HANBELÎLİK, ABDÜLKAADİR GEYLÂNÎ,
İBN TEYMİYYE VE TASAVVUF ÜZERİNE
Bilindiği gibi Hanbelî Mezhebi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in dört fıkhî mezhebinden birisidir. AHMED b. HANBEL (h. 164/m.780 – h.241/m. 855) rahmetullahi aleyh hazretlerinin şer’i delillerden çıkardığı hükümlere ve gösterdiği yola Hanbeli Mezhebi denmiştir. Hanbeli Mezhebi’nde kaynak olarak Kur’an ve Hadis önceliklidir; Kitap ve Sünnet’te kesin bilgi yoksa ashab-ı kiram kavilleri alınır; kıyasa (re’y ve ictihada) en son başvurulur, yani Hanbeli mezhebi nakil ve rivayete ağırlık verir. İtikadda ise naslara (Kitap ve Sünnet’e) dayalı bir anlayış hâkimdir. Zamanındaki “Kur’an’ın mahlûk olduğu” sapık cereyanına şiddetle karşı duran İmam Hanbel’in bu tavrı mezhebe de yansımıştır; Hanbelî Mezhebi, itikadi konularda keskin bir tavır içindedir; inancı zedeleyebilecek en küçük bir zerreye dahi tavizsiz karşı çıkar. Mezhep; tarih içinde Bağdat, Kufe, Nişabur, Horasan, Basra, Halep, Şam, Hicaz; Âmid, Harran, Hemedan, İsfahan, Semerkand, Irak, Suriye, Filistin’de yayılmıştır. Günümüzde ise Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Hindistan, Kuzey Afrika, Katar, Umman ve Suudi Arabistan’da 20 milyon civarında mensubu bulunmaktadır.
İmam Hanbel’in vefatından sonra zayıflamaya yüz tutan mezhebi, Kaadiriyye tarikatının kurucusu ABDÜLKAADİR GEYLÂNÎ (470/1077 – 561/1165-66), ihya etmiş ve yaygınlaşmasını sağlamıştır. Şafii olan ve fıkhi eğitimini bu mezhep üzerine alan Abdülkaadir Geylânî (kuddise sirruh) hazretleri, 1095’te Bağdad’a gittikten sonra, rüyasında Ahmed b. Hanbel’i görmüş; o da Abdülkaadir Geylânî’den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiştir; bunun üzerine o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmıştır.
Hanbeliliğin tarihinde üçüncü en önemli şahsiyet ise TAKIYYÜDDİN İBN TEYMİYYE (661/1263 – 728/1328) olmuştur. Görüşleri zamanında ve günümüzde çokça tartışılan, savunucuları yanında sert muhalifleri de olan bu büyük âlim, Moğol istilası yüzünden Harran’dan Şam’a göç eden ve Hanbelî mezhebine büyük hizmetler eden bir ulema ailesine mensuptu. İbn Teymiyye, Abbasîlerin Moğollar tarafından ortadan kaldırılıp müslümanların merkezi siyasî otoriteden yoksun hale geldiği; Haçlı saldırılarının devam ettiği; bid’at ehli veya sapık fırkaların yayılıp hatta isyanlara kalkıştığı bir dönemde yaşamış, mücadele etmiş, talebe yetiştirmiş, 700 kadar eser vermiştir.
Çok güçlü ve engin şekilde Kur’an ve Sünnet bilgisine, çağının geçerli ilimlerine dirayetle sahip olan İbn Teymiyye’nin tabiatı sert ve mücadeleciydi. Emr-i bi’1-ma’rûf nehy-i ani’l-münkeri titizlikle uygular, birçok defa hapsedilmesine rağmen yanlış olduğuna inandığı düşünce ve tutumları her halükârda eleştirmekten çekinmezdi. Bu ilkeli ve tavizsiz tutumundan ötürü İbn Teymiyye’nin etkisi yaşadığı dönemle sınırlı kalmamış, günümüze kadar gelen güçlü bir etkiye sahip olmuştur.
İbn Teymiyye; kabir ziyareti, evliyaya hürmet edilmesi, istigâse, tevessül, şefaat, mûsiki ve raksla yapılan zikir gibi konularda sûfîlerden farklı düşünmüştür.* Mutasavvıfların bir kısmındaki hulul, ittihad, vahdet-i vücûd gibi anlayışlara şiddetli tenkitler yöneltmiştir. Bu konudaki hassasiyeti, Kitap ve Sünnet ölçülerinin dışına çıkıldığı endişesinden kaynaklanmaktadır. Ebû Süleyman ed-Dârânî. Cüneyd-i Bağdadî, Ebû Osman el-Hîrî, Fudayl b. İyâz, İbrahim b. Edhem, Serî-yi Sakatî, Ebû Bekir eş-Şiblî, Hasan-ı Basrî. Bişr-i Hâfî, Şakik-i Belhî, Râbiatü-l-Adeviyye (kaddesallahu esrarahum) gibi ilk dönem sufilerini övmüş ve sözlerinden iktibaslar yapmıştır. Ahmed er-Rifâî’yi de saygıyla anmış; onun Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir tavır sergilemediğini söylemiştir.
Tasavvufi kavramlardan bazılarına yönelttiği eleştirilerle birlikte, İbn Teymiyye; Peygamber efendimiz, ashab-ı kiram ve ilk dönem sufilerinin yaşadığı zühd ve takvayı çalkantılı hayatına rağmen bizzat tatbik etmeye gayret etmiştir. Şunu da ilave etmek gerekir ki İbn Teymiyye’nin Kur’an ve sünnete uymayan bazı tasavvufî yorumlara karşı şiddetli tavrı, İslâm’a uymayan uygulamaların daha fazla yayılmasını önlemiştir. Onun tasavvufa ve özellikle vahdet-i vücûd anlayışına yaptığı eleştiriler kendisinden sonraki âlimler arasında hayli etkili olmuştur. (Mesela İmam Rabbanî (kuddise sirruh)’un vahdet-i vücuda değil de vahdet-i şühuda kaail olması, büyük ölçüde bu etkidendir.) Sapık görüşlere sahip anlayışların yaygın olduğu zaman ve yerlerde yetişen âlimler, mesela İmam Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Bediüzzaman, Mevdudî, Hasan el-Benna da Kur’an ve Sünnet’i, şeriatın açık hükümlerini yüksek sesle ifade ederek hurafe ve bid’atlerle mücadele etmişlerdir.
Tasavvufun bazı kavramlarına bazı sufilere karşı çıkmasına rağmen, İbn Teymiyye, Hanbelî mezhebini ihya eden büyük mutasavvıf Abdülkaadir-i Geylânî’ye müsbet gözle bakmış, onun Fütûhu-l-Gayb** adlı eserini şerhetmiştir. Hatta şathiyeleri*** sebebiyle mutasavvıfları tenkit etmiş ama Abdülkaadir-i Geylânî’nin şathiyelerini ise te’vil etmiştir. Meselâ, “Bizim için bir şeyi terk edene. Allah terk ettiğinden çok fazlasını verir” ifadesini çeşitli şekillerde yorumlayarak şeriata uygun olduğunu ispat etmeye çalışmıştır. Yani bugünkü ehl-i şeriat ve tarikat arasında yaygın olan kanaatin aksine, İbn Teymiyye, tasavvufun dışında değil içinde bir zattır. Onun bu tavrını Anadolu’daki birçok âlimde mesela Bayramiyye tarikatına mensup olan İmam Birgivî (rahmetullahi aleyh)’te de görüyoruz. Bu sebeple özellikle ehl-i tasavvufun bir kısmını bu büyük âlim hakkında hüsn-i zanna davet ediyoruz.
Vehhabîlik/Selefîlik ise aslında (Şiiliğe benzer bir şekilde) siyasi bir akımdır. Bunlar kendilerini İbn Teymiyye’ye dayandırıyorlarsa da onun gibi ihata edici ilim, irfan, zühd ve takvaya sahip değillerdir. Hanbelî olduklarını söylerler ama bu mübarek mezhebi, gerçekte temsil ve hatta takip etmekten çok uzaktırlar; Hanbeliliği eriyip gitmekten kurtaran Abdülkaadir Geylânî’den bîhaberdirler veya ona karşıdırlar. Tasavvufu yani İslam’ın ruh yönünü tamamen reddeder ve bu büyük nimetten uzak kalırlar. Bunlardan ötürü, müslümanların büyük çoğunluğundan (sevad-ı a’zamdan) ayrılma eğilimindedirler. Rabbimiz hazretleri, bu kardeşlerimizi yanlışlıklardan kurtarıp ehl-i sünnete dâhil eylesin, âmin.
***
Bizim en büyük eksikliğimiz; ilimsizliktir, araştırmamaktır, incelememektir, okumamaktır, müzakere etmemektir, paylaşmamaktır. Yeterli bilgi ve görgüye sahip olmadan ön yargılara düşüyor, gereksiz tartışmalara giriyor ve daha kötüsü sebepsiz düşmanlıklar üretiyoruz. Hâlbuki elimizin altında artık bütün kaynaklar var; kütüphanelerimiz bizleri bekliyor; hocalarımız bizim soracağımız soruları bekliyor
Bu yazıyı okuyanlara, Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki Ahmed b. Hanbel, Hanbelî Mezhebi, Abdülkâdir Geylânî, İbn Teymiyye maddelerini incelemeyi acizane öneriyoruz; biz de zaten bu maddelerden geniş ölçüde istifade ettik ama bizimkisi özetin özetidir. Bununla yetinmeyip bu maddelere ait bibliyografyalardaki mühim kitapları okuyacak olanlar ise âlim ve ârif olmaya gerçekten aday olurlar ki onlar geleceğin gerçek fatihleridirler. Ne mutlu o gerçek fatihlere…
___________________________
* Bu gibi hassas ve dakik konularda biz, elbette Hazret gibi düşünmüyoruz. Biz tasavvuftan yanayız, Kur’an ve Sünnet’e harfi harfine uyan ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat dairesinde kalan tasavvuftan yanayız.
Günümüzde kendilerini güya Muhyiddin Arabî, Mevlânâ, Niyâzî Mısrî gibi (Ehl-i Sünnet’te bütün zerrleriyle bağlı olan) zatlara dayandığını ifade eden lakin şeriat-ı garranın şaşmaz ölçülerine uymayan (msl. namaz kılmayan, oruç tutmayan, tesettüre riayet etmeyen vb.) bir güruhtan da doğu ve batı kadar uzağız.
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’nin “Şeriat ilimlerini tahsil edip medrese icazeti almamış sufilere tarikat yani şeyhlik icazeti verilmemesi” kuralının, bu husustaki en doğru ictihat olduğuna kaaliz. İlimsiz tasavvuf, büyük yanlışlıklara götürür; ilim sahibi olmayan erbab-ı tarikatın ameli, muhabbeti, istikameti inişli çıkışlı olur.
Şeriat; tarikatı da, hakikatı da, marifeti de içine alır. Şeriat temeldir, asıldır, esastır. Tarikat, gönül işidir; herkesin bir tarikata girme zorunluluğu da yoktur. Müminlerin şeriata uyarak ibadetlerini ihlas ve ihsanla, hudu ve huşuyla, zühd ve takvayla yerine getirmelerini; haramlardan, mekruhlardan, müfsidlerden kaçınmalarını; güzel ahlak sahibi olmalarını; Kur’an ve Sünnet, açıkça emrediyor; tasavvufun da özeti budur, başka bir şey değildir.
** Fütuhu’l-Gayb Âlemlerin Kapısı, (Şerh: İbn Teymiye), çev. İlyas Aslan-Derya Çakır, Gelenek yay., 7. basım, İstanbul 2010. (Fakir, bir zamandır sabah namazlarından sonra, bölüm bölüm ama tekrar tekrar okuduğu bu mergub eserden büyük feyz alıyor.)
Bediüzzaman (rahmetullahi aleyh) hazretleri de bu mühim eserin kendi üzerindeki etkisini şu cümlelerle aktarmıştır: “Sonra bir inayet-i İlâhiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyhin Fütuhu’l-Gayb namındaki kitabı hüsn-i tesadüfle elime geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadıyla Eski Said, Yeni Said’e inkılâp etmiş. O Fütuhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: ‘Ente fî dâri-l-hikmeti fatlub tabîben yüdâvî kalbeke.’Yani, ‘Ey biçare! Sen Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede bir âzâ olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.’ İşte o vakit, o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyen anladım. O şeyhime dedim: ‘Sen tabibim ol.’ Elhak, o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Fütuhu’l-Gayb kitabında ‘Yâ gulâm!’ tâbir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: ‘Eyyühe’l-münafık,’ ‘Ey dinini dünyaya satan riyakâr’ diye, diye… Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyakla o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı. [Sikke-i Tasdik-i Gaybî (Sekizinci Lem’a)]”
*** şathiye: zahiren şeriata uymuyor görünen ama hakikatta bir hikmeti olan söz veya şiir.
/// Haydar Hepsev’in bu yazısı, Yüce Devlet Dergisi’nde (13. Sayı, 25 Kasım 2013) yayınlanmıştır.