FARSÇA HUDÂ-HUDÂY KELİMESİ, KÖKENİ VE KULLANIMINDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR
[Şeyh Sâdî-i Şîrâzî (kuddise sirruh) hazretlerinin (1) dünya çapında meşhur Gülistân (2) adlı eseri “Minnet Hudây-râ ‘azze ve celle …” ile başlar.]
Şerh-i Dîbâce-i Gülistân-ı Lâmi’î’de (3)
Hudây: Yâ ile ve yâ’sız lügattir, Hümâ ve Hümây gibi. Belki elif-i memdûdeden soñraki lafz-ı yâ vâki’ olmasa hazfınıñ cevâzı kâide-i külliyedir. ‘Alem-i hâsdır. Tañrı demektir, gayra ıtlâq câiz değildir. Asılda ‘sâhib ve mâlik ve azîz’ ma’nâsınadır. Dediler ki bi-hasebi-t-terkîb ‘Kendi Gelici’ ma’nâsına demektir. Haqîqaten çün Mâlik-i mutlaq, zât-ı Haq’tır (celle ve ‘alâ), kendi gelicilik, kemâliyle onuñ şânında müyesserdir ki vücûdu zâtındandır. Lâ cerem Zât-ı Bârî’den gayrıya ıtlâqı küfürdür ve dalâldır, meğer ki ma’nâ-yı terkibî murâd oluna. Zîrâ hod vâv-ı resmî ile ki ‘bûd’ qâfiyesinde isti’mâl olunur, ‘kendi’ demekdir. Elif (ا) âmeden lafzından sîga-i emirdir, ‘gel’ demekdir. Kâide-i mukarreredir ki her sîga-i emir bir lafz-ı âharla terkîb olunsa vasıf isti’mâl olunur, onuñ gibi terkîbe vasf-ı terkîbi derler. Pes ‘Hudâ’ demek, ‘kendi gelici’ demek olur. Nitekim şâirin şiirinde vâki’ olmuşdur. Beyt “âmed ber men ki men resûlem / güftem tü berev ki men Hudâyem”. Ve ba’zı fetâvâda düşmüşdür, “Bir kimse ben Hudâ’yım dese ya’ni ki ‘Men Hudâyem’ ma’nâsına murâd ederse kâfir olur. Ammâ ‘hudâ’ lafzı bir şey’-i âhârla terkîb olsa ‘dih-hudâ’ ve ‘hâne-hudâ’ gibi, ol vakit gayre ıtlâq bi-l-ittifâq câizdir. Şeyh Sa’dî beyt: hâne-hudây gû der burc-ı kebûter begüşây / yâ beküş ki be-mürdîm der qafes.
‘Hudâvend-i mâl’ ve ‘hudâvend-i ‘ilm’ derler, ‘mâl ve mülk ve ‘ilm ıssı’ demek olur. Gâh olur ki muzâfun ileyhsiz bir uluya ‘Hudâvend’ derler. Cemî’-i müte’alliqâtına şumûlün iş’âr ve ibhâm edip ta’zîm kasd ederler. Ve bu lafzıñ şol kadar kesret-i isti’mâli olmuşdur ki ‘avâm tahrîf edip ve tahfîf edip ‘huvendigâr’ ve ‘huvend’ ve ‘hun’ derler.
Not 1: Çeviriyazılarda ‘qaf’ harfi için ‘q’; Türkçe’ye ait olup nazal n veya kâf-ı Türkî denilen ses için ‘ñ’ kullanılmıştır. Noktalama işaretlerinde bugünkü usul kullanılmıştır
Not 2: Metni A. Ragıp Akay ve Recep Hisar beylerle okuduk. Metinde geçen beytlerin çeviriyazısı ve tercümesi, hocamız Prof Dr. Necdet Tosun tarafından yapılmıştır; kendisine teşekkür ediyoruz.
Bugünkü dille:
Hudây: Yâ ile ve yâ’sız kullanılabilen bir kelimedir, Hümâ ve Hümây (efsânevî kuş) gibi; hatta uzun eliften sonraki yâ lafzı gelmezse kaldırılmasının caiz olması umumi kuraldır. Özel isimdir, ‘Tañrı’ demektir, (onun için O’ndan) başkasına denilmesi câiz değildir. Asılda ‘sâhib, mâlik ve azîz’ manasınadır. İki kelimeden oluşan bir tamlama olup ‘Kendi Gelici’ manasına gelir (‘hod’ kendi, ‘ây’ gelen). Hakikaten Mâlik-i mutlak olan Hakk’ın (celle ve alâ) zat ismidir; kendi gelicilik, kemaliyle onun yüce halinde kolaydır, çünkü vücudu (varlığı) zatındandır. Şüphesiz Zât-ı Bârî’den (4) başkasına denilmesi küfürdür ve dalâlettir; meğer ki iki kelimeden birleşik mana kastedilsin (yani birleşik olarak kullanılışı küfür olmaz). Zira hôd, vâv harfiyle ki ‘bûd’ kelimesinin okunuşu gibi kullanılır, kendi demektir. Elif, ‘âmeden (gelmek)’ fiilinin emir kipidir, ‘gel’ demektir. Emir kiplerinin bir başka lafızla terkip (birleşik) olursa sıfat olarak kullanılması kesin bir kuraldır; bu tür terkiplere sıfat tamlaması derler. Yani ‘Hudâ’ demek, ‘kendi gelici’ demek olur. Nitekim şâir şöyle demiştir: Beyt “âmed ber men ki men resûlem / güftem tü berev ki men Hudâyem (5)”. Ve bazı fetvalarda şu hükümler verilmiştir: Bir kimse “Ben Hudâ’yım” dese ya’ni ki ‘Men Hudâyem’ demek isterse kâfir olur. Ama ‘hudâ’ lafzı bir kelime ile terkip olsa [‘dih-hudâ (köy ağası)’ ve ‘hâne-hudâ (ev sahibi)’ gibi], o vakit başkası için kullanılması ittifakla câizdir.” Şeyh Sa’dî’nin şu beytinde olduğu gibi: hâne-hudây gû der burc-ı kebûter begüşây / yâ beküş ki be-mürdîm der qafes (6).
‘Hudâvend-i mâl’ ve ‘hudâvend-i ilm’ derler; ‘mal, mülk ve ilim sahibi’ demektir. Gâh olur ki izafe edilen (tamlayan) olmadan bir ulu kişiye ‘Hudâvend’ derler. Kelimenin bütün manalarını işaret ve ibhâm (7) edip hürmet kast ederler. Ve bu lafız o kadar çok kullanılmıştır ki halk bu kelimeyi tahrif ederek ve hafifleştirerek ‘huvendigâr’ ve ‘huvend’ ve ‘hun’ derler.
Bugünkü dile nakledenler: H. Hepsev ve A. Ragıp Akay
Mayıs 2021
___________________
Dipnotlar:
(1) Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî hazretleri hakkında bkz. Sa’dî-i Şîrâzî (madde yazarı: Mustafa Çiçekler), TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2008, c.35, s. 405-407; https://islamansiklopedisi.org.tr/sadi-i-sirazi
(2) Gülistân: Fars edebiyatının şaheserlerinden olan, Sa‘dî’nin bilgi ve tecrübesini belâgat ve fesahatle yoğurup yazıya döktüğü Gülistân onun Farsça ve Arapça şiirleriyle karışık mensur bir eserdir. Bostân gibi birçok baskısı ve çeşitli dillere tercümeleri yapılmıştır. Bkz. Sa’dî-i Şîrâzî (madde yazarı: Mustafa Çiçekler), TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2008, c.35, s. 407.
(3) Bkz. Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli, no 1817, 5b-6a
(4) Esmâ-i hüsnâdan yani Allah tealanın en güzel isimlerindendir Her şeyi takdir ettiği şekle uygun olarak yaratıp varlığa çıkaran, yaratan” manasına gelir.
(5) Şairi belli değildir; “bana geldi ve dedi ki ben resulüm; sana diyorum git dedim, sen git ki ben hudâyım” anlamındadır. (Bu şekilde kullanılması küfürdür).
(6) Ey ev sahibi, güvercinlerin kafesinin kapısı açılsın, ya da bizi öldür, çünkü kafeste öldük.
(7) Edebiyatta ibham, “ifâdesi düzgün olan bir sözün manasındaki ince bir hissin yahut yüksek bir hayalin birdenbire anlaşılmaması, sözün hemen anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, isteyerek yapılan kapalılık” manalarına gelir.
***
Rehber-i Gülistân’da (1)
“ ‘Hudây’, hâ-i mu’cemeniñ zammıyla Cenâb-ı Bârî-i te’âlâya ıtlâq olunur. Çünki bu lafz ya müfred ya mürekkebdir ve eğer müfred ise ‘sâhib ve mâlik’ ma’nâsınadır ki Arab ondan ‘Rabb’ lafzıyla ta’bîr eder. İmdi ‘Rabb’ lafzı gibi başka lafz terkîb olunur ise Haq te’âlânıñ gayrısına ıtlâq olunur; ‘kethüdâ’, ‘kişver-hüdâ’ ve ‘dih-hüdâ’ ve ‘sîm-hüdâ’ gibi ve ammâ yalñız ya’nî terkîbsiz olarak “Hudây” denildikte Allâh te’âlâdan mâ’adâya ıtlâq sahîh değildir ve eğer mürekkeb ise aslı ‘hod ây’dır ki Arabîde ‘el-câ’î bi-zâtihi’ ya’nî ‘kendi gelici’ demek, soñra li-ecli-t-tahfîf ‘hod’ lafzınıñ vâv’ı hazf olunarak hâ-i mu’cemeye zamme-i muşba’a (2) ile hareke verilerek ‘Hudây’ dediler. Bu takdîrce Vâcibü-l-vücûd ma’nâsınadır ki ‘varlığı kendinden’ demek ve iki veche göre dahi Allâh te’âlâya mahsûsdur ve âhirindeki yâ sâkin okunur. (Bkz. Tayyâr (3), Rehber-i Gülistân, Matbaa-i Âmire, 1308 (1890/1891) İstanbul, s. 4)”
Not: Metni A. Ragıp Akay ve Recep Hisar beylerle okuduk.
Bugünkü dille:
‘Hudây’, noktalı hâ’nın ötreli okunuşuyla Cenab-ı Bârî-i teala için kullanılır. Çünkü bu kelime ya tekil ya birleşiktir. Eğer tekil ise ‘sahip ve malik’ manasınadır ki Araplar onu ‘Rabb’ kelimesiyle ifade eder. İmdi ‘Rabb’ lafzı gibi başka kelime ile birleşik olur ise Haq tealanın gayrısına da denir; ‘ket-hüdâ (ev sahibi)’, ‘kişver-hüdâ (memleket sahibi, padişah)’, ‘dih-hüdâ (köy ağası)’ ve ‘sîm-hüdâ (gümüş sahibi)’ gibi. Ama yani birleşik olmadan yalnız ‘Hudây’ denildikte, Allah tealadan başkasına kullanmak doğru değildir. Eğer birleşik ise ise aslı ‘hod ây’dır ki Arapçadaki gibi ‘el-câ’î bi-zâtihi’ yani ‘kendi gelici’ demek olur. ‘hod’ kelimesinin vâv’ı, hafifletmek için sonraları ortadan kaldırılmış ve noktalı hâ’ya ötreli dolgun ses (u veya o) ile hareke verilerek ‘Hudây/Hodây’ denmiştir. Bu takdirce ‘vâcibü-l-vücûd’ manasınadır ki ‘varlığı kendinden’ demektir ve iki şekle göre de Allah tealaya mahsustur ve sonundaki yâ harekesiz okunur.
Bugünkü dile nakleden: H. Hepsev
Mayıs 2021
_________________
Dipnotlar:
(1) Şeyh Sadi-i Şirazi’nin meşhur “Gülistan” isimli kitabının kelime kelime tercümesidir; Tayyâr, Rehber-i Gülistân, Matbaa-i Âmire, 1308 (1890/1891) İstanbul.
(2) Muşba’, “Teşbî’ edici, eden; doyuran. feth-i bâ ile ‘teşbî’ olunmuş’ (bâ harfinin üstün okunması ile doygun kılınmış) demektir. (İbrâhim Cûdî Efendi, Lugat-ı Cûdî, Trabzon 1332 (1913/1914); “1. Yemekle doymuş. 2. Doygun. 3. (Kelimenin) ilk ünsüzün sesini takip eden ünlü harfe sahip olması. (Redhouse sözlüğünden tercümedir. Bkz. James W. Redhouse, Redhouse’s Turkish Dictionary, İstanbul 1890)” (Müşba’ kelimesinde yardım eden hocalarımız Prof. Dr. Necdet Tosun, Dr. Mehmet Gayretli ve Ahmet Kaplan beylere teşekkür ederiz.)
(2) “1846-1898 yılları arasında yaşayan Cafer Tayyar Efendi‘nin hayatı hakkında bilgimiz sınırlıdır. Cafer Tayyar Efendi iyi bir eğitim almış ve devlet memurluğu, muallimlik gibi görevlerde bulunmuştur. İnsanların Batı’ya ve Batı dillerine meylettiği bir dönemde o, Farsça öğrenmiş ve kendini bu alanda eser verecek kadar geliştirmiştir. (Eda Aydoğan, (basılmamış yüksek lisans tezi), Cafer Tayyar b. Ahmed’in Rehber-i Gülistân adlı eserinin 1-226 sayfalar arası (İnceleme Metin), Sivas Cumhuriyet Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, 2019, tez no: 551533. bkz. https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp… )”