KEŞMEKEŞ
yâ Rab nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâç
insânın ihtiyâcı ki bir lokma nânendir*
“Bu işi başaramadık çocuklar, yüzümüze gözümüze bulaştırdık onun için eve dönemeyiz” diyorum, derin bir üzüntüyle. Oğullarımın üçü de yanımda. Onlara uzun bir konuşma yapıyor, -bu konuşmayı burada nakletmeyi gerekli görmüyorum- derin bir iç çekişle sözlerimi bitiriyorum. Nasıl olsa araba altımızda. İstediğimiz yere gidebilir, gezebiliriz. Birden aklıma geliyor. Neden arabanın ufak tefek tamirat gereken yerlerini yaptırmıyoruz? Büyük oğluma “Sanayiye çek diyorum”.
Bizimki bir Japon arabası… Sorup soruşturup bizimkinden iyi anlayan ustayı bulup ona götürüyoruz arabayı. Aksayan yerleri söylüyoruz, ustaya. “Şansınız varmış” diyor. Şu an elimde başka iş yok, hemen sizin arabaya bakabilirim. Nerdeyse akşama kadar zemini ziftli, her tarafı madeni yağ kokan bu berbat tamirhanede iskemlelerin üzerinde oturuyor, elektrikli çay makinesinden durmadan çay içiyoruz. O kadar çay içtim ki içim baydı artık. Neyse, akşama doğru tamirat bitiyor. Gidip bir lokantada yemek yiyor, orada epey oyalanıyoruz. Yatma vakti de gelmiş oluyor. Nerede yatacağız meselesi atılıyor ortaya. Otele gitsek tonla para vermemiz gerekecek. Doktorumun muayenehanesi aklıma geliyor. Orada dört yatak var, iyi hatırlıyorum. Beni tedavi ederken bir müddet orada yatmıştım. Gidip rica etsek, eğer yatan hasta yoksa bizim orada yatmamıza izin verir mi?
Muayenehane bir garip yer. Binanın girişinde. İçeri girildiğinde bir sekreter masası var. Sol tarafta da bir muayene sedyesiyle dört yatağı olan muayene odası var. Muayene odasının kapısı yok. Üstelik apartman sakinleri sekreterin bulunduğu odadan geçerek merdivenlere ulaşıyorlar. Yani gündüzleri yolgeçen hanı gibi. Burada hasta yatarken hiç sıkılmamış, hatta bazen aşırı derecede gelip geçen insan görmekten ve onların selamlarını almaktan, “Geçmiş olsun” demelerini cevap vermekten bunalmıştım.
Şu anda muayenehanenin önündeyiz. Zile basıyorum. Bir müddet bekliyoruz, açan olmuyor. Bir daha zile yükleniyorum, biraz daha bekliyoruz, ses seda yok. Bir daha basmak için parmağımı uzatıyorum, nasıl olduysa birinci zil düğmesine değil ikinciye basıyorum. Birkaç saniye sonra kapının otomatiği çat diye açılıyor, kapı hafif aralanıyor. Oğullarım yüzüme bakıyorlar ne yapacağım diye, bir anlık tereddütten sonra içeri giriyorum, onlar da beni takip ediyor. Şansımız yaver gitmiş olacak ki yataklar bomboş, yatan hasta yok. Dediğim gibi odanın kapısı yok, giren çıkan olursa ne yaparız bunu hiç düşünmemiştim. Yapacak bir şey yok, burada yatacağız artık. Soyunuyoruz. Bakıyorum yatacağım karyolanın yastığının üstünde bir takım pijama var. Onları giyinip yatıyorum. Uyumaya çalışırken, apartmana çıkan merdivenlerden ayak sesleri geliyor. Dikkat kesiliyorum. Bir kız giriyor sekreter odasına. Duvardaki raflara bakıyor bir müddet. Orta raftan bir şey alıyor. Sonra dönüp yataklara bakıyor, çekip gidiyor. Biraz dalmıştım ki sabaha yakın yine ayak sesleri duyuyorum. Kız tekrar sekreter odasına giriyor ve yatakların etrafında dolaşıp birilerinin yattığını anlayınca hızla uzaklaşıyor. Oğullarımı uyandırıp bir kızın bizi gördüğünü gitmemiz gerektiğini söylüyorum. “Acele edin” diyorum. Elbiselerimizi giymeye çalışırken merdivenlerden patır patır ayak sesleri geliyor. Çok telaşlıyız. Gömleği giyecekken bakıyorum üstümde pijama var. Ama onu çıkarmaya vakit yok. Gömleği pijamanın üstüne geçiriyor, pantolonu da aynı şekilde pijamayı çıkarmadan giyiyorum. Yatakhaneden dışarı çıkan başka bir kapının olduğunu görüyorum. Ayak sesleri sekreter odasından gelmeye başladığı sırada “Çocuklar gelin bu kapıdan çıkalım” diyorum.
Dışarı çıkıyoruz, artık ortalık ışımıştı. Ama dışardan kapıyı bir türlü kapatamıyoruz. Kapının üstü yerine oturmuyor. Büyük oğluma diyorum ki “İkimiz kapının üst tarafından tutup bastıralım.” Öyle de yapıyoruz ama ben elimi çekmeden kapı kapanınca parmaklarım arasında kalıyor. Müthiş bir acı, zorla parmaklarımı kurtarıyorum sıkıştığı yerden. Acı dayanılmaz…
Apartman sakinleri diğer kapıdan dışarı çıkıyor. Birisi “Yanında telefonu olan polis çağırsın diyor.” Diğeri “Gelin komşular arabama binin, bunlar kaçarlarsa takip edelim” diyor. Beş kişi bir arabaya biniyorlar. “Haydi arabaya binin diyorum” oğullarıma. Ben arabanın solundayım onlar sağında. Üçünün de ehliyeti olduğu hâlde şoför koltuğuna oturan olmuyor. İkisi arkaya biri öne oturuyor. Eh, araba kullanmak bana kaldı. Telaştan parmaklarımın acısını unutmuşum, direksiyonu tutunca parmaklarımın o dayanılmaz acısını yeniden hissettim. Üstelik parmaklarım uyuşmuş gibi.
Hâlbuki oğullarım şoförlüğümün iyi olmadığını bilirler, üstelik elimi sakatladım bana niye bıraktılar ki araba kullanmayı. Onlara bu yüzden çıkışıyorum. Küçük oğlum “Baba” diyor, “hadi bir an önce gidelim, polis nerdeyse gelir.” Arabayı çalıştırıp vitese taktıktan sonra gaza yükleniyorum, araba fırlıyor yerinden. Az ilerde ıvır zıvırdan yapılmış bir barikat görüyorum. Meğer bütün mahalle organize olmuş, polis gelinceye kadar bizim kaçmamızı önlemeye çalışıyor. Ben gaza bir daha yüklenip vites yükselttikten sonra hızla barikata dalıyorum, barikat darmadağın oluyor ama beş kişinin bindiği arabanın bizi takip ettiğini dikiz aynasından görüyorum. Gaza yüklenip vitesi beşe takıyorum. Uçuyoruz adeta. Şu parmağımın acısı da olmasa bayağı eğlenecekmişiz gibi.
Bu şekilde şehir dışına çıkıyoruz. Asfalt yolu bitirip toprak yola düşüyoruz. Dikiz aynasından bakıyorum takip ediliyor muyuz diye, bir şey göremiyorum, daha iyi göreyim diye açık camdan kafamı çıkarıp geriye bakınca araba yoldan çıkacakken hemen hafif sola kırıp arabayı doğrultuyurum. Arazide epey ilerledikten sonra tekrar yol görünüyor. Sarsıla sarsıla araziden yola çıkıyoruz, bizi takip eden arabanın hemen önünden.
Tekrar şehrin silueti beliriyor. Demek ki şehrin etrafında dönüp durmuşuz. Şehrin kenarına yeni yapılmış olan bir siteye yaklaşıyoruz. Bizi takip eden araba gözükmüyor. Bunu fırsat bilip arabadan inerek arazide ilerlerken arabaya bir şey olmuş mu diye bakıyoruz. Bir teker bombe yapmış, onun dışında görünen bir şey yok. Arabada stepne var ama krikoyu bulamıyoruz lastiği değiştirmek için. Bu arada bizi takip eden araba beliriyor, yine atlatamadık şu arabayı. Hemen arabaya binip yola koyuluyoruz. Demin gördüğümüz sitenin içine giriyoruz. Hızla ilerliyorum siteden çıkmak için ama, girişin yanındaki çıkıştan başka çıkış yokmuş. Artık oradan çıkacağız. Uygun bir yerden geri dönmeye çalışırken araba istop ediyor. Anahtarı defalarca büktüğüm hâlde bir türlü çalışmıyor. Arabadan inip oğullarıma bağırıyorum o kızgınlıkla… Büyük oğlum telefonuna sarılıyor ve bize yardım edebilecek birilerini ulaşmaya çalışıyor.
Ortanca oğlum yanıma yaklaşarak, “Sen” diyor “Baba,” biraz bekliyor, “Hep böyle kaçar mısın? Üçüncü oğlun doğduktan sonra evi terk etmişsin bir süre. Neden yaptın bunu?” Parmaklarımın acısını tekrar hissediyorum. Parmaklarıma bakıyorum kan oturmuş, koyu kırmızı görünüyorlar. “Terk etmedim diyorum, çok ağır bir hastalık geçirdiğim için uzun süre hastanede yattım. O gözlerini dikmiş bana bakıyor, bana inanmadığını ima edercesine.
Arabanın kaputunu açıp bakıyoruz. Şurayı burayı kurcalarken araba çalışıyor. Biraz ferahlıyoruz. Sitenin içindeki on beş kadar basamaklı bir merdiveni indikten sonra başka bir yol olduğunu görüyorum. Polisler gelmeden buradan kaçabiliriz diye düşünüyorum. “Kaldırın arabayı” diyorum, “Taşıyalım şu yola.” Bütün gücümüzle arabayı kaldırıyor merdivenlere yöneliyoruz. Merdivenlerin yarısına gelmiştik ki ağırlığına daha fazla dayanamıyor, arabayı düşürüyoruz. Araba yuvarlanıyor. Merdivenden aşağı iniyor yuvarlana yuvarlana. Merdivenin önünde duruyor. Ama iki parça halinde. Kaporta kısmı bir parça diğer kısmı bir parça olarak. Artık tamir bile edilemez bir durumdadır araba.
Bu sırada bizi takip eden beş kişi merdivenin başına gelip bize bakıyorlar. Polisin gelmesini bekliyorlar. Kendileri bir müdahalede bulunmuyorlar. Yanlarına gidiyorum, parmağım acıyor. “Ben size gerçeği anlatayım da kararınızı ona göre verin” diyor ve o muayenehanede neden yatmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatıyorum. Biri hariç diğerleri bana inanıyor ve olayın hırsızlık veya başka bir sebepten kaynaklanmadığını anlıyorlar. Bana inanmayan adam, arkadaşlarına uymak zorunda kalıyor ve polise telefon edip bir yanlış anlaşılma olduğunu söyleyeceklerini ilave edip oradan ayrılıyorlar.
Bakıyorum oğullarımın her biri başka bir yöne yürümüş telefonlarına bakıyor, mesaj yazıyorlar. Parmaklarımı acısı biraz hafifledi mi ne? “Çocuklar” diyorum “internetten hurdacıları arayın bakalım yaklaşık kaç lira verirler bizim kırık arabaya?” Onlar üzgün, ben şaşkın dalıyoruz telefonlara.
Bir keşmekeştir sürüp gidiyor.
Hayat bu… Hep kargaşa, hep keşmekeş…
İnsana düşen toparlamaya çalışmak…
Sabretmek, tevekkül etmek…
Hayreddin Meral
Nisan 2022
* Ey Rabbimiz, ihtiyaç derdinin keşmekeşi nedir, (oysa) insanın ihtiyacı ki bir lokma ekmektir.
keşmekeş: karışıklık, çekişme, kavga.