır uğraşıyorum, boşa mı gidiyor emeklerim? Çünkü ahlak eğitiminin meyvelerini derlemek için baharın, yazın gelmesi gereklidir. Güzel işlere niyet etmek, bunları yapmak, tekrar tekrar yapmak, bıkmamak, usanmamak gereklidir. Lakin acizlik rahmeti, merhameti ve mazhariyeti celp eder. Onun için yolcu bu düşünceler içindeyken “üzülme, bezin yani cevizin yani ruhun olgunlaştı, gel de al, hayırlı olsun” denilir. Menkıbe kitaplarımız bununla ilgili nice menkıbelerle doludur: Derviş, kırk yıl tekkeye hizmet etmiştir, bu arada kendisinden sonra gelen nicesi icazet almış gitmiştir. Biz hâlâ olamadık, niye olamadık derken bakar ki mürşidi ona gülümsemektedir, demektedir ki senin bunca yıl burada bulunman yani istikamet üzere olman en büyük keramet değil midir? Derviş de ferahlanır, aynı şevkle hizmete devam eder.
Lakin bazı büyükler ki onlar büyüklerin de büyükleridir, onlar normal insanların on yılda gittiği yolu bir günde alırlar, yani yumak safhasını çok kısa tutarak bez olurlar, kumaş olurlar, zaten onların kumaşları da farklıdır.
bir serçenin kanadın kırk kanlıya yüklettim
çifti dahi çekmedi şöyle kaldı yazılı
Bir serçenin kanadını kırk katile yüklettim, çifti dahi çekemedi, şaşırıp kaldılar.
(kanlı: katil. yazmak: şaşırıp yanılmak, hata etmek.)
Serçe; yolcudur, derviştir, sofidir. Onların halleri başkadır. Günahlarına tövbe eden, nefislerini terbiye etmeye, ruhlarını arındırmaya çalışan, iyi niyetle hizmet edip rıza kazanma yolunda insanlardır. Herkes gibi yaşarlar lakin içleri başkadır, bambaşkadır; serçe gibi uçarlar, daldan dala konarlar. Dışarıdan zayıf, biçare, zavallı görünebilirler ama içleriyle kuvvetlidirler çünkü kuvvetin asıl sahibinden güç almaktadırlar. Kanlı ise cahillerdir, güçlü olduklarını zanneden gafillerdir. Evet, bazı insanlar vardır kilolarca yükü bir çırpıda kaldırıverirler; bazıları hatta demiri bükerler; kimisi oku, ciridi, gülleyi metrelerce öteye fırlatıverirler. Lakin bir serçenin yani dervişin bir kanadını bile taşıyamazlar. Bir hakikat aşığının bir fiskesiyle seksen pehlivan devriliverir çünkü onlar vücutlarına yaptıkları hizmetin kırkta birini içlerine, ruhlarına yapmamışlardır. Bilgi, ahlak ve eğitim ise sahibine fiziki güçlerden daha fazla kuvvet verir. Cahil ise ne kadar güçlü olursa olsun, ilim ve irfan ehlinin hizmetinde olur.
Serçe, ruh; kanlı ise nefstir. Ruh öte dünyaya uçar gider, nefs yani beden ise kendini kuvvetli zanneder lakin ruhu taşıdığı kadar taşır ama toprağa gömülür, dünyada kalır, şaşırır kalır.
bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
(Bir sinek bir kartalı salladı, yere vurdu; yalan değil gerçektir, ben de tozunu gördüm.)
Sinekten kasıt yine derviştir, dışarıdan güçsüz, biçare görünen kimsedir. Kartal ise makam mevki sahibi olmuş, güzel giyimli ama içi boş kişidir. Bunlar üniversitesiden, medreseden de mezun olmuş olabilirler. İlmi sadece bir meslek edinmek için edinmiş, ezberledikleri kitaplardan öteye geçememişlerdir. Dervişlerse, halkın arasında dolaşan, alçakgönüllü ama gerçek ilim ve fikir erbabı, zikir ve şükür ehli kişilerdir. Öğrendiklerini samimiyet ve ihlâsla yaşadıklarından bilmedikleri de onlara öğretilmiştir. Samimi olan da her zaman galiptir, karşısındaki kartal da olsa galiptir, aslan da. Hazret-i Yunus da böyle hadiseleri görmüş ve hatta bizzat yaşamış olmalıdır, çünkü “ben de gördüm tozunu” demektedir.
Evet, hiçbir unvanı hatta diploması olmayan nice insan vardır ki yüz profesörden belki bininden değerlidir. Rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın bir üniversite diploması yoktur ama hakkında nice kitap yazılmıştır; hayatında nice ilim ve fikir adamını alt edivermiştir, nice kartalları yere serivermiştir. Konuyla ilgili nice örnek vardır, biz bir tanesiyle yetinmiş olalım.
İlim öğrenmek, diploma almak elbette ki çok değerlidir. Lakin ilim ile ahlak, bilgi ile görgü beraber olmalıdır. İnsan edindiği bilgi ile gururlanmamalı, onu daha da geliştirmeli, insanlara hizmet etmenin bir vesilesi yapmalıdır.
bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
onu da basamadım göyündürdü özümü
Bir kötürüm ile güreştim; ayağımı, elini kullanmadan aldı; onu bile altıma alamadım (yenemedim) bu içimi yaktı.
(küt: felce uğramış, kötürüm. basmak: alt etmek, yenmek. bastırmak: altına almak. göyündürmek: yakmak.)
Bu beyitteki kütten yani kötürümden kasıt münafıktır, münkirdir. Münafık kötü kalplidir, içi başka dışı başkadır, riyakârdır. Münkir, inkârcıdır; doğruya, gerçeğe yan çizen kişidir. Bunlar hakikat yolcularına çok zarar verirler. Bunlarla beraber olmamak, tartışmamak gerekir, çünkü onları yenmek mümkün değildir, çünkü onlar bin bir dereden su getirirler. Çünkü onlar sadece nefsten ibaret kişilerdir, şeytanın yoldaşıdırlar, ondan akıl ve öğüt alırlar. Onlar yola karşıdır, yol kesen eşkıyalardır. Hakikat yolcusu bunlarla beraber olmamalı, bunların iyiliğine dua edip orada fazla kalmamalıdır. Münkirlerle beraber olmak, hele bir tartışmaya girmek derviş için çok zararlıdır. Kalbi, aklı, ruhu, hassaları darmadağın olur da haberi olmaz, yaptığı amelden, çektiği tespihten zevk alamaz olur; içi çöl, kalbi kasvetli, huzuru alt üst olur. Şundan misal verelim ki çocuk ve genç ile de tartışılmaz, inatlaşılmaz. Hatta “neden” bile denmez onlara, çünkü size “işte” der, kalıverirsiniz ortada. Lakin bir küt ile güreşmenin sonu elbette ki çok daha beter olur. Cenab-ı Mevla, bütün dervişleri münkir, münafık şerrinden korusun, âmin.
Hazret-i Yunus da kendisinden misal vererek biz dervişlerine ders olsun diye bu beyti söylemiştir. Kendini örnek vermek çünkü etkili bir anlatım yoludur. “Şöyle yapın, şunu yapmayın”dan ziyade “şöyle yaptım böyle oldu, şunu işledim şöyle zarar gördüm” demek daha etkili bir yöntemdir.
Kütle kastedilen diğer mana da nefstir. Nefs ile güreşmek zordur. Nefs, uyanık olmayan kimseyi her zaman yener, yenilen insan da her daim üzülür. Bazen de onu terbiye edeceğiz derken öyle yanlışlar yaparız ki nefs bizi alt eder, yine başa dönmüş oluruz, içimiz de yanar durur. Bu işin usulü vardır, “vusulsüzlük, usulsüzlüktendir (maksada varamayış, usule uymamaktandır)” denilmiştir; usulün anahtarı da yol götürenin elindedir. Ondan öğrenilir, öğrenilen uygulanır; nefs terbiye, ruh tezkiye edilir; yolda yürünür, dosta varılır.
kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
öylelik yola düştü bozayazdı yüzümü
Kaf dağından bir taşı bana şöyle attılar, yola öylesine düştü ki az kalsın yüzümü bozuyordu.
(öylelik: öylesine, öylece, öyle bir.)
Kaf, kaderin baş harfidir, taş ise kazadır. Yolcunun başına bazen öyle işler gelir ki bunların neden, nasıl olduğu, hangi anlama geldiği bilinmez. Maddi-manevi sıkıntılara duçar olur, bunlar ceza mıdır yoksa imtihan mıdır ayırt edemez. Görünürde bir yanlışı da yoktur, vazifelerini elinden geldiği kadar ihlâsla yapmıştır lakin nereden ve niçin geldiği bilinmeyen bir tokat yemiştir; insanlar arasında mahcup olmuştur, içi sıkıntıyla dolmuştur. Bilmez ki bu, yola kabul edildiğinin bir göstergesidir. Bilmez ki bela gibi görünen şey, sevme ve sevilmenin bir bedelidir. Sevip de yanmayan mı var? Sevgi öyle basit bir nimet midir ki külfeti olmasın? Bir başka büyük âşık Fuzuli hazretleri de “aşk içre azâb olduğu bilirem kim / bir kimse ki âşıktır işi âh ü figandır (azâb: eziyet. âh ü figan: inleme; sızlama; feryat)” demiştir. Yol aşk yoludur, aşk olmasaydı zaten yolcu olunmazdı, mademki bu böyledir, zahmetlere tahammül edilecektir ki rahmete erişilebilsin. Lakin zordur, bazen zorun zorudur; onun için Hazret-i Yunus “bozayazdı yüzümü” demiştir.
Atılan taş bazen de yolu kesecek derecede büyüktür, yani büyük bir fitnenin yani imtihanın zuhurudur ki dervişleri perişan eder. Çoğu zaman rehberin vefatıyla olur. İnsanlar, canlarından çok sevdikleri zatın vefatıyla ziyadesiyle üzülür, ne dediklerini ne yaptıklarını bilmez olurlar. “Kim Peygamber aleyhisselam öldü derse kafasını uçururum” diyerek kılıcını sıyıran Hz. Ömer (radiyallahu anh) gibi. Öyle zamanlarda, bir temkin ve sükûnet abidesi Hz. Ebubekir (radiyallahu anh)’ın ortaya çıkıp da “Ve Muhammed de ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölse veya öldürülse siz gerisin geriye mi dönüvereceksiniz? Ve her kim gerisin geriye dönerse elbette Allah Teâlâ’ya hiç bir zarar vermiş olamaz. Ve Allah Teâlâ şükredenlere mükâfaat verecektir. (Âl-i İmrân suresi 144. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)” ayetini hatırlatıp sahabeleri akl-ı selime davet etmesi gibi, insanları çekip çeviren bir er çıkmazsa işte o zaman yüzler bozulur hatta yol da, erkân da bozulur, bir süre sonra mekân da boşalır, kimseler uğramaz olur.
Yunus Emre hazretleri de efendisi Tapduk Emre’nin vefatıyla sorumluluk omuzlarına binince, taşı yani yolu taşımanın ne derece zor olduğunu bu beyitle ifade etmek istemiş olabilir. Doğrusunu Allah bilir.
balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü
Şunun (yani Yunus’un) sözlerine bir bakın ki “balık, zift turşusu yemek için kavağa çıkmış; leylek sıpa doğurmuş.
(koduk: sıpa.)
Evet, Hazret-i Yunus kendinden “şu” diye bahsetmektedir, tevazusundan. Lakin “sözü” de gerçekten farklı ve derin bir sözdür. Sözüne dikkat çekmesinin sebebi, sahtekârları ifşa içindir. Her yolun sahtesi, maalesef, vardır ve nice insanın yoldan çıkmasına neden olmaktadır. Peki, gerçeği ile sahtesini nasıl ayırt edeceğiz? Hazret, bunun çok güzel iki örneğini vermiş bize. Eğer balık zift turşusu yemek için kavağa çıkarsa ya da leylek sıpa doğurursa anlayınız ki sahte bir rehber söz konusudur.
“kerametim var diyen halka sâlûsluk satan
nefsin müslüman etsin var ise kerameti (sâlûs (Farsça): hilekâr, düzenci; riyakâr.)”
Doğru olanlar, şeriat üzere istikamet sahibi olurlar, her işleri ölçülü biçilidir, sünnete ve edebe her şeyiyle riayet ederler. Geçmişleri sağlam, günleri bereketli, gönülleri şendir. Öyle garip işler yapmazlar; onları ne zaman ziyarete gitseniz hep aynı salih amelleri tekrar ederken görürsünüz. Hâlbuki sahte olanlar balık gibi yanar dönerdirler. Kavağa çıkmaya yani sahte keramet göstermeye pek meraklıdırlar, onların kerametçiklere inanan yoktur, mumları da yatsıya kadar yanar. Keramet göstereceğiz derken ziftin turşusunu hem de kavağın başında yerler.
Leylek de söz ehline işarettir, bunların işleri güçleri laftan ibarettir, amelleri yoktur; samimilerse hal ehlidir yani balı kavanozun dışından bilenlerden değil, kapağı açıp balın kendisini afiyetle yiyenlerdir. Leylekler ancak sıpaları yani hamları yani olmamışları vekil tayin ederler, sıpalar da ancak anırırlar.
Diğer taraftan kavak, baş olma hırsına delalet eder. Hâlbuki kavak zayıf bir ağaçtır, çabuk yetişir ama kerestesi pek makbul değildir. Makamlar da öyledir, gelip geçicidir lakin sorumluluktur ve zordur. Balık, geçici ve dayanıksız mevkileri arzulayan ve ehliyeti olmayanlara karşılık gelir; insanların çoğu, layık olduklarına bakmadan en önde olmak isterler. Zor ve yüksek yerdeki güçsüz kişiler ancak zift turşusu yerler, yani bocalayıp bunalırlar, kalpleri kararır ve amelleri iptal olur.
gözsüze fısıldadım sağır onu işitmiş
dilsiz çağırıp eydir anlamadın sözümü
Gözsüze fısıldadım, sağır onu işitmiş; dilsiz çağırıp der ki sözümü anlamadın.
Yunus Emre hazretleri işini tam olarak yapmış, körle de, sağırla da, dilsizle de yani aciz ve gariplerle de belki de daha çok onlarla ilgilenmiş, irşad görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş bir ulu zattır. Bunu da yine alçakgönüllülükle şiirin mazmunları arkasına gizlenerek söylemiştir.
Yola samimiyetle girmeden önce yolcular kör, sağır ve dilsiz gibidirler hakikat sarayının karşısında. Gerçek karşısında bebek gibidirler, gözleri açılmamış, kulakları duymaz, konuşamaz bir vaziyettedirler. Kapak açılıp da bal tattırıldıktan sonra hakikati anlamaya, bilmeye, söylemeye başlarlar. Bu da yolun bereketidir, girenlere ve yürüyenlere hayırlı olsun, bereketli olsun, Cenab-ı Mevla devamını ve tamamını nasip etsin, âmin.
“Gözsüz”, “sağır” ve “dilsiz”le rabıtaya da işaret vardır. Rabıta, müridin kendini mürşide teslim etmesi; mürşidinin iki kaşı arasından gelen nurla onun ruhaniyetinden feyiz almaya çalışması demektir. Rabıtada odaklanma vardır, bir nevi gözsüzlük, sağırlık ve dilsizlik vardır. Rabıta, yolun ufkundaki rehberle irtibatta olma halidir ve hakikat yolcusu için çok önemlidir. Rehberin gönlü Hakk’ın aynasıdır, rabıta gönlü bu aynaya tutmaktır, oradan yansıyanlar şifadır, ab-ı hayattır, maksuda ulaştırıcıdır.
Biz kendisini görmedik, bize fısıldadı; kendisini dinlemedik ama şiirlerini işittik, okuduk. Dilsizleriz ve diyoruz ki ey Hazret-i Yunus seni anlayamadık, aç bize sözlerini, hakikatin derin manalarını. Aç ki gönlümüz şenlensin, şu garip dünyada, dünyanın şaşırıp kaldığı şu zamanda…
bir öküz boğazladım kakladım sere kodum
öküz ıssı geldi eydir boğazladın kazımı
Bir öküz boğazladım, kuruttum, tepeye koydum; öküz sahibi gelip dedi ki kazımı boğazladın.
(kaklamak: kurutmak, pastırma yapmak. ser: tepe, doruk, zirve.)
Öküzden ve kazdan kasıt, nefstir. Hazret, uzun uğraşılardan sonra nefsimi terbiye ettim de insanların arasına döndüm demektedir. Terbiye olunmamış nefs, sahibi tarafından büyük çok büyük zannedilir lakin terbiye edilmiş nefs bir kaz gibi küçülür, ele gelir. Öküz ıssı yani mürşid de bu işten hoşnut olmuş, kazımı boğazlamakla iyi ettin diye nefs terbiyesini başarmış olanı övmüştür.
Veya bazı insanları yetiştirmek için yanına, tekkesine almıştır. Aileleri gelip çocuklarımızı bizden aldın diye Hazrete itiraz etmiş olabilirler ki tasavvuf yoluna girenlerinin birçoğunun karşılaştığı bir durumdur.
Veyahut başka bir şeyhin dervişlerini kendine çekip bağlamış olabilir. Bu bir muhabbet meselesidir, kişinin nasibi ve muhabbeti değişebilir, bu normaldir. Lakin eski sahipleri “kazımızı” aldın diye itiraz etmiş olabilirler.
ağırlık yaptı bana bühtan eyledim ona
bir çerçi de geldi hani aldın gözgümü
Beni ağırlayıp hürmet ettiği halde ona bühtan eyledim (iftira attım); çerçi de gelip “aldığın aynam nerede” dedi.
(ağrılık: itibar, kıymet, değer. ağrılık etmek: hürmet etmek, ikramda bulunmak, ağırlamak. bühtan: iftira. çerçi: köy köy dolaşarak tuhafiye eşyası satan ve çoğu zaman para yerine yün, tahıl vb. alan gezici tüccar. gözgü: ayna.)
Bazı nüshalarda “uğurluk (hırsızlık) yaptı …” diye geçiyorsa da bu, hem mantık hem de şiirin genel havası itibariyle doğru görünmüyor, hırsızlık yapana neden iftira edilsin ki. Bizi ağırlayan vücudumuzdur. Allah’ın mükemmel bir surette yarattığı vücudumuz, dünya hayatında bize, ruhumuza ev sahipliği yapar lakin biz onu hor kullanırız. Bir taraftan da vücud fiziki âleme mensuptur, tendir yani nefstir. Bizi dünyaya bağlar, ya da biz öyle zannederiz (imtihan için o öyle yaratılmıştır, vazifesi odur), bu yüzden ona iftira ederiz. Hâlbuki bize akıl ve kalb verilmiştir, irade ve azim verilmiştir, bunlar ihsan edilmişken biz vücudumuza yani nefsimize kızarız, aslında kızdığımız melekelerimizi doğru kullanmadığımızdan ötürü kendimizdir. Yolcu kimseye hatta kendisine bile kızmaz, rehberin dediklerini yapar, işine bakar.
Veyahut yolcu kendisini ağırlayan rehbere gücenmiştir, “yüzüme bakmadı vb.” diye kendi kendine konuşmaktadır, yani büyüğüne iftira etmektedir. Hâlbuki mürşid-i kâmiller, müridlerinin sayısı ne kadar çok olursa olsun her birine dua, himmet ve tasarruf ederler; samimi ve ihlâslı olan her yolcu rehberinden muhakkak feyz alır, bereketlenir.
Çerçi, mürşid-i kâmildir; can alır, can satar. Nice dervişleri, nice insanları ağırlar, misafir eder. Çorbalar içirir onlara, karınlarını doyurur. Onlara Hakk’ı, hakikati hatırlatır; tövbe ettirip hak yoluna döndürür yani gönüllerini de doyurur. Lakin insanlar yine de bu büyüklerin kadrini tam olarak bilmezler, edebe tam olarak riayet etmezler, lakin büyükler yine de ses etmezler, insanların iyiliği için onlara kızmazlar.
Ayna ile aşka işaret vardır. Seven, sevdiğine kendini beğendirmek ister. Sevmek ve sevilmekle ne kadar güzelleştiğini görmek ister. Mürşidler de aşk hocalarıdır, müridlerinin kalp doktorlarıdır. Doktor, verdiği şifanın hatırlanmasını ister, ilacın kullanılıp kullanılmadığına çok önem verir. Mürşid de talebelerinin kalplerinin yani gözgülerinin rabıtayla meşgul olmasını ister ki fayda ve şifa bulsunlar… Yani gözgü, mürşidin görklü nazarıyla müride akan ilahi rahmetdire ki bu nimet sıkıca korunmalı, kıymeti iyice bilinmelidir. Yoksa istifade olmaz. Mürşid de yolcularının her halini iyi bilir ve zaman zaman onlara uyarılarda bulunur ki yolda istikamet üzere olsunlar.
Çerçiyle Yunus Emre hazretleri kendini kastetmektedir. O da Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye ve Kafkasya’yı gezmiş, çok can almış, can satmış; şiirler okumuş, sohbetler etmiş; çok kimseyi kendine âşık etmiş bir mürşiddir. Onun içindir ki birçok belde “Hazret bizdedir” der. Yunus Emre, büyük ihtimalle oralarda biraz uzunca kalmış, hizmetler etmiş, dervişler yetiştirmiş, başka yerlerden de davet alınca yani kendisine ihtiyaç olunca oralara da gitmiş, kimseye hayır dememiş bir alperendir.
tosbağaya uğradım gözsüzsepek yoldaşı
sordum sefer nereye kayseriye’dür azmi
Yoldaşı köstebek olan kaplumbağa uğradım “sefer nereye” diye sordum, niyet ve kararı Kayseri’ye gitmekmiş.
(gözsüzsepek: köstebek.)
Kaplumbağa da köstebek de yavaş yürüyen aciz hayvanlardır lakin yoldaş olup uzağa hele kendileri için çok uzağa gitmeye niyet etmişlerdir, Kayseri’yi de görmüş değillerdir. Bu ikisinden de kasıt hakikat yolcularıdır. Bunların himmeti büyüktür, büyük olmalıdır ki menzil-i maksuda varabilsinler. Karınca gibi yolda ölmeyi bile göze almış olmalıdırlar. Nasreddin Hoca’nın göle yoğurt çalmasındaki mana da, himmetin yüce tutulmasıdır. Küçük himmetle ele küçücük bir şey geçer. Hem her şey Cenab-ı Mevla’nın elinde değil midir? O bir kaşık yoğurdu koca göle maya tutturamaz mı… Öyle de olmuştur hatta daha büyüğü de gerçekleşmiştir. Hoca’nın derin manalı fıkraları Anadolu’yu da aşmış dünyanın göl ve hatta denizlerini yoğurda dönüştürmüştür. Mürid de samimiyet ve ihlâsla yola çıkacak, engel ve zorluklara aldırmayacak, kendi acizliğine bakmayacak, istikametle yürümeye devam edecektir. Yahya Kemal’in bir şiirini biraz değiştirerek şöyle diyelim mi: “Ömrü oldukça yürür her yolcu / Vararak menzillere bir yerde ölür”
Kaplumbağa ruh ve akıl, köstebek de nefs olarak düşünülebilir. Nefs terbiye olunmadan şehre yani Kayseri’ye varmak, mümkün değildir.
Köstebekten diğer kasıt da münkirdir, münafıktır. O zaman beytin anlamı şöyle olur: Kaplumbağa zaten yürümekten aciz zavallı bir yolcudur, yola çıkmak için iyi bir arkadaş seçmemiştir. Onun için giderse ancak Kayseri’ye kadar gidebilecektir. Oraya da nasıl varacağı şüphelidir, ya yoldan çıkacaktır ya da yarı yolda terk edilecektir.
Kaplumbağa, yalnızlığı yani uzleti de simgelemektedir. “Ölmeden evvel ölünüz” sözünün anlamına uygun olarak yolcular, kimi zaman yalnız yani ölü gibi yaşarlar. (Kaplumbağaların da sık sık ölümsü uykulara daldıkları bilinmektedir.) Başını içeri çekip kendini soyutlar bazen yolcular; içe dönüp Hakk ile beraber olmak, kendilerini tanımak ve değiştirmek için. Bir süre yalnız kalırlar ki kendilerine gelebilsinler, yeniden hizmet etmeye başlamak için güç kazansınlar. Bu çok zordur ama yolcuyu olgunlaştıran bir uğraştır. Olgunlaşan köstebek ile yoldaşı tosbağa, inziva ve yalnızlık çilesini tamamlamış ve irşada gönderilmiştir.
Kaplumbağa, mürşid-i kâmildir, onun kutlu nazarıdır. Gavs-ı Sânî Seyyid Abdülbâki el-Hüseynî (kuddise sirruh) hazretleri buyurmuşlardır ki: “Sâdât-ı Kiram’ın nazarları kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli müddet sonra yavru meydana gelir. Sâdât-ı Kiram’ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazarı ilahi bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur. (S. Muhammed Saki Haşimî, Arifler Yolunun Edebleri, Semerkand yay., İstanbul, 2006, s.137)” Köstebek de gözleri henüz hakikate açılmamış derviştir. Büyüklerin merhameti de büyüktür; onların dergâhı “ümitsizlik dergâhı değildir”, köstebekleri de alırlar; çirkinliklerine, nifaklarına rağmen. Ve Allah’ın nuruyla baka baka terbiye ve edep sahibi yaparlar. Rabbimiz teala hazretleri onların kutlu ve görklü nazarlarını hepimize nasip etsin. Ve böylelikle Kayseri’ye, yani ulu padişahın kutlu memleketine kavuştursun, âmin.
yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
erenler meclisinde bürür mâna yüzünü
Yunus, hiçbir söze benzemeyen bir söz söylemiş ki erenler meclisinde bile mananın yüzünü örtmüştür.
(bürümek: örtmek, setretmek, sarmak)
Bazı nüshalarda “münafıklar elinden (ya da cahillerin ucundan) örttü mana yüzünü” geçiyorsa da kanaatimizce bu hem Hazretin üslubuna hem de şiirin bütününe uygun değildir. Münafıklar bu derin manaları anlayamazlar, zaten böyle bir şiirle ilgilenecek de değillerdir. Bazı nüshalarda “erenler” yerine “şeriat” geçmektedir, bu Hazret-i Yunus’un üslubuna uyar. Böyle olursa; tarikatın yüce sırlarına vakıf olmayan, kabuktan öze geçememiş “şeriat oğlanları” için mana örtülmüştür, açılmayacaktır anlamına gelir. (Şeriat oğlanlarından, bazı kesimlerin yaptığı gibi onların kötülendiği manası çıkartılmamalıdır.)
***
Yunus Emre (1) hazretlerinin 13 beyitlik “çıktım erik dalına” ile başlayan bu meşhur şiiri, bize hakikatin birçok kapılarını açıyor. Niyazi-i Mısrî (2), İsmail Hakkı Bursevî (3), Şeyhzade Muslihuddin Mehmed Efendi (4), Şeyh Ali Nevrekanî (5) gibi büyüklerimiz, bu manzumeyi şerh etmişlerdir (6). Biz bu yüce kişilerin ayağının tozu bile olamayız. Cüret ettik, evet, lakin şiiri yeniden gündeme getirip günümüz okuyucusunun hizmetine sunmak istedik.
Bu muazzam şiir; a) bir hakikat yolcusunun kendisi (nefsi) ile yaptığı muhasebeye, b) yolda karşılaştığı hallere, c) yolda olanlara tavsiye ve öğütlere, d) insanların hakikat karşısındaki tutumlarına dair ipuçları veriyor. Biz önce her beytin bugünkü dille nesre çevrilmişini ve bilinmedik kelimelerin manalarını verdik, sonra beyitleri açıklamaya çalıştık.
Gerçekten de Hazret-i Yunus, öyle büyük bir söz söylemiş ki ârifler ve âlimler şerh etmişler, daha da nicesi de üzerinde çalışmışlar; bundan sonra da bu şiir üzerinde çalışma yapacaklardır. Bizse büyüklerin yolundan gidip bu yolda hizmet etmeye gayret ettik.
Niçin Yazılmış Olabilir…
Neden yazıldı bu şiir diye çok düşündüm. Hazretin diğer şiirleri daha açık, daha anlaşılır ama bu niye bu kadar kapalı…
Gönlüme şu düştü: Yunus Emre Türkçe söylüyor, hâlbuki o dönemde aydınlar ve şairler Farsça kullanılıyordu. Hz. Mevlana Konya’dadır, Selçuk’un başşehrindedir; âlim ve arifler arasındadır, bu yüzden eserlerini bu dille yazmıştır. Yunus Emre ise halkın içindedir, Anadolu’nun farklı bölgelerinde gezmektedir, Farsça söylese onu kimse anlamayacaktır. O da “insanlara akıllarına ve anlayışlarına göre söyleyiniz” kutlu hadisine uyarak zor da olsa Türkçe söylemiştir. Söylemiştir ama bazı arifler ve medrese mensupları, bu büyük işi küçümsemiş ve ileri geri söz etmiş olabilirler. Yunus Emre de “alın bakalım size Türkçe bir şiir, anlayabilirseniz anlayın” diyerek bu şiiri söyleyivermiştir. Onun için mana, erenlerin meclisinde bile örtülü olmuştur.
Şiir ve Şerhleri
Bu şiirin birçok şerhi yapılmıştır, bunları okuduk, istifade ettik. Lakin günümüze uygun bir açıklama tarzını benimsedik. Şiirin metnini oluştururken de epey zorluk çektik. Çünkü nüshalara göre farklı sayıda beyitlerden oluşuyordu ve müşterek olan beyitlerde de farklı kelimeler vardı. Özellikle şu beş kaynaktan çok istifade ettik: 1. Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı, Odunpazarı Belediyesi yay., İstanbul 2006 (1950 nüshasının yeniden basımı). 2. Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası yay., İstanbul 2006. 3. Dr. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ yay., 2. baskı, Ankara 1998. Çıktım Erik Dalına, (Niyazi Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Şeyhzade şerhleri, sadeleştiren Suat Ak), Mor yay., Ankara 2007. Prof. Dr. Necdet TOSUN “Yûnus Emre Rifâî, Hacı Bektaş Vefâî”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ocak-Haziran 2013, sayı 31, s. 109-115 (Necdet Bey, bu makalesinde Yunus Emre’nin tarikat silsilesini ilmi olarak tespit etmiştir.).
Araştırmalarımızdan sonra 13 beyitte karar kıldık. Beyitlerde müşterek olanlara dokunmadık, ihtilaflı olanlarda da Yunus Emre’nin şiir dünyasına ve bu şiirin havasına uygun olan kelimeleri tercih etmeye çalıştık. Umarız ki doğruya yaklaşmışızdır.
“odur bana yunus diyen, odur benim bağrım delen
odur beni bensiz koyan, hem ben oyum, bu ben neyim”
Yunus Emre ve Tarikatı
Yunus Emre, büyük bir şairdir olmaktan çok gerçek bir Hak dostu, kâmil bir mürşiddir. Lakin hayret ediyoruz ki şeyhliği ona yakıştıramıyorlar da onu hâlâ derviş kabul ediyorlar. “Boynumda icazetim”, “Görenler elim öper tac u hırkaya bakar”, “Taptukun tapısında kul olduk kapısında / Yunus miskin çiğ idi piştik elhamdulillah” dediği halde onu bıyıklı ve genç bir derviş olarak tasvir ediyorlar. Kanaatimizce bu Yunus Emre’ye yapılmış büyük bir haksızlıktır. Onu böyle düşünenler ya Yunus Emre’yi tam olarak okumamışlar ya da okudularsa da anlamamışlardır. (Risaletü-n-Nushiyye’si dervişleri irşad için yazılmıştır, adı üstündedir: Nasihat Risalesi.) Yunus Emre hazretleri de en az diğer ulular kadar büyüktür. Şeyhlerinin (Tapduk Emre (7), Barak Baba (8), Sarı Saltuk (9), Mahmûd Hayrânî (10), Şemseddin Ahmed el-Müsta’cil (11), Üveysî yolla Ahmed er-Rifâ’î (12) yolundan gidip onların yerini alan) olmuştur. Şiir sanatı bakımından da Şeyh Ahmed Yesevî (kuddise sirruh) hazretlerinin Hikmet’lerinden, Hz. Mevlana (kuddise sirruh) ve diğer İslam şairlerinden büyük istifade etmiştir.
Kendisinin halife ya da vekil bıraktığını, kendisinden devam eden bir silsile olup olmadığını bilmiyoruz. Maalesef hakkındaki bilgilerimiz yeterli değil. 1238–1320 yılları arasında, Selçukluların son dönemiyle Osmanlıların ilk yıllarında yaşamış olduğu, yani hakkında mutlaka yazılı kaynaklar bulunması gerektiği halde henüz tatmin edici bilgilere ulaşılmış değildir. İlk baskısı 1919 yılında yapılmış olan Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (Diyanet yay., 3. baskı, Ankara, 1976) kitabı, hakkında bu tür bilgilerin yer aldığı bir eserdir. Abdülbaki Gölpınarlı aydınlatıcı bazı ilaveler yapmıştır lakin maalesef daha ilerisine gitmemiştir. Yazma ihtiva eden kütüphaneler ve arşivler iyice araştırıldığında eminim ki daha fazla bilgilere ulaşılacaktır. Son dönemlerde tasavvuf tarihi hakkında ülkemizde yapılan bazı kapsamlı çalışmalar bize umut veriyor. Yapılması gereken şeylerden birisi de Yunus Emre’nin eseriyle Pir-i Türkistan Şeyh Ahmed Yesevî’nin (13) Hikmet’leri arasındaki ilgi, benzerlik ve etkinin daha açık bir şekilde ortaya çıkarılmasıdır. (Bir örnek vermekle yetinip işi sahanın değerli araştırmacılarına bırakalım: Yunus’un “bana seni gerek seni” redifli şiiriyle Ahmed Yesevî’nin “mana sin kerek sin” redifli şiiri arasında büyük bir benzerlik vardır.)
Türkçenin de Mürşidi
Bu iki büyük zatın Türkçenin mürşidleri olması, çok önemlidir. Özellikle bu iki ulu kişi derviş yapanların en büyükleridir. Doğu Türkçesi’ni Ahmed Yesevî, Batı Türkçesini de Yunus Emre, evlat edinmişler, kol ve kanatları arasına almışlar, terbiye edip olgunlaştırmışlardır. Yunus, Türkçeyi köylü bir derviş iken almış ve şehirli bir şeyh yapmış bırakmıştır. (Şunu da ifade etmek gerekir ki eserinin muazzam ve mübarek olmasına rağmen Hz. Mevlana’nın Farsça yazması, Yunus’un Türkçe yazmasından daha kolaydır. Çünkü Farsça aydınlar arasında zaten geçerli bir dil idi ve birçok büyük mutasavvıf şairler tarafından irfanın inceliklerini ifade yetkinliğine eriştirilmiş bir dildi. Türkçe ise henüz kendini bir medeniyet dili olarak ispatlayamamıştı. İşte Yunus Emre hazretleri bu zoru, hatta zorun zorunu başarmıştır. Evet, nice yazar, şair ve ilim adamının Türkçeye büyük hizmetleri olmuştur fakat hiçbirisi Yunus Emre kadar olamamıştır. Bu söz bir mübalağa değildir. Mevcut kaynaklara kısaca bakılsa bile dediğimiz kolaylıkla anlaşılacaktır.
“can odur kim hakka ere ayak odur yola gire
er oldur alçakta dura yüksekten bakan göz değil”
Yunus Emre ve Melamet
Yunus Emre, bilinmezlik kisvesine özellikle bürünmüş olabilir; büyüklerin halleri farklıdır, o da kendisini sırlamış da olabilir. Lakin eseriyle çok bilinen bir kişi olmuş hem de hayatını, ailesini, dervişlerini, öldüğü yeri bilinmez kılmıştır. Erenler meclisinde mana yüzünü nasıl örtmüşse kendini de öyle saklamıştır. Bundan daha büyük keramet mi var?
“iki kişi söyleşir yunus’u görsem diye
biri eydir ben gördüm bir âşık kocayımış”
Yunus Emremizde melamet neşvesini görüyoruz. Muhyiddin Arabî (14) (kuddise sirruh) hazretleri “melâmet”i tasavvuf makamlarının en üst derecesi olarak tanımlar. Melamilik, kınayıcının kınamasından korkmayıp halkın arasında Hakk’la beraber olan, riyadan kaçanların yoludur. Buna göre, en büyük melami Yunus Emre’dir. Menkıbe kitaplarında buna dair işaretler de vardır. Köstendili Şeyhi Süleyman Efendi’nin Bahr-ul-Vilâye adlı tezkiresinde şunlar yazılıdır: “Naklolunur ki Mevlana Rumi demiştir ki İlahi menzillerin hangisine çıktımsa bir Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim. Bundan muradları Yunus Emre’dir. (15)” Biz büyüklerimiz arasında elbette ki ayrım yapmayız, hepsini büyük kabul ederiz ama onlardan herhangi birine bir haksızlık yapılmasına ya da birinin olduğundan küçük gösterilmesine razı olamayız.
Gerçek Aşk Adamı
Hayatı aşktan ibarettir, bu aşkla “Urum ile Şamı, yukarı illeri kamu” gezmiştir, her yerde aşkı söylemiş, aşkı anlatmıştır. Şiirlerinde en çok geçen iki kelimeden biri aşk diğeri âşıktır. Âşıkları bulmuş onlara aşkı anlatmış, sevgiyi hiç tanımayanlara aşkı tanıtmış ve onları da âşık yapmıştır; hâlâ aşktan bahsetmekte, âşıkları şad etmektedir. Rahmetiyle bize aşkı veren ve böyle ulu kişileri bize nasip eden Cenab-ı erham-ür-rahimin hazretleri kandisinden gani gani razi olsun, âmin.
“niçeler eydir yunus’a çün kocaldın aşkı kogıl
rûzigar uğramaz aşka aşkın ne ay u yılı var”
***
Yeniden okuyalım Yunus Emre hazretlerini. Yeni bir gözle, gönül gözüyle okuyalım o ince, nazik ve mana dolu şiirlerini. Yeniden anlamaya çalışalım hazreti, şiirlerini yeniden anlamaya, yorumlamaya çalışalım. Türk dünyası, İslam âlemi ve dünya onu yeterince tanımıyor. Dolayısıyla mahrum kalıyorlar ondan, büyüklüğünden, derin şiirlerinden. Dünya dillerine çevirelim eserlerini ama önce kendimizin, gençlerimizin anlamasını sağlayalım. Üniversitelerdeki edebiyat ve tasavvuf kürsülerine pek çok iş düşüyor, aydınlarımızı pek büyük görevler bekliyor. Mübarek dilimizi dünyanın büyük dilleri arasına sokan; irfan, kültür ve medeniyet dili haline getiren bu ulu zata karşı bir küçük vazifemiz yok mudur?
“doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise
bir hayır da ettin ise birine bindir az değil”
Haydar HEPSEV
Ocak 2022
* 24 Aralık 2008 tarihinde yucedevlet.com’a eklenen bu yazı, yeniden ele alınmıştır. İlk yayınlandığında semazen.net sitesi tarafından iktibas edilmiş (https://semazen.net/ciktim-erik-dalina-2-haydar-murad-hepsev/ ); Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI bu sitedeki iktibası, 2010 yılında düzenlenen Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu’nda Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI’nın Yûnus Emre Şerhleri başlıklı bildirisinde, bu şiire yapılan diğer şerhlerle beraber değerlendirilmiştir (http://isamveri.org/pdfdrg/D195659/2010/2010_TATCIM.pdf ).
_________________________________
Dipnotlar:
(1) Yunus Emre: (vefatı h. 720/ m.1320?) Mutasavvıf Türk şairi. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Tatcı), İstanbul 2013, c. 43, s.600-606.
(2) Niyazi-i Mısrî: (vefatı h. 1105/ m. 1694) Halvetiyye’nin Mısriyye kolunun kurucusu, mutasavvıf şair. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Mustafa Aşkar-Ekrem Demirli), İstanbul 2007, c. 33, s.166-169.
(3) İsmail Hakkı Bursevî : (vefatı h. 1137/ m. 1725) Celvetî şeyhi, müfessir, şair. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Ali Namlı, Murat Yurtsever-Y. Şevki Yavuz-Cağfer Karadaş), İstanbul 2001, c.23, s.102-110.
(4) Şeyhzade Muslihuddin Mehmed Efendi: Kimliği ve hayatı hakkında kaynaklarda bilgi bulunamaıştır; yazmalarda bu zatın ismi Şeyhzâde olarak geçmektedir. Şeyhzâde muhtemelen İzmitli olan Kadı Beyzavî Tefsîri’ne hâşiye yazan, özellikle Mesâbih, Meşârih ve Kasîde-i Bürde’ye şerhleriyle tanınan Şeyhzâde Muslihüddîn Mehmet Efendi olabilir [(vefatı h. 950/ m. 1543) Tefsir âlimi ve fakih. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Erdoğan Baş), İstanbul 2010, c.39, s.97-98)] “Çıktım erik dalına” şiirinin bilinen ilk şerhidir, burada şiirin 7 beyti şerh edilmiştir. Şerhin nüshaları, Süleymaniye Ktp. Esat Efendi No: 1461, 97 vr. Nesih hattıyladır; İÜ. Ktp. Ty. Yz. No: 4015, Vr. 66b-98b ve Millî Ktp. Yz. No: A /1983.
(5) Kaynak eserlerde, Şeyh Ali Nevrekanî’nin hayatıyla ilgili bilgi bulunmamaktadır; yazdığı şerhin tek nüshası Ankara Millî Kütüphane’deki bir risale içindedir. Bu risale, Niyazi-i Mısrî tarafından yapılan şerhe benzemektedir; onun için XVIII. yüzyılda veya daha sonraları yazıldığı söylenebilir. “Güfte-i Yûnus ve Şerh-i Şeyh Alî Nakşbendî” başlıklı bu şerhin bilinen tek nüshası: Millî Ktp. Yz. Nu: A. 392/8. vr. 156b-158b; rik’a ile yazılmıştır.
(6) Bunlardan başka bu şiir hakkında şerhi olanlar şu kişilerdir: XVII-XVIII. asır sufilerinden olan İbrahim Hâs (vefatı 1761); Şevket Turgut Çulpan (1910-1990); Ahmet Kabaklı (1924-2001); İsmail Yakıt (1950-). Bu kişiler ve şerhleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI, Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu (2010), “Yûnus Emre Şerhleri” başlıklı bidiri.
(7) Tapduk Emre: XIII. yüzyılda yaşayan Babaî-Haydarî dervişi. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Haşim Şahin), İstanbul 2011, c.40, s.12-13.
(8) Barak Baba: (vefatı h.707/ m.1307) Babaî hareketi çevrelerine mensup Kalenderiyye tarikatı şeyhlerinden bir Türkmen babası. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: A. Yaşar Ocak), İstanbul 1992, c.5, s.61-62.
(9) Sarı Saltuk: (vefatı h. 697/ m.1297-98) Anadolu ve Balkanlar’ın Türkleşip müslümanlaşmasındaki etkisi sebebiyle adı etrafında menkıbeler oluşmuş bir alperen. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Machiel Kiel), İstanbul 2009, c.35, s.147-150.
(10) Mahmûd Hayrânî: (ö. 667/1269) Anadolu Selçukluları devrinde Akşehir’de yaşayan sûfî. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Ethem Cebecioğlu), Ankara 2003, c.27, s.367-368.
(11) Bu zât, Ahmed er-Rifâî dergâhının dördüncü postnişîni olan Şemseddin Muhammed b. Abdurrahîm’in (ö. 619/1222) oğlu olan Şemseddin Ahmed olmalıdır. Bk. İzzeddin Ebu’l-Abbâs Ahmed el-Fârûsî, er-Reşehâtü’l-haseniyye ale’n-Nefhati’l-miskiyye, nşr. Şerefüddin Hasan, Dımaşk 1999, s. 213. (Bkz. Prof. Dr. Necdet TOSUN “Yûnus Emre Rifâî, Hacı Bektaş Vefâî”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ocak-Haziran 2013, sayı 31, s. 109-115)
(12) Ahmed er-Rifâ’î: (vefatı h.578/ m.1182) Rifâiyye tarikatının kurucusu. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Tahralı), İstanbul 1999, c.2, s.127-130.
(13) Ahmed Yesevî: (vefatı h.562/ m.1166) “Pîr-i Türkistan” diye anılan mutasavvıf-şair, Yeseviyye tarikatının kurucusu. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Kemal Eraslan), İstanbul 1989, c.2, s.159-161.
(14) Muhyiddin Arabî: (vefatı h. 638/ m. 1240) Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif. Hakkında geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: M. Erol Kılıç-Cağfer Karadaş-Mahmut Kaya), İstanbul 1999, c.20, s.520-522.
(15) bkz. Dr. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ yay., 2. baskı, 1998, s.21.
#Tasavvuf #YunusEmre #ÇıktımErikDalına #edebiyat #Tekkeedebiyatı #şiir #sanat