AYRIKSI HİKÂYE
ÇAĞRISIZ KONUK
1- Kendime Mektup:
Bir uçağa binmiş gidiyorum. Mektup yazacak vaktim bol. Ama ne kâğıt var ne kalem. Telefonun not bölümünü kullanıyorum ama buna ne kadar devam edebilirim ki. Çünkü telefonum basit bir telefon birkaç cümle fazla yazınca telefonun hafızası dolacak… Âh kâğıt kalem devri ah… Şimdi telefona güvenip yanıma onlardan almadım. Ben bunu hak ettim. Şimdi akılsız baş ile ayaklar arasında bir bağlantı kurabilirim. Kendime yazdığım mektubun ne önemi var onu da anlamış değilim. Nihayet yazacağım mevzu belli, kendim kendime ne yazacağını biliyorsam ne diye kayıt altına alıyorum ki. Tabii ki anladınız, gelecek nesillere armağan olsun diye böyle kâğıda yazmak gerekirmiş de o yüzden önemliymiş. Söz uçar yazı kalırmış. Her neyse…
2- Sana Mektup:
Selam ile başlıyorum,
Allah aşkına mektubumu okuyunca cevapsız bırakma, ben neden -üstelik- yüzüne karşı söylenen çağrısız konuk konumuna düştüm izah et bana. Şölen sizin efendim, beni davet etmeyebilirsiniz elbette. Ama sana akraba oluşum beni davet etmeni gerektirmiyor mu? Yoksa seni sözcüklerin dünyasından koparıp kelimeler âlemine çekmek istemem mi ipleri kopardı. Sizler yazın böyle olur diyorsunuz vatandaş ters anlıyor, kışın ne olacağını soruyor. Ama edebiyat başka bir dünya… Ya da önünde saygıyla eğildiğiniz çağdaş Kişikızı mı seni bize karşı kışkırttı. Kelîm’le* devinelim diyorum ben, kafamdaki kelimle mutluyum abi diyorsun sen. Kelimeleri bu denli karıştırmamak lazım yoksa ortalık toz duman olur.
Ver Haberi Kişikızı’ndan:
Efendim incecik mi incecik narin mi narin ama çağdaş olmayan bir kişikızıdır o. Tahsili ilkokuldur ama merak buyurmayın, iyice görgülüdür. Gel zaman git zaman teyzesinin oğluyla evlenir. Bir gün dayısı çıkagelir. Haliyle ikisinin dayısı oluyor canım söylemeye gerek yok tabii ki. Koca kasabaya gidecek oradaki işlerini gördükten sonra başkente doğru yola çıkacaktır, bu durumdan dayının haberi olur. Dayı o günün şartlarına göre gayet kıymetli bir cep saatini kasabadaki tamirciye bırakmıştır, dönüşte alıp gelmesini söyler. Yeğen elbette alırım saati tamirciden Başkentten döndüğümde der. Gel zaman git zaman yeğenin Başkentteki işleri uzar da uzar. Aradan iki ay geçmiştir ki dönünce kasabanın saatçisinin önünden geçerken dayısının saati aklına gelir. Tamirciden dayısının saatini ister…
Tamirci, önündeki ve iki yanındaki onca ıvır zıvırı karıştırmaya başlar, saati bulacaktır güya. Ama bulamaz bunca zaman geçti aradan kim bilir ne yaptım nereye koydum, birine bu senin saatin diye mi verdim, hatırlamıyorum der. Yeğen çaresiz ayrılır oradan ve evinin yolunu tutar. Birkaç gün sonra yayla yolunda karşılaşırlar dayıyla. Kişikızı da yanındadır. Hoş beşten sonra “Yeğenim saatimi aldın mı tamirciden” diye sorar. Yeğeni “Yok dayı” der “Tamirci senin saatini bulamadı.” Dayı hırslı hırslı gülümseyerek “Sen saatimi sattın parasını yedin herhalde.” “Yok dayı” der “Ne münasebet böyle bir şeyi nasıl yakıştırırsın bana. İstersen kasabaya indiğinde sor saatçiye.” Dayının havsalası almaz bu işi, saatçi iyi bir ahbabıdır, saatin üstüne yatması mümkün değildir “Olsa olsa parasız kalan yeğenin işidir bu, satmıştır” diye düşünür yine. Dayı ağzını bozar sövmeye başlar “Saati sen satıp parasını yedin” diye tutturmuş gidiyordur. Yeğen “Ağzını bozma, sövme dayı, ayıp oluyor” der ama o kağnının üzerindeki yabayı alıp yeğenine vurmaya yeltenince Kişikızı araya girer, kavgayı yatıştırmak için. Dayı “Kız sen kimden yanasın, benden mi ondan mı” diye söylenmeye başlayınca, Kişikızı “Sen benim dayımsın ama o da teyzemin oğlu, ikinize de aynı mesafedeyim.” “Yok yok, sen ondan yanasın” diye karşılık verince, Kişikızı dayanamaz artık der ki “Sen benim dayımsın o ise teyzemin oğlu ama aynı zamanda o benim kocam, sonra ne diye kavga ediyorsun ki Dayı, kasabaya gidince saatçiye sorarsın durum ortaya çıkar.”
Ah şimdilerde öyle dayı ve öyle kızlar kaldı mı, kelaynak hesabı nesilleri kesildi.
3- Ona Mektup:
Aslında bu mektup beş kısımdır ama biz ancak üç kısmını okuyabildik.
Mektup: 1-Kavak Ağaçlarının Öfkesi:
Bu yağmurun da dineceği yok be kardeşim, seni gezdirip güzellikleri gösterecektik. Bari kutlu kişinin kabrine götürelim seni orası hem yakın hem de yağmur biraz dindi dedim. Aceleyle kalkıp kutlu kişinin kabrinde bir Fatiha okuduk, oluşan sessizlikte derenin sesini dinlemeye başladık. Bari dereyi gidip görelim dedi 3. Şahıs. Bu öneriyi 2. şahıs da onaylayınca düştük yollara. Gideceğimiz yer bulunduğumuz yere yürüme 5 dakika mesafedeydi. Şurası bunun evi, burası şunun tarlası diye 2. Şahıs 3. Şahsı bilgilendirirken Öfkeli Dereye iyice yaklaştık. O sırada oval tarlanın kenarlarında büyümüş kavaklarda da bir öfke sezinledim. Derken bir kasırgadır koptu, şiddetli bir rüzgâr çıktı ve kavakların dalları kırılmaya başladı. Bir baktım ki ne bakayım, oval tarlanın bize uzak dereye yakın kenarındaki kavaklardan birini bu şiddetli rüzgâr kırdı bize doğru gönderiyor. Kaçalım diye bağırdım. Geldiğimiz yöne doğru koşmaya başladım. Döndüm baktım duruma, 3. Şahıs dediğimi anlamış korkuyla bana doğru koşarken 2. şahıs başındaki şapkasına sarılmış rüzgâr kapmasın diye gayret sarf ediyordu. Devrilen kavak, paralelindeki diğer kavakların üstüne düşünce şapkasını tutan tehlikeyi atlattı diye sevindim. Az daha kavak dalları şapkasını da şapkanın içindeki kafasını da kırayazdı. Rüzgâr esmeye devam ediyor. Üç saniye sonra bir çatırtı daha koptu ve iki kavak daha devrildi. 2. Şahıs hala şapkasını düzeltme çabasındaydı. Eğer paralel kavaklar olmasaydı ne olurdu halimiz Allah bilir…
Mektup 2-Yerli Kirazın Cazibesi ile Usangan Kaysıların Suskunluğu:
Yerli kiraz kızarmaya başlamıştı, birkaç tane kopardı, tadı iyi, yenilebilir. Aşılı kirazlar mağrur duruyor, dallar arasında birkaç kızarmış aşılı kiraz görünüyorsa da Tasalı Kadın onları yenmemesini istedi. Belki daha yakınlarına yedirme endişesi, belki de satar birkaç kuruş alırım hevesiyle, yerli kiraza yöneltti misafirlerini. O şimdi sarmalık yaprak toplama telaşında, meyvesi ufacık ve yeşil olan üzüm salkımlarının arasından. Tasalı Kadın bel ağrısından mustarip… Her halinden belli oluyor ıstırabı. Tedavi olursam, tedavi sürecinde çocuklarıma kim bakar diyor, tek düşüncesi bu. Bu düşünce bütün davranışlarına sinmiş. Otururken ah çekiyor kalkınca vah çekiyor, belindeki ağrıyı belli etmemeğe çalışaraktan. Kaysılar aylarca su içmemiş gibi yapraklarını pörsütmüş çağlalarını gizleme tedirginliğinde ama usanganlık kaysı ağacının bütününe sirayet etmiş, yerli kiraz gibi davetkâr değil. Üzümlerin yanına gelip biraz dinleniyor, yaprak toplayıcı kadınlarla birkaç laf ettikten sonra yerli kirazın cazibesine dayanamayıp tekrar elindeki poşetle yerli kiraza yöneliyor ve biraz daha poşeti doldurmaya çalışıyor. Bu devingenlik belki beş kez tekrarlandı. Güneş ufukları kızartırken eylemlerine son verip evin yolunu tuttular. Kaysıların usanganlığı yavaş yavaş çöken geceye rağmen devam ediyordu. Güneş batınca göz atan biri, kaysıların ağırdan usanganlıklarını bıraktıklarını ayrımsıyabiliyordu.
Mektup 3- HOCA:
Bütün derdi görev yaptığı caminin elinden alınmış vakıflarını tekrar camiye kazandırmaktı. Bunu gerçekleştirmek için çırpınıp duruyordu. Kimlere gitmemişti ki vakıfları geri almak için. Kaç vali, kaç kaymakam gelip gitmişti. Hiçbiri derdine derman olamamıştı. Ondan deliller istiyorlardı. Büyük şehirdeki vakıflar bölge müdürlüğünden kayıtları çıkar getir, bakarız diyorlardı. Çünkü caminin vakıflarının üzerine konmuş kimselerin ellerinde tapuları vardı. Kadastro geçtiği zaman, bu benim mülkümdür diye adlarına tapu çıkarmışlardı. Yani Hoca’nın bunlar camiye aittir diye söylediği yerlerin hepsi başka birinin üzerine tapuluydu. Valiler, kaymakamlar hangi yetkiyle, hangi kanıtla bu tapuları iptal edebilirler idi ki.
Hoca’nın yüzü, yaptığı ibadetlerin aynası olmuş, nurlanmıştı. Emekliliği de yakındı. Emekli olunca ne yapmayı düşünüyorsun diye sordum. Hafız yetiştiren bir kurs açacağım dedi. Ne güzel böyle bir niyet, ne güzel dedim. Neden hafız yetiştirme istiyorsun diye sordum. O, çocukların önlerinde rahleler, sallana sallana ezber yapmalarını görmek beni çok mesut ediyor dedi. Ne güzel, dedim, ne güzel.
Sonra bunayan babasından bahsetmeğe başladı. Babasının namazı hiç bırakmadığını ancak rekât sayısını karıştırdığını söyledi. Ziyarete gelenleri önce tanıdığı, biraz sonra unutup sen kimdin diye sorduğu oluyormuş. Ondan sonra gençliğinde kayın biraderlerinden yediği dayağı anlatıp, misafire: “Sen o zaman gelip bana yardım etmedin” diye çıkışıyormuş. Daha sonra hiç Adıyaman’a gitmediği halde, “Adıyaman’da neredeyse beni öldürüyorlardı” diyormuş.
Ben “Geçmiş olsun, babana Allah şifa versin” dedim.
Derken mektuplar burada bitti diyeceğim ama siz devam etsin istiyorsunuz. Kişikızı’nın serencamından bahsedeyim, Hoca vakıfları geri alabildi mi onu anlatayım istiyorsunuz. Niye şölene davet edilmedim de davetsiz olduğum halde gidip çağrısız konuk durumuna düştüm, onu anlatmamı istiyorsunuz biliyorum.
Benden bu kadar efendim…
Gerisini hayal gücünüze havale etsem, nasıl olur acaba…
Hayrettin Meral
Aralık 2021
* kelîm: Kelam eden (söz söyleyen, konuşan). / Kendisine söz söylenen, hitap edilen kimse [Tur dağında Allah tealanın kendisine hitap etmiş olması sebebiyle Hz. Mûsâ aleyhisselama lakap olmuştur].