RUH HAKKINDA
İbrâhim Hakkı Erzurûmî (vefatı h.1194 / m.1780; rahmetullahi aleyh). Mârifetnâme adlı eseriyle tanınan büyük âlim, sûfî ve şair. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Çağrıcı ), İstanbul 2000, c. 21, s.305-311; https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-hakki-erzurumi ]
Mârifetnâme, İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin başta ahlâk ve tasavvuf konularına yer veren çok yönlü ve mühim eseridir. Eserin girişinde, 1757 yılında tamamlandığı ifade edilmiştir. Müellif, oğlu Seyyid Ahmed Naîmî için kaleme aldığı eserinde, dünya ve âhiretin insan için, insanın da yaratıcısını bilmek için halk edildiğini, ancak Rabbi bilmenin nefsi bilmeye, nefsi bilmenin de kişinin hem kendi maddî varlığını hem fizik âlemini bilmesine bağlı olduğunu söyleyen müellif bu sebeple eserinde astronomi, fizyoloji, psikoloji ve hikmetin yanı sıra kalbî ilimlerden ve irfan alanından faydalanarak açıklamalar yapmıştır. Kitap, bir mukaddime, üç ana bölüm ve bir sonsözden oluşur. İbrâhim Hakkı hazretleri, oğlunun şahsında okuyucularına eserden çıkaracağı sonuçları, alacağı dersleri özet halinde anlatmaktadır. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Bekir Topaloğlu), Ankara 2003, c.28, s. 57-59; https://islamansiklopedisi.org.tr/marifetname ]
***
Marifetname‘nin el yazması nüshasının ilk sayfası (TDV İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır.)
***
İbrahim Hakkı Erzurumi hazretlerinin Marifetname adlı mühim eserinde Ruh ile ilgili bölümün çeviriyazısıdır.
(301) [Rûh-ı insân(ın), nice âlemlerden seyr ü ve sefer kıldığın Rab’dan (dünya) âlemine gelip bunda kemâl ve ma’rifet bulduğun bildirir.]
Ey azîz, ma’lûm olsun ki ehlullâh demişlerdir ki rûh-ı insânî bu âlem-i ecsâma gelmezden muqaddem ‘Âlem-i Ervâh’da idi. Ve ‘Âlem-i Ervâh’a gelmezden muqaddem ‘Âlem-i ‘Amâ’da idi. Ve ‘Âlem-i ‘Amâ, ‘Âlem-i Me’ânî’den ‘ibâretdir. Ki Haq te’âlanın ‘ilm-i ezelîsinde olan sûretlerden ‘ibârettir ki Hak te’âlanın ‘ilminde mevcûd olan cemî’-i eşyânın sûretleri vardır. Nev’an bizim ta’aqqul ve tasavvurumuz gibidir. Eğerçi ‘ilmullâh zâtın gayrı değildir. Lakin nuqûş-ı ‘ilmiye ‘itibârıyla ona ‘Âlem-i ‘Amâ ve ‘Âlem-i Me’ânî denilmişdir. Ve ‘Âlem-i ‘Amâ’nın aslı, ‘Âlem-i lâhût’dur ki ehlullâh ıstılâhında Vucûd-ı Aqdes’den ‘ibârettir ve Mertebe-i Ehadiyet’e işâretdir.
Pes ‘Âlem-i ‘Amâ’da sıfâtullâh ile Rûh-ı İnsânî beyninde münâsebet olduğu ‘azîm ‘izzet ve rif’at ve devlet ve sa’âdettir. Ve tezekkür eden ârife büyük ni’met ve hidâyet ve inâyetdir. Ve kendi hâli olan kâmile bî-nihâyet zevq ve safâ ve lezzetdir. Ve bu Rûh-ı İnsânî, ol ‘Âlem-i Meânî’den ‘Âlem-i Melekût’e gelmişdir ki ‘Âlem-i Ervâh’dır ve ona ‘Âlem-i Gayb dahi derler ve onun ehli melâike ve kerrûbiyyun ve ‘uqûl ve nüfûs ve ervâhdır. Ve ondan ‘Âlem-i Mülk’e gelmişdir ki ‘Âlem-i Şehâdet’tir ve buna ‘Âlem-i Eflâk ve encüm-i ‘anâsır ve mevâlîd hem derler. Ve ‘Âlem -i Melekût ile ‘Âlem-i Mülk arasında iki ‘âlem dahi vardır ki biri ‘Âlem-i Misâl’dir. Ve biri ‘Âlem-i Hayâl-i Muqayyed’dir.
Ammâ ‘Âlem-i Misâl’dir hayâl-i mutlaqdır ki ona Berzah dahi derler. Ve bu bir ‘âlemdir ki ehl-i keşif cümle ervâhı onda görürler ve dahi vâqı’a rü’yâ-yı sâliha ki ‘aynı vâqi’ ve zâhir olur. Ve cümlesin bu ‘Âlem-i Misâl’de görürler. Ve ammâ ‘Âlem-i Hayâl-i Muqayyed ki insânın quvvet-i muhayyilesine derler, bu bir ‘âlemdir ki bunun aslı ‘Âlem-i Misâl’dir. Ve ammâ ‘Âlem-i Mülk ol iki kısımdır, ammâ evvelki kısmı ‘Âlem-i Melekût’a müte’alliqdir ki ol ‘Arş ve Kürsî ve Semâvat-ı Seb’a’dır ve ona ‘Âlem-i ‘Ulvî derler. Ammâ ikinci kısmı, ‘Âlem-i Mülk’e müte’alliqdir ki ol ‘anâsırı erba’adır ve onlardan tevellüd eden kâinât, cevv-i semâ ve mevâlid-i selâsedir ve buna ‘Âlem-i Süflî ve ‘Âlem-i Kevn ü Fesâd hem derler.
Pes ervâh-ı insâniye bilcümle ‘ulviye ve nurâniye olup âşinâ-yı Hazret-i Yezdân iken ve maqâmat-ı ma’lûmesi ‘alâ merâtibihim ‘Arş ve Kürsî ve Heft Âsumân iken ‘Âlem-i ‘Ulvî’den bu ‘Âlem-i Suflî’ye tenezzül etmişlerdir, tâ kim tahsîl-i kemâl edip maqâmât-ı asliyelerine rucû’ edeler yâhud kendi maqâmlarından a’lâ makâmata gideler.
Amma kesb-i kemâl bi-âlet hâl olmadığından Hak te’âlâ ‘inâyet edip ‘Âlem-i ‘Ulvî’den olan ervaha, ‘Âlem-i Süflî’den olan ebdânı âlet ihsân edip vücûd-ı insanı, rûh ve cisim ile müretteb iki ‘âlemden mürekkeb ahsen ve ekmel kılmıştır, tâ kim ‘ervâh-ı ‘ulviye bu bir ‘Âlem-i Sûflî’de, ebdân eşterlerine süvâr olup kesb-i kemâlullah qat’-ı meratib edeler ve maqâmatı asliyelerinden ‘urûc ile a’lâya gideler. Çünkü mebde-i ervâh ol ‘Âlem-i ‘Ulvî’dir. Pes bu ‘Âlem-i Sülî’de kesb-i kemâl edenin yani enbiyâ (‘aleyhimüsselam) yoluna gidenin me’âdı yine ‘Âlem-i Ulvî’dir ve kesb-i kemâl etmeyip hevâ-yı esfele mâil olanlar yani ‘Tahluqû bi-ahlâqillah (Allah te’âlânın ahlâqıyla ahlaklanınız (Kelam-ı kibâr)” emrine imtisâlullâh tehzîb-i ahlâq etmeyip evsâf-ı hayvânân ile nâqıs kalanlar ve nefsini terbiye ve tezkiyeden ve qalbini (ha ile) tahliye ve (hı ile) tahliyeden ‘aciz olanlar, ‘Âlem-i Ulvî’ye ‘urûc edemezler ve maqâmat-ı ma’lûmelerine rucû’ edip gidemezler, ma’âzallah. Bu ‘Âlem-i Süflî’de kalırlar ve hayvânât emsâli hâib ve hâsir olurlar. Velhâsıl asıl kökdür ki ona dâhil olan aslına (302) vâsıldır ve mâsivâdan pak olan gönül sahibi insân-ı kâmildir.
***
[Rûh-ı insân(ın), ‘âlem-i ebdânda nice noqsân bulduğun ve ne ile kesb-i kemâl kıldığın bildirir.]
Ey aziz, mâlum olsun ki ehlullâh demişlerdir ki çünkü cemî’-i ervâh ol ‘Âlem-i ‘Ulvî’den bu ‘Âlem-i Süflî’ye gelip ebdân-ı insânı bulmuşdur. Pes nev’-i insânın cümlesi üç sınıf olmuşdur. Ammâ evvelki sınıfı, bu ‘âleme ne için geldiğin ve matlûb ondan kesb-i kemâl olduğun asla bilmeyip esnâm-ı selase-i ‘avâma tapmıştır yani ekl ve nevm ve cimâ’ı kendüye iş yapmışdır.
Pes bu sınıf, ol ‘Âlem-i ‘Ulvî’de olan asliyesine ‘urûc ve rücû edemez ki magbûndan magbûndur, zîrâ ki evsâfı-ı melâikeyi komuş, sıfât-ı behâyimle meşhûndur. Ve ammâ nev’-i insânın ikinci sınıfı bu ‘Âlem-i Süflî’ye tenezzülden maqsûd ancak kesb-i kemâl olduğun bilmişdir. Lâkin esnâm-i erba’a-i havâssa mâil olmuşdur, yani hubb-ı nefs, hubb-ı veled ve hubb-ı mal ve hubb-ı câh ile dolmuştur ve bu sınıf maqâmât-ı asliyesine rücû’ eder, lakin magbûndur. Ve esnâm-ı erba’a-i mezkûre ile meftûndur. Zîrâ ki tekmîl-i nefs ile maqâmından a’lâ maqâma vâsıl değildir. Ve bu ‘âleme tenezzülden maqsûd olan teraqqî hâsıl değildir.
Ve amma nev’-i insânın üçüncü sınıfı, bu ‘Âlem-i Süflî’ye tahsîl-i kemâl için geldiğin bilmiştir ve refîq-i hidâyet olduğundan kendilerin bunda misâfir bulmuştur. Ve esnâm-ı erba’a-i mezkûreyi kesr etmekle kesb-i kemâl kılmıştır ve bu sıfat ol maqâmât-ı asliyesinden a’lâ maqâmâta vasıldır zîrâ ki bu ‘âlemde tekmîl-i nefs eden insân-ı kamîldir. Ve Hak Teâlâ inayeti ile esnâf-ı selâse-i mezkûreyi doyurmuştur nitekim Kelâm-ı Qadîm’de “… ve minhum zâlimun li nefsih, ve minhum muqtesid, ve minhum sâbiqûn bi-l-hayrâti bi-iznillâh” buyurmuştur. Çünkü vücûd-ı melâike latîf ve nuranîdir kimi ‘uqûl-u kerrubî kimi nufûs-u rûhanîdir ve maqâmları ‘Âlem-i ‘Ulvî (ve) âsumanîdir. Pes onların bir ‘âlemi vardır ki ziyâde değildir, ammâ ervâh-ı behâim bi-l-cümle zülmânidir ve maqâmları ‘Âlem-i Süflî erkânıdır ve onlar ‘Âlem-i ‘Ulvî’den bî-behredir.
Pes onların dahi bir ‘âlemi vardır ki iki değildir ve ammâ nev’-i insânın iki ‘âlemi vardır. Biri beden ve rûh-i hayvânî i’tibârıyla ‘Âlem-i Mülk’ün esfelidir ve biri ‘aql ve rûh-i insânî itibariyle ‘Âlem-i Melekût’un a’lâsıdır. Zîrâ Hak teâlâ melâikeyi mahz-ı aqldan halk etmişdir ve behâimi sırf şehvetten halq etmişdir. İnsânı ve insanı aql ile şehvetten halq etmişdir.
Pes aqlı şehvetine gâlib olup esnâm-ı seb’ayı kırıp ‘âbid-i Samed olan insân, meleklerden a’zam ve ekmeldir. Zira melâike-i kiramın her birinin maqâmı mâlumdur ki ebeden onda kalır. İnsân ise tekmîl-i nefs ile maqâm-ı ma’lûmundan a’lâlara teraqqî edebilir. Ve eğer insânın şehveti ‘aqlına gâlip gelip ‘âbid-i esnâm-ı seb’a olursa ol samd-ı nâsı ve onun qalbi qâsî olur ve eğerçi ol sûrette âdemdir lâkin sîrette bahâyimden kemdir. Zîrâ ki hizmet-i behâ’im tâ’ta bedeldir ve Hak’dan gaflet eden onlardan edaldir. “Allahümme lâ tec’alnâ mine-l-gâfilîn.” Ammâ kemâl-i rûh-ı insân odur ki lezzât-ı fâniyeyi terk ile esnâm-ı seb’ayı kesr edip lezzet-i huzûru terk ile mâsivadan geçip gönülde kef ola tâ ki mebde ve me’âdın bilip esrâra vâqıf ola ve nefsi ve Rabbisini hâlullah ‘ârif ola ve Rûh-ı İzâfî ile ebed izinde kala. Ve Hazret-i Habîb-i Ekrem (sallallahu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki; “Ya Ali, kendini fehm eyleyesin, tâ kim ömrünü zâyi’ etmiş olmayasın ve qalbinden bigâne kalmayasın.”
(303) [Rûh-ı insân(ın), tenezzülât-ı ahvâline ve teraqqiyât ve kemâlin bildirir.]
(Ey aziz) ma’lûm olsun ki ehlullâh demişlerdir ki Rûh-ı İnsânî olan Emr-i Rabbânî a’lâ-yı ‘illiyyîn-i ‘amâdan bu esfel-i sâfilin bedene tenezzülünden ol nurâniyet, bu zulümâta ve ol letâfet, bu kesâfete ve ol isti’dad bu nisyâna ve ol muhabbet bu ‘ûsuyete tebdîl olup mucâvir-i üns-i Rahmân iken muqârin-i nefs ve şeytân ve hem-cins-i hayvân olmuşdur. ba’del-müşriqin, hayvân ve melâhî kande ve rûh-ı insânî ve ‘aşq-ı İlâhî kande.
Pes insân ibtidâ-i mertebe-i behâyimden ba’dehu mertebe-i seb’âdan, ba’dehu mertebe-i şeyâtînden, ba’dehu mertebe-i melâikeden, ba’dehu mertebe-i nefsâniyetden geçmedikçe mertebe-i insâniyete vusûl bulamaz ve kendinden fânî olmadıkça rûh-ı izâfîyle bâqî olamaz ve tehzîb-i ahlâq etmeyen hayvân mertebesinde kalıp insân mertebesine gelemez ve ‘ârif-i billâh olup da murâd alamaz. Zîrâ ki insânda üç rûh vardır ki sâir hayvânat ile müşterektir.
Birisi Rûh-ı Tabi’î’dir ki onun mevzi’i cemî-i bedendir ve ikincisi Rûh-ı Nebâtî’dir ki onun mevzi’i ciğerdir ve üçüncüsü Rûh-ı Hayvânî’dır ki onun mevzi’i yürekdir ve gazab ve şehvet ve ikisinden tevellüd eden ahlâq-ı bed cümlesi evsâf-ı rûh-ı hayvândır ve dördüncüsü Rûh-ı Nefs-i Nâtıqa’dır ki ona mahsûsdur ve onun mevzi’-i ta’alluqu ancak yürekde olan noqta-i sevdâda bulunan rûh-ı hayvândır ve onunla te’ânuq bunun şânıdır ve eğer o rûh-ı hayvânî, bu rûh-ı insânî üzerine gâlib gelip gazab ve şehvetine bunu esîr eylediyse ol kimse hayvân bilinmişdir. Zîrâ ki hükm-i gâlibin bulunmuşdur ve mâdâm ki rûh-ı insânî, maglûb-ı rûh-ı hayvânîdir ol kimsenin qalbi meyyit ve nefsi hayy olduğundan ol nefsânîdir ve eğer ‘avn-i Haq ile bu rûh-ı insânî ol Rûh-ı Hayvânî üzerine gâlib olup gazab ve şehvetine mâlik olduysa kendi hayâtın bulduğundan ve ol kimsenin nefsi meyyit ve qalbi hayy olduğundan ol rûhânîdir. Belki mekân ve zamândan mücerred insân-ı kâmildir ve kendi maqâmından a’lâlara vâsıldır ve bu kimyâ-yı sa’âdete isti’dâdına göre bir yılda ya bir ayda veya bir günde veya bir sâ’atde nâildir ve Haq teâla Kelâm-ı Qadîmi’nde “… ve nefahtu fîhi min rûhî …” buyurup kendi zât-ı pâkine muzâf eylediği Rûh-ı İzâfî’ye vâsıl ve her murâdı hâsıldır ve rûh-ı izâfînin nice esmâsı vardır ki ‘Aql-ı Küll ve ‘Aql-ı evvel ve Cevâhir ol ve Qalem-i A’lâ ve Levh-i A’zam ve ‘Arş-ı A’zam ve Kelime-i Ehemm ve Mülk-i Muqarreb ve Rûh-ı Ekmel ve Rûh-ı Efdal ve Rûh-ı Lâ yefnâ ve Rûh-ı ‘Ârif ve Rûh-ı Nâtıq ve Rûh-ı Quds ve Rûh-ı Muhammedî ve Nûr-ı Muhammedî ve Âdem-ma’nâ ve Şems-i Bâtın ve Şems-i Haqîqat ve Nokta-i Vahdet ve Nokta-i Küll ve Nokta-i Kübrâ ve Sırr-ı A’zam ve Latîfe-i Rabbâniye ve Emr-i Rabbânî ve Cevher-i Rabbânî ve Haqîqat -i Rabbaniye ve ‘Aşk-ı İlâhî ve Mebde-i Evvel ve Menşe-i Ervâh ve Sultân-ı Haqîqat ve Sırr-ı İlâhî’dir. Ammâ merâtib-i mezkûreden kangı mertebede bulunduğunu bilmek murâd eylediyse hemen kendi ahvâline nazır edersin. Eğer yiyip içip uyursan ve şehvet ârzûsunu görürsen ve gayrı nesne ârzûsundan bî-haber olursan zâhir budur ki behâyim mertebesindesin ve eğer yiyip içip uyursan ve şehvet arzusunu görürsen ve bunlarla bile hem gazab edip husûmet ve nizâ’ ve cenk ve cidâl ve şutûm ile ve ‘adâvet ve ‘unf ve qahr ve darb-ı hücûm ile halkı incitip intikam alırsan bilesin ki sibâ’ mertebesindesin. Ve eğer yiyip içip uyursan ve şehvet ârzûsunu görürsen ve bununla bile yalan söyleyip halka mekr ve hile ve kizb ve hud’a ile onları gış eyleyip düzenlerle aldatıp reng edip nifâq eyleyiverirsen şüphesiz bilirsin ki şeytân mertebesindesin. Ve eğer az yiyip az içip az uyursan ve şehvetden ferâg ve ârzûsundan âzâd olursan ve kimseyi kat’â rencîde eylemezsen ve kimseye hîle ve mekr ile her giz yalan söylemezsen ve cemî-i halka rıfq-ı müdârâ ile mu’âmele eylersen ve cümle nâsa hayr sanıp düşen hizmetlerin görüp du’â ve senâ ile mülâyim söylersen haqqâ melâke-i kirâm mertebesindesin ve eğer i’tidâl üzere (304) yiyip içip uyursan ve gazab ve şehvete mâlik ol(maz)san ve ma’rifetle Muhabbetullah yoluna gönülden sâlik olursan ve kendi sıfatından fânî ve hâlik olursan ve kendini yaqîn üzere bilirsin ki hem ‘ârif ve hem ma’rûfsun ve ahlâq-ı haq ile mevsûfsun ve hazîne-i ‘ilmullâhsın ve haqîqattan âgâhsın ve insân mertebesinden insân-ı kâmilsin ve maqâm-ı a’lâya vasılsın ve meclis-i üns ve huzûra dâhilsin ve her murâda nâilsin ve cemî’-i umûrunda hâlet-i vüstâ ile ‘âmilsin ve ebeden haqqa mâilsin…
NOT: Çeviriyazıda, metindeki eksik yer ve noktalama işaretleri tarafımızdan eklenmiştir.
***
Marifetname‘nin el yazması nüshasındaki dünya haritası (TDV İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır.)
***
İbrahim Hakkı Erzurumi hazretlerinin Marifetname adlı mühim eserinde Ruh ile ilgili bölümün sadeleştirmesidir.
(İnsan ruhunun nice âlemlerden yolculuk ederek Rab’dan dünya âlemine gelip burada kemâl ve marifet bulduğunu bildirir.)
Ey aziz kardeş, bil ki ehlullâh (1) demişlerdir ki insan ruhu, bu cisimler âlemine gelmezden önce Ruhlar Âlemi’nde idi. Ve Ruhlar Âlemi’ne gelmezden önce Alem-i ‘Amâ’da (2) idi, bu âlem ise Manalar Âlemi’nden ve Hak tealanın ezeli ilminde olan suretlerden (3) ibarettir. Hak tealanın ilminde var olan eşyanın hepsinin suretleri vardır ve çeşit olarak bizim akıl ve tasavvurumuz gibidir. Allah’ın ilmi, O’nun zatının gayrı değildir. Lakin ilim nakışları itibarıyla ona Âlemi-i ‘Amâ ve Manalar Âlemi denilmiştir. Ve Âlemi-i ‘Amâ’nın aslı, Âlem-i Lâhûtdur (4) ki ehlullâh tabirlerinde Vucud-ı Akdes’ten (5) ibârettir ve Mertebe-i Ehadiyet’e (6) işarettir.
Şu halde Âlemi-i ‘Amâ’da Allah’ın sıfatlarıyla insan ruhu arasında münasebet vardır ve bu büyük izzet, yükseklik, nimet ve saadettir. Ve (Allah tealayı çok) zikr eden ârif kişiye, büyük nimet, hidayet ve yardımdır. Bunlar kendinde hal olan kâmil zata, nihayetsiz zevk, safa ve lezzettir. Ve bu insan ruhu, o manalar âleminden Âlem-i Melekût’a (7) gelmiştir ki ruhlar âlemidir. Ve ona Gayb Âlemi dahi derler ve onun ehli melekler, kerrûbiyyun (8), akıllar, nefisler ve ruhlardır. Ve oradan Mülk Âlemi’ne (9) gelmiştir. Bunlara Şehadet Âlemi, Felekler Âlemi (10), yıldız unsurları, Mevalid (11) derler. Ve Melekût Âlemi ile Mülk Âlemi arasında iki âlem dahi vardır ki biri Misal Âlemi’dir (12) ve biri de Hayâl Âlemi’dir, ama Misal Âlemi, mutlak hayâldir ki ona berzah dahi derler. Ve bu bir âlemdir ki keşif ehli, bütün ruhları orada görürler ve dahi vakıadan yani salih rüyadan sonra aynen açığa çıkar ve olur, hepsini bu Misal Âlemi’nde görürler. Ama hayâl âlemi ki insanın muhayyile kuvvetine derler, bu bir âlemdir ki bunun aslı Misal Âlemi’dir. Ve Mülk Âlemi iki kısımdır, evvelki kısmı Melekût Âlemi’ne bağlıdır ki ol Arş (13), Kürsî ve Yedi Sema’dır (14) ve bunlara Ulvî (yüce) Âlem derler. Ama ikinci kısmı, Mülk Âlemi’ne mensuptur ki o ‘anâsır-ı erba’adır (15) ve onlardan doğan kâinat, göğün hava boşluğu; hayvan, bitki ve madenler âlemi ve buna Süfli Âlem (16) ve Kevn ü Fesad Âlemi (olma ve bozulma yeri) derler.
Şu halde insanların ruhlarının hepsi; ulvi ve nurani olup Allah tealayı bilir ve tanır iken ve bilinen makamları rütbe ve derecelerine göre Arş, Kürsî ve Yedi Gök iken Ulvi Âlem’den bu Süfli Âlem’e tenezzül (17) etmişlerdir, ta ki olgunlaşıp asıl makamlarına dönebilsinler veya kendi makamlarından yüksek makamlara gidebilsinler. Ama olgunlaşmak aletsiz olmadığından Hak teala yardım edip Ulvi Âlem’den olan ruhlara, Süfli Âlem’den olan bedenleri alet ihsan edip insan vücudunu ruh ve cisim ile tertip etmiş ve ahsen (en güzel) ve ekmel (en olgun) kılmıştır, ta ki ulvi ruhlar, bu Ulvi Âlem’de beden atlarına binip Allah tealanın onlara nasip edeceği olgunluğa mertebe mertebe erişsin ve asıl makamlarına yükselebilsinler. Çünkü ruhların mebdei (18) Ulvî Âlem’dir.
Şu halde bu Süfli Âlem’de olgunluk kazanıp Peygamberler (aleyhimüsselâm) yoluna gidenin me’âdı (19) yine Ulvî Âlem’dir. Kemal (olgunluk) mertebelerine ulaşmayıp alçak arzulara yönelenler, yani ‘Tahluqû bi-ahlâqillah (20)” emrine uymayan ve ahlakını düzeltmeyerek hayvanların halleriyle nakıs (eksik, kusurlu) kalanlar, nefsini terbiye ve tezkiyeden ve kalbini kötülüklerden boşaltıp güzelliklerle süslemekten aciz olanlar, Ulvî Âlemlere çıkamazlar ve Allah korusun, asıl makamlarına gidemezler. Bu Süfli Âlem’de kalırlar ve hayvanlar gibi zarara uğrarlar. Asıl köklerine erişir ve mâsivâdan (21) temiz ve pak olan gönül sahibi insân-ı kâmil (olgun insan) olur.
***
(İnsan ruhunun beden âleminde ne kadar nice noksan olduğunu ve ne ile olgunluk kazanabileceğini bildirir.)
Ey aziz kişi, bilesin ki Allah dostları demişlerdir ki bütün ruhlar, Ulvî Âlem’den bu Süfli Âlem’e gelip insan bedenini bulmuştur.
İnsanlar, üç sınıftır. Evvelki sınıfı, bu âleme ne için geldiğin ve maksadın orada olgunluk kazanmak olduğunu asla bilmeyip üç puta tapmıştır yani (aşırı) yemek-içmek, uyku ve cinsel hayatı abartmıştır. Bu sınıf, ol Ulvî Âlem’den olan aslına dönüp yükselemez, kendini kandırmış ve aldatmıştır. Melek sıfatlarını bırakmış hayvani içgüdülerle dolmuştur.
İnsanların ikinci sınıfı, bu Süfli Âlem’e gelmekteki maksadın ancak olgunluk kazanmak olduğun bilmiştir. Lâkin bu dört istek putuna yönelmiştir yani aşırı derecede nefsini sevmiş, çocuklarına çok düşkün olmuş, mal ve mülk edinmeyi abartmış ve mevki-makam sevgisiyle dolmuştur. Bu sınıf, asıl makamlarına döner ama kendini aldatmıştır, çünkü bu dört sevgiyle kendini şaşırtmıştır. Nefs (22) mertebelerini tamamlayıp makamından yükseklerine ulaşamamıştır. Ve bu âleme gelmekten maksat olan gerçek ilerleme gerçekleşmemiştir.
Üçüncü sınıf ise, bu Süfli Âlem’e olgunluk kazanmak için geldiğini bilir ve hidayet kendisine refik (arkadaş) olduğundan kendilerini bu âlemde misafir sayar. Ve isimleri geçen bu dört putu kırmakla olgunluk kazanmış ve asıl makamlarından daha yüksek makamlara vasıl olmuş ve bu âlemde nefis makamlarını [1] tamamlayıp olgun insan olmuştur. Hak tealanın yardımıyla adı geçen üç sınıfı geçmiştir. Kerim kitabımızda “… ve minhum zâlimun li nefsih, ve minhum muqtesid, ve minhum sâbiqûn bi-l-hayrâti bi-iznillâh (23)” buyurulmuştur. Çünkü meleklerin vücutları latîf (24) ve nuranîdir kimi kerrubî akıllar kimi ruhanidir ve makamları göklerde Ulvi Âlem’dir, onların bir âlemi vardır ki ziyade değildir.
Ama behîmî (hayvani) ruhların hepsi zulmanidir ve makamları Süflî Âlem erkânıdır ve onlar Ulvî Âlem’den nasipsizdir. Onların da bir âlemi vardır ki iki değildir.
Ama insan türünün iki âlemi vardır. Biri beden ve hayvani ruh itibarıyla Mülk Âlemi’nin esfelidir; biri de akıl ve insani ruh itibariyle Melekût Âlemi’nin en yücesidir. Zira Hak teala melekleri akıldan ve hayvanları sırf şehvetten, insanı ise akıl ile şehvetten yaratmıştır. Aklı şehvetine galip olup yedi putu kırıp es-Samed (25) olan Allah tealaya kul olan insan, meleklerden daha yüce ve olgun olabilir. Zira meleklerin her birinin makamı bellidir ve ebeden (sonsuza) orada kalırlar. İnsan ise nefsini olgunlaştırıp ile daha yüce makamlara yükselebilir. Ve eğer insanın şehveti aklına galip gelip yedi putun kölesi olursa onun kalbi kasvette (26) olur. Gerçi o dış görünüşte âdemoğludur lâkin iç halinde hayvandan daha aşağıdır. Çünkü hayvani yanlarına hizmetle, kulluk görevlerine engel olmuş, Hak tealadan gaflet ederek hayvanlardan aşağı olmuştur. “Allahümme lâ tec’alnâ mine-l-gâfilin (27).”
Ama insan ruhunun olgunluğu odur ki fani lezzetleri terk ile yedi putu kırıp Allah’ın huzurunda olmayı düşünerek mâsivadan geçip gönülde sakin olsun, ta ki mebde ve me’âdın bilip İlâhi sırlara vakıf olsun ve nefsi ve Rabbini bilip tansın ve ona verilen ruh ile ebediyet izinde kalsın. Ve Hazret-i Habîb-i Ekrem (sallallahu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki; “Ya Ali, kendini fehm eyleyesin, ta kim ömrünü ziyan etmiş olmayasın ve kalbinden bigâne kalmayasın. (28)”
***
(İnsan ruhunun tenezzül (iniş) hallerini ve terakki edip olgunluk kazanmasını bildirir.)
Ey aziz kişi, bilesin ki Allah dostları demişlerdir ki Rabbani emir olan insan ruhu, Âlem-i ‘Amâ’nın a’lâ-yı ‘illiyyîninden (29) bu esfel-i sâfilin bedene tenezzülünden yaradılıştaki o nuranilik, zulümata; letafet, kesafete; kabiliyet, unutmaya yüz tutar ve muhabbet, anlaşılmaz zorluklarla karşılaşıp Rahmân olan Allah’ın ünsiyetine yakın iken, nefse ve şeytana yakın ve hayvan ile hem-cins olur. Yaradılışı parlak ve aydınlık olan nerede, oyun ve eğlence nerede, insan ruhu ve İlâhî aşk nerede…
Şu halde, insan hayvani derecelerin başlangıcından sonra yedi mertebeden, sonra şeytani mertebelerden, sonra melek mertebelerinden, sonra nefis mertebelerinden geçmedikçe insan mertebesine erişemez. Kendinden fâni olmadıkça ona verilen ruhla baaki olamaz ve ahlâkını düzeltip güzelleştirmeyenler hayvan derecesinde kalıp insan mertebesine gelemez ve Allah tealayı gereği gibi tanıyıp murat alamaz.
Zira ki insanda üç ruh vardır ki diğer hayvanlarla müşterektir. Birisi Tabii Ruh’tur ki onun yeri bedenin her tarafıdır. İkincisi Nebati (bitkisel) Ruh’tur ki onun yeri ciğerdir. Üçüncüsü Hayvani Ruh’tur ki onun yeri yürektir; gazap ve şehvet, bu ikisinden doğan kötü ahlakın hepsi, hayvani ruhun vasıflarıdır. Dördüncüsü Nefs-i Nâtıkadır (30) ki ona mahsustur ve onun yeri yürekte olan Nokta-i Sevdâ’da (31) bulunan hayvan ruhudur ve onunla beraber olması onun şanıdır. Eğer o hayvani ruh, bu insani ruh üzerine galip gelip gazab ve şehvete onu esir eylerse ol kimse hayvan bilinir. İnsani ruh, hayvani ruha mağlup olursa o kimsenin kalbi ölü ve nefsi diri olduğundan o kişi, nefsanidir. Eğer Hakk’ın yardımıyla ile bu insani ruh, o hayvani ruh üzerine galip olup gazap ve şehvetine galip olduysa kendi gerçek hayatını bulduğundan ve ol kimsenin nefsi ölü ve kalbi diri olduğundan o ruhanidir. Mekân ve zamandan soyutlanarak insan-ı kâmil olabilir ve kendi makamından daha yücelerine erişir. Bu Kimyâ-yı Sa’âdet’e (32) kabiliyetine göre bir yılda ya bir ayda veya bir günde veya bir saatte erişebilir. Hak teala Kerim Kitabımızda “… ve nefahtu fîhi min rûhî … (33)” buyurup kendi zatına nispet eylediği İzafi Ruh’a (34) vasıl ve her muradı hâsıl olur. İzafi Ruh’un nice isimleri vardır ki şunlardır: Akl-ı küll (35), Akl-ı Evvel (36), Cevahir-i Evvel (36), Kalem-i A’lâ (37), Levh-i A’zam (38), Arş-ı A’zam (39), Kelime-i Ehemm (en önemli kelime), Melek-i Mukarreb, Rûh-ı Ekmel (en olgun ruh), Ruh-ı Efdal (en faziletli ruh), Ruh-ı Lâ-yefnâ (ölmeyen ruh), Rûh-ı Ârif (ârifin ruhu), Rûh-ı Nâtık (konuşan ruh), Rûh-ı Kuds (Cebrail aleyhisselam), Rûh-ı Muhammedî, Nûr-ı Muhammedî (40) (sallallahu aleyhi ve sellem), Âdem-Ma’nâ (41), Şems-i Bâtın (batıni güneş), Şems-i Hakîkat (hakikat güneşi), Nokta-i Vahdet (vahdet noktası), Nokta-i Küll (bütüncül nokta), Nokta-i Kübrâ (en büyük nokta), Sırr-ı A’zam (en büyük sır), Latîfe-i Rabbâniye (Rabbani latife), Emr-i Rabbânî (Rabbani emir), Cevher-i Rabbânî (Rabbani Cevher (42)), Hakîkat-i Rabbâniye (Rabbani hakikat), Aşk-ı İlâhî (İlâhî aşk), Mebde-i Evvel (ilk başlangıç), Menşe-i Ervâh (ruhların kökeni), Sultân-ı Hakîkat (hakikatin sultanı) ve Sırr-ı İlâhî’dir (İlâhî sırdır).
Bu mertebelerden hangi mertebede bulunduğunu bilmek istersen hemen kendi haline bakmalısın. Eğer (çok) yiyip içip uyursan, şehvet arzusunu görürsen ve (yüce) şeylerin arzusundan habersiz olursan hayvan mertebesindesin.
Eğer (çok) yiyip içip uyursan, şehvet arzusunu görürsen ve bunlarla gazap, dövüşmek, sövmek, düşmanlık, sertlik, zorbalık, şiddet, öfke, kahır ve hücum ile halkı incitip intikam alırsan bilesin ki yırtıcı hayvan mertebesindesin.
Eğer (çok) yiyip içip uyursan, şehvet arzusunu görürsen ve yalan söyleyip halka hile edip yalan söyleyip onları türlü düzenlerle aldatıp münafıklık eylersen bilesin ki şeytan mertebesindesin.
Eğer az yiyip az içip az uyursan ve (aşırı) şehvet arzulardan kurtulursan ve kimseyi incitmezsen, kimseye hile etmeyip yalan söylemezsen, halka yumuşaklıkla davranırsan, insanları kendinden hayırlı sayıp onların hizmetlerin görürsen, halka dua edip yumuşak huylu olursan gerçekten melek mertebesindesin.
Eğer orta yollu yiyip içip uyursan, gazap etmeyip (aşırı şekilde yeme-içme, mal ve mülk edinme, dünyevi arzulara karşı) şehvete sahibi olmazsan, marifetle Muhabbetullah yoluna gönülden yolcu olursan, kendi kötü sıfatlarından kurtulursan bilesin ki hem ârif (bilir) ve hem de marufsun (bilinir), hakiki güzel ahlâk ile tanınırsın. Allah’ın ilminin hazinesi olursun ve hakikat erişir, insan mertebesinden olgun insanlık makamına varırsın, üns ve huzur (43) meclisine dâhil olup her murada erişirsin, bütün işlerinde orta hal ile çalışırsan ebeden hak ve hakikate istekli ve yeteneklisin demektir.
***
Haydar Hepsev
Temmuz 2022
__________________________
NOTLAR:
(1) Ehlullah: Allah adamı, velî, evliyâ, ricâlullâh anlamlarına gelir.
(2) Âlem-i ‘Amâ: Hiçbir şeyin varlık sahasına çıkmadığı, henüz yaratılmadığı âlem, yokluk âlemi.
(3) İslam’da varlığın görünen ve beş duyu ile algılanan yönüne suret denir. Tasavvuf ilminde, ‘İlahî varlığın görünüş alanına çıkışı; insan duygularına, insan gönlüne verilişi’ anlamlarına gelir.
(4) Âlem-i Lâhût: Allah tealanın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce âlem, Allah’ın bütün sıfat ve isimlerinin zâtında mevcut olduğu, fakat sâdece zâtî sıfatlarının zuhura geldiği, fiilî sıfatlarının ise henüz zuhur bulmadığı âlem, ulûhiyet âlemi, âlem-i lâhut. Karşıtı da Nâsut’tur.
(5) Vücud-ı Akdes: Allah tealanın yüce zatının bir başka tabiridir. En kudsi zatın, İlâhi şahsiyeti vardır. Bu, Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) hazretlerinin qâbe kavseynden gördüğü ve temaşa ettiği tecelliyat anlamındadır. Kerim Kitabımızı Necm suresinin 9. ayetinde Hz. Peygamber Efendimizin Allah’a çok yaklaştığını anlatan ifade tabirdir.
(6) Mertebe-i Ehadiyet: Allah’ın her bir şeyde kendine ait birlik tecellisi. Vahid, yalnız, tek manasına geilr. Ehad ise bir tek demektir. Ehadiyet, vahidiyetten daha yücedir.
(7) ‘Âlem-i Melekût: Gayb âlemini veya vücut mertebelerinden birini ifade eden tasavvuf terimidir. Melekût âleminde, melekler, kendilerinden beşerî ruhlara nurlar taşan nurani, şerefli ve yüce ruhlar vardır. Âlem-i melekût sadece gaybi âlemler manasına gelmez. Eşyanın içyüzü manasına da gelir. Her şeyin içine melekût, dışına da mülk denir. Görünen âlem demek olan şehadet âleminde de bunlara misal olarak yıldızlar, ay ve güneş vb. vardır.
(8) Kerrûbiyyûn melekleri: Allah tealaya en yakın ve meleklerin efendileridir. Dört büyük melek bunların en üstünleridir.
(9) Âlem-i Mülk veya Şehadet; maddi âlemdir; uzay, kâinat, dünya hepsi bu âlemin içindedir.
(10) Felek: gökyüzü, semâ; dünya, âlem, devran; gök katlarında yer alan yıldızlar.
(11) Mevâlid: Varlıklar, mevcudat. Mevâlîd-i selâse: Tabiattaki hayvan, bitki, madenlerden ibaret üç (selâse) âlem ve bu âlemlerden bahseden ilim, tabiat ilmi.
(12) Âlem-i misâl, ruhlar âlemiyle, ervahla şehadet âlemi ortasında bir berzahtır. Berzah, köprü manasına gelir. Sonbahar, yaz ile kış arasında bir köprüdür, yazdan daha serin, kıştan daha sıcaktır. İlkbahar, kış ile yaz arasında ayrı bir köprüdür, kıştan daha sıcak, yazdan daha serindir. Bu köprüler, her iki âlemle de bağlantılıdırlar. Bir yönleriyle birine, diğeriyle berikine benzerler. Âlem-i Misal, hissedilen, duyulara gelen bedenler âlemi ile ruhlar âlemi arasında bir yerdedir. Allah’ın dışındaki her şeyin bir kendisi, bir de böyle misal boyutu vardır. Bu ara boyut, aynadaki görüntü gibi bedenin şeklini göstermesi açısından bedene, ruh gibi gayri maddi olması açısından da ruha benzer. Bedeni ve ruhu birbirinden ayırdığı için de ona Âlem-i Berzah da denir.
(13) Arş, göğün en yüksek katı, âlemlerdeki en yüksek noktadır. Allah tealanın kudret ve saltanatının tecelli ettiği, en yüksek gök katıdır. Tasavvuf ilminde, insanın gönlü de arştır yâni tecelli yeridir.
(14) Yedi Sema, Kerim Kitabımızdaki bazı ayetlerde geçmektedir. Âlimler bunu tefsir ederken farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Uçsuz bucaksız olan bu âlemin akıllara durgunluk veren engin gökleri, insanda çok büyük bir merak uyandırsa da insan için asıl önemli olan ufuklardaki gökler değil enfüstekilerdir. Zira âlem-i kübrâ, insandır, bütün âlem, insanda toplanmıştır. Sufilere göre, yedi semadan maksat, insanın manevi miracında geçtiği makamlardır. Zira nefsin meratibi, yedidir. Bu yüzden de seyr-i süluk yedi tavır üzerinedir. Tarikat dilinde, buna etvâr-ı seb’a (yedi tavır)’ denir.
(15) Anâsır-ı erba’a (dört unsur): Toprak, hava, su ve ateş.
(16) Alçakta bulunan âlem.
(17) Burada, tenezzül, kendi seviyesinden aşağı bir yere razı olmak manasına gelir.
(18) Mebde, başlangıç, ilk, ilk unsur; kaynak anlamlarına gelir. Tasavvuf ilminde de İlahî gerçeğe ulaşmak için bir salikin harekete geçtiği başlangıç noktası kabul edilir.
(19) Mead (maad): Dönüş yeri; dönülecek olan yer; öteki dünya; ahiret.
(20) ‘Allah tealanın ahlakıyla ahlaklanınız’ manasındaki bu kelam-ı kibar, bu hadisin manasını güzel bir şekilde açıklıyor: Hazret-i Âişe (radiyallahu anhâ) annemizden gelen bir rivayette denmiştir ki, Nebiyy-i Muhterem (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretlerinin ‘ahlâkı Kur’an’ idi (Müslim, Müsâfirîn 139; Ayrıca bk. Nesâî, Qıyâmu-l-leyl 2).
(21) Mâsivallah sözünden kısaltılmıştır, ‘Allah’ın zâtı dışındaki bütün varlıklar’ manasına gelir.
(22) Bunlar nefs-i Emmâre, nefs-i Levvâme, nefs-i Mülhime, nefs-i Mutmainne, nefs-i Râdiye, nefs-i Mardiye, nefs-i Kâmile (veya Sâfiye) mertebeleridir. Daha geniş bilgi, bu dipnotun devamı olarak aşağıda verilmiştir.
(23) “Sonra biz, o kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed’in ümmetine) miras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur. (Fâtır Suresi, 32. ayet; Diyanet İşleri Başkanlığı meali)”
(24) Latif, cisimle değil ruhla ilgili olan demektir. Melekler, latif; insanlar kesif (yoğun) varlıklardır.
(25) Es-Samed, Allah tealanın isimlerindendir ve ‘her şeyin kendisine muhtaç olduğu kendisinin de hiçbir şeye olmadığı’ manasındadır.
(26) Kalbi taş gibi katı olmak ve kalpte merhamet, insaf ve nedamet olmamak.
(27) Ey Allahımız, bizi gafillerden eyleme, âmîn…
(28) Kaynağı bulunamamıştır.
(29) A’lâ-yı ‘illiyyîn, ‘yücelerin yücesi’ manasına gelir. Zıddı esfel-i sâfilindir ki ‘alçakların alçağı’ anlamındadır.
(30) Nefs-i nâtıka: Asıl anlamı ‘Konuşan ruh’tur; insan ruhu, insanı canlılardan ayırt eden özellik anlamlarına gelir. Nefs-i nâtıka isimli bu cevherin her meslek erbabına göre bir ismi vardır. Hukemâ (filozoflar) bu cevheri ‘Nefs-i nâtıka’ Kur’an, ‘nefs-i mutmainne’, ‘İlâhî emirle oluşan ruh’ ve mutasavvıflar ‘kalb’ diye isimlendirmektedirler.
(31) Nokta-i sevdâ (Süveydâü-l-Kalb): Kelime olarak; kalbin içindeki siyah nokta demektir. Kalbin süveydası, kâfir ve münafıklar için kalpteki karanlık ve günahlı noktadır; kalbe gelen bütün ilham ve ilimleri, manasız ve boşa çıkaran bu noktadır. Müminde, kalbin ortasındaki idrak ve basiret noktasıdır.
(32) Kimyâ-yı sa’âdet (saadet kimyası): Tasavvuf ilminde, kötü işlerden sakınıp nefsi terbiye edip arındırarak güzel ahlak kazanmak manasında kullanılır. Ruhun maddi ve süfli alakalardan temizlenip ruhaniyete hasredilmesi anlamındadır. Ayrıca, var olana kanaat etmek, elde olmayana arzuyu terk etmek demektir. / Asıl manası, iksir’dir. Meşhur anlamı da bakırı altın veya gümüş yapmaya çalışmaktır, batıl bir ilimdir, fakat bu çalışmalar sonunda kimya ilmi doğmuştur.
(33) “Fe iza sevveytuhu ve nefahtu fihi min rûhi feqau lehu sâcidin. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.” (Hicr suresi, 29. ayet; Diyanet Vakfı meali)
(34) Kerim Kitabımızın Sad suresi 72.ayetinde beyan edilen ruh, ruh-ı izafidir. “Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın (Diyanet Vakfı Meali)”. Hayvani ruh, bilcümle nebat, hayvan ve insanda var olan ruhtur. İzafi ruh, hayvani ruh üzerine bir ihsandır. Hayvani ruh, hararet; izafi ruh, aşk hararetidir. Hayvani ruh, kendini hisseder; lakin izafi ruh, kendini ve kendinin gayrini fark eder. İşte Halikını bilen ve bildiğini bilen, izafi ruhtur.
(35) Allah tealanın kudretinden ilk evvel ortaya çıkan akıl, Arş-ı a’zam; Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) nuru, Cebrail (aleyhisselam).
(36) Ulûhiyet mertebesi. Vücûd bu mertebede kendisindeki sıfat ve esmayı toplu olarak bilir.
(37) Allah tealanın yarattığı ilk nesne, bu cevher Allah’ın nurundan olup diğer şeyler ondan meydana gelmiştir.
(38) En yüce kalem; tasavvuf ilminde Akl-ı Küll ve hakikat-ı Muhammediye manalarındadır.
(39) Levh, düz sayfa, üzerine yazı yazılan düz şey demektir. Tasavvuf ilminde, Kitab-ı Mübin ve Nefs-i Külliye yerinde kullanılır. Levh-i A’zam da en büyük levha manasındadır. Levh-i Mahfuz, ‘korunmuş levha’ demektir; ‘ulvi âlemde olmuş ve olacak her şeyi içeren İlahi levhanın adıdır’.
(40) Arş kelimesinin lügat manası ‘taht, çardak, tavan ve kubbe’dir. Tasavvuf ilminde ‘Allah tealanın gökteki tahtı’ manasına kullanılan bir tabirdir. Bu, tasavvur, Allah’ın kudret ve azametinin tecellisinden kinayedir, yoksa hakikatte böyle bir yer mevcut değildir; çünkü bu takdirde Allah için mekân ispat edilmiş olur, Allah mekândan münezzehtir. Bu makamda Arşü-r-Rahman, Arş-ı A’lâ ve Arş-ı Azam tabirleri de kullanılır.
(40) Nur-ı Muhammedî, Efendimizin nuru demektir. Buna hakikat-ı Muhammediye (sallallahu aleyhi ve sellem) de denir. Allah telanın yarattığı ilk şey, Efendimizin nurudur (Aclunî, Keşfu-l-Hafâ, I, 265). Diğer bütün varlıklar onun nurundan yaratılmıştır.
(41) Âdem aleyhisselamın yaradılışındaki hikmet.
(42) Cevher, ‘bir şeyin özü, esası, mayası’ demektir. Tasavvuf ilminde, ‘yaratılmış şeylerin hakikati olan ve Allah’ın ilminde ezelden mevcut bulunan suretleri’ manasına gelir. Karşıtı arazdır o da ‘maddî âleme âit şeyler, mal mülk, dünyalık; kendi kendine var olmayıp görünmesi için bir asla, bir cevhere muhtaç olan şey’ manalarına gelir.
(43) Üns kelimesinin asıl anlamı ‘alışkanlık, yakınlık, ülfet, ünsiyet’tir. Tasavvuf ilminde ise ‘Allah’ın cemal tecellilerine mazhar olan sufilerin, kalplerinde cemâl-i ilâhîyi müşahede etmeleri ve hiçbir korku hâlinin kalmadığı recâ (ümit) ve bast hâlinden de öte sahv (uyanıklık) içinde yalnız Hak ile huzurda bulunmaları’ durumu manasına gelir. Huzur da kulun ‘her an Allah tealanın denetleme ve kontrolü altında bulunduğunu bilmesi’ demektir.
***
(22. dipnotun geniş açıklamaları)
Nefsin Mertebeleri (Bütün bu mertebeler, Kerim Kitabımızda vardır):
1. Nefs-i Emmâre: Allah tealanın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve kötülüğü şiddetle emreden nefistir. Emmare nefsin biricik maksadı, heva ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Şehvetin esiri, şeytanın kölesi olmuş; keyfine, zevkine, günaha düşkün olan nefstir.
2. Nefs-i Levvâme: Allah tealanın emirlerine bazen uyan bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir. Emir ve yasaklara karşı gösterdiği ihmal ve kusurlardan pişmanlık duyar, vicdanı rahatsız olarak kendisini şiddetle kınar.
3. Nefs-i Mülhime: Allah tealanın yasakladıklarından son derecede sakınan ve emirlerine uyan ve bu hâllerinden dolayı bazı İlâhî ilhamlara erişen nefstir.
(Emmâre, Levvâme, Mülhime dereceleri yukarıya doğru bir ilerlemenin basamakları değildir. Mutmainne oluncaya kadar nefs, bu üç derece arasında gider gelir; Mülhime’ye erişen nefs, bir anda Emmâre’ye düşebilir.)
4. Nefs-i Mutmainne: Allah tealanın yasakladıklarından mecburen değil, seve seve uzak duran, Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapan nefstir. Lezzet ve menfaatlerden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve kalbi tam mutmain olarak dinin emirlerini ihlas ve ihsanla uygular ve böylelikle kötülüklerden korunur.
5. Nefs-i Râdiye: Her hal ve kârda Allah tealadan razı olan, O’na yönelip Allah’tan gâfil olmayan nefistir.
6. Nefs-i Mardiye: Allah tealanın kendisinden razı olduğu nefstir.
7. Nefs-i Kâmile (veya Sâfiye): Manevi saflık ve olgunluğa eren nefstir, bu mertebeye erişen bir müminin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır.
***
#Kuran #Sünnet #Akıl #İlim #İrfan #Hikmet #Zikir #Tefekkür #Ruh #Marifetname #İbrahimHakkıErzurumi #Nefsinâtıka