SAFAHAT HAKKINDA FUAD KÖPRÜLÜ’NÜN BİR YAZISI ÜZERİNE
SAFAHAT MESELESİ (1)
“Safahat meselesi… Bu, zevkin kişilerin ölçüsüne göre değiştiğine inanan, bütüncü ve güçlü düşünenler için o kadar basit ve açık bir şey ki, böyle uzun uzadıya bir mesele şeklini almasına ancak hayret edilebilir.
“Safahat” Meşrutiyet’ten sonra meydana çıkan yeni ve dikkate diğer bir manzumecinin, Osmanlı Darülfünunu (Üniversitesi) Edebiyat Muallimlerinden Mehmed Âkif Bey’in eseridir. Cahil halkın duygu ve eğilimlerini, basit ruhlarını iyi anlayan; okurların zevkini okşamak, onları hoşnut ve hayran etmek sanatını pekiyi bilen Mehmet Âkif Bey, Sırât-ı Müstaqîm’de manzumelerini neşre başlar başlamaz, her taraftan tebrikler, takdirler, alkışlar yükseldi. Zevk seviyeleri düşük ve sanattan pek az nasip almış birçok adamlar bu hayrete değer manzumeciyi birkaç manzumesiyle Fikret’lerin, Cenab’ların hatta üstüne çıkardılar… Talihin bu kadar büyük bir lütfuna mazhar olan Mehmed Âkif Bey, hakiki sanatkârların ve hakiki sanatseverlerin kendisine karşı ihtiyatlı davrandıklarını ve övgü göstermekten kaçındıklarını nazar-ı itibara almayarak, avamın takdirleriyle yetindi. “Halkın, fakir ve sefil sınıfları da dâhil olmak üzere bütün halkın bir seveni olduğu” söylenen, halk arasında “sade bir ruh, endişesiz bir tavırla merhametli ve serbest bir kalp ile dolaşmak yolunu” bilen bir adam için, bu tarz hareket pek makbul idi. Fakat onun sevenleri, aşırı taraftar dostları bununla yetinmeyerek Safahat manzumecisinin büyüklüğünü, sanatkârlık kudretini herkese temel inanç esası gibi kabul ettirmek istediler ki işte bu cidden garipti…
Eserlerine karşı tamamen ilgisiz kaldığım Mehmed Âkif Bey’e “dikkate değer bir manzumeci” dedim; buna vicdanımın bütün samimiyetiyle inanıyorum. Âkif Bey mesela bir mahalle kahvesini tasvir etmek istediği zaman, bu manzarayı o kadar sağlamlık ve genişlik ile gösteriyor, oradaki alelade ve müstehcen konuşmaları o kadar başarıyla manzume dairesine sokuyor ki buna karşı hayret ve takdir qöstermemek mümkün değildir. “Safahat”ın müfrit ve ateşli taraftarlarından Hamdullah Subhi Bey’in (2) iddia ettiği gibi Mehmed Âkif Bey’i, şiirdeki hikâye dilinin bizdeki ilk etkili temsilcisi olarak kabul etmemekle beraber, nazımdaki kudretine cidden hayranım; tıpkı şöhretli hezel (şaka, alay, mizah) şairimiz Surûrî’nin (3) nazım kudretine hayran olduğum gibi…
Safahat’ın yayımlanması edebiyat sahamızda pek garip hatta kısmen gülünç akisler uyandırdı. Âkif Bey’in eskiden beri bilinen taraftarları, bu eserin edebiyatımızda benzeri görülmemiş bir “sanat ve deha güneşi” olduğunu ve ancak düşkünlerin bunun aksini iddia edebileceklerini söyleyerek onun her mısraında inciler, elmaslar, zebercetler, yakutlar buldular. Bir kuzey sabahı rüyası gördüklerini zannettiğim bu sarhoşlardan zaten fazla bir şey beklenmiyordu, Safahat hakkında mütalaa beyan eden şair birkaç kişi, Âkif Bey’i kısmen takdir etmekle beraber ona büyük bir sanatkâr sıfatını vermekten uzak durmaktadırlar. Bunların haricindeki fikir ve kalem erbabı ise, takdir ve tenezzül etmediklerini ima eden derin sükûtu bir muhafaza ediyorlardı.
Safahat hakkındaki bu derin ve aleyhte sükûtu bozan, Fecr-i Ati(4)nin eski üyelerinden Hamdullah Subhi Bey oldu. Hamdullah Subhi Bey, bütün arkadaşlarının hayret ve üzüntülerine rağmen, Safahat’ı büyük bir san’at eseri olarak illi edebiyata güzel ve parlak bir numune gibi gösteriyor, arkadaşlarının şiir ve sanat hakkındaki mütalaalarına ilmi delillere dayanmaksızın şiddetli hücumlarda bulunuyordu. “Etrafında hak ettiği övgü velvelesi uyandırmakta geciktiğimiz bir kitap pişmanlık itirafıyla başlayan bu makalede Safahat’ın Milli Edebiyat numunesi olduğu, Âkif Bey’in bir hikâye dili tesis etmesi, edebiyatın halkın terbiyesine hizmet etmesi; aşk ve şehvet terennümünden ibaret kalmaması gibi. Hamdullah Subhi Bey’den hiç beklemediğimiz birçok şeyler vardı… Bilhassa milli edebiyat hususunda, bana, ilmi delillere dayanan cevaplarını bundan önceki makalelerimde genişçe yazmış olduğum birçok boş itirazlar yöneltiyordu.
Bu garip ve beklenmeyen makalenin hâsıl ettiği karışık etkiyi izale etmek ve meseleyi biraz açmak ve aydınlatmak maksadıyla Celal Sahir Bey (5) geniş ve ispatlı bir cevap verdi. Arkadaşları arasında meseleleri ele alışındaki ciddiyet; fikir ve muhakemelerinde mantıki olmasıyla tanınmış olan Celal Sahir Bey, uzun bir mukaddimeden sonra, Hamdullah Subhi Bey’in mütalaalarını biraz biraz reddediyordu.
Burada bu iki makale ile onu takip eden diğer iki makaleyi birbiriyle mukayese etmek istemiyorum; merak edip onları takip etmiş olanlar hangi tarafın haklı ve hangisinin haksız olduğunu açık bir şekilde anlayabilirler. Ben esas itibarıyla Celal Sahir Bey’le tamamen hemfikir bulunuyorum. Evvela Âkif Bey’in bir hikâye dili icat etmiş olması, kabul edilmez bir iddiadır. Abdülhak Hamid’in (6) değerli ve muazzam eserleri, “Eşber”i, “Tezer”i, “Finten”i, “Sardanapal”i, “İbnü-l-Musa”sı dururken; Fikret’in, İsmail Safa’nın (7), Mehmed Emin Bey’in (8), hatta Safahat şairinin saygıya layık üstadı zavallı Ali Ekrem Bey’in (9) eserleri meydanda iken, Âkif Bey hikâye lisanının kurucusu değil hatta mükemmeli bile sayılamaz.
“—Asıldı Beykoz’a!
— Besbelli bak sırıttı aval.
— Bacak elinde mi?
— Kır Hamdı, sen de dağlıyı al.
— Olan kapakta imiş dağlı… Hay köpoğlu köpek.
— Köpoğlu kendine benzer uzun kulaklı eşek.
…
— Zamane piçleri! Gördük ya hepsi Besmelesiz…
— Ne saygı var, ne hayâ ver, eğer bizim işimiz
Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma!
— Herif belâya sokarsın dırıldanıp durma!
— Mezarcı Mahmud’a git ha! Bakın it oğluna bir
Küfürbaz, alçak, edepsiz… Bu söylenir mi Bekir?
— Yolunca terbiye verdin ya âferin Hasan Ağa.
— Bıraksalar beni çoktan marizlemiştim ya…
— Mezarcı Mahmud’a ha! Vay babasının canına!
…
Seyircilerde de ses yok, umumi müstağrak…
Nedir ki tarz-ı tefekkürde var büyük bir fark:
Kiminde el ayak asla karışmıyorken işe,
Kiminde durmayıp işler benân-ı endişe.
Nasıl ki burnuna olmuş da fürce-yâb-ı duhûl
Taharriyat-ı amîkayla muttasıl meşgûl!
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam:
Muhit daire şeklinde bir büyük balgam
Tükürdü; sonra boyundan uzun asâsıyIa
Mümaslar çekerek koydu başka bit şekle!
Ayak teriyle cilalanma tahta peykelere,
…
Eskiden vardı ya meydanda gezen ipsizler.
Hani bir “Sâye-i şâhâne” çekip her boku yer,
Onların birçoğu ahrâr-ı izâm oldu bugün. ”
(müstağrak: garkolmuş, dalmış. batmış. fürce-yâbı duhûl: girmeye yer bulmak. taharriyat-ı amîka: derin araştırma. muhit: yuvarlak. mümas: temas eden, dokunan. sâye-i şâhâne: padişahın gölgesinde. ahrâr-ı izâm: büyük ve hür adamlar.)
Safahat’tan bir örnek olarak naklettiğimiz bu parçalar. Mehmed Âkif Bey’in cidden büyük bir manzume yazma kudretine malik olduğunu, fakat dil inceliği denilen ve şiir için elzem olan özellikten tamamen mahrum bulunduğunu açık bir şekilde gösterir. Celal Sahir Bey’in pek doğru olarak söylediği gibi, bir romancı eserinde bu gibi kaba ve çirkin manzaraları tasvir edebilir; fakat bir şair hiçbir yeri ve gereği olmayarak bu gibi açık saçık ve edepsizce sözleri eserlerine almamalıdır. Meşhur âlimlerden Gros’un (10) gayet haklı bir mütalaasını tekrar ederek söylerim ki, “şiirin ruhlar üzerinde o kadar tesirli olabilmesi, histen sızarak yine hisse hitap etmesindedir. ” Hayatın tiksinti uyandıran manzaralarını aynen manzume dairelerine sokanlar, bu hususta ne kadar maharet ve kudret gösterirlerse göstersinler, yine hakiki bir şair olamazlar.
Milli Edebiyat hakkında Servet-i Fünun sütunlarında uzun uzadıya fikirlerimi ifade eylediğim için, burada onları tekrar etmek istemem; “fakat hasretle istediğimiz benliğimizi, hakiki Türklüğümüzü göstermek” hususunda, Mehmed Âkif ve Hamdullah Subhi beylerin alaycı bir dil ile bahsettikleri Mehmed Emin Bey her halde daha iyi muvaffak oluyor…
Aslında bahsetmeye ve tetkike hiç gerek görmediğim “Safahat” hakkında, okuyucularıma daha fazla bilgi vermeye lüzum görmüyorum. Şairlikten, duygu ve fikir inceliğinden mahrum muktedir bir manzumeci olan Mehmed Âkif Bey, halkın fikir ve temayüllerini okşayacak, onların destanlar ve Köroğlu hikâyeleriyle dolu beyinlerine, “Ah mine-l-aşk (11)” levhalarına alışmış nazarlarına büyük görünecek ikinci bir “Muallim Naci”dir (12). Fikret’ten, Cenab’dan, Faik Ali’den (13), Ahmed Haşim’den bir şey anlamayan büyük bir sınıf halk, kendilerine tanıdıkları bir dil ile mahalle kahvesi diliyle hitap eden, daima görmekten lezzet aldıkları şeyleri gösteren bu yeni şairi alkışlarla, gürültülerle karşılamakta haklıdırlar. Fakat eski Fecr-i Ati üyesi Hamdullah Subhi Bey bu merasime nasıl katıldı?.. Düşünme gücümün zayıflığıyla bir türlü halledemediği bu sırrı, şimdilik bir muamma telakki etmekteyim… Fakat diğer cihetten, kendimi bu düşünce tarzında haksız görmüyorum, Muallim Naci’yi Abdülhak Hamid’e, Mişel Zevako’yu (14) Halid Ziya’ya tercih edenler yok mu? Mademki, zevkler kişilerin ölçüsüne göre değişiyor…”
***
FUAD KÖPRÜLÜ’NÜN SAFAHAT HAKKINDAKİ YAZISI ÜZERİNE
Mehmed Akif ERSOY, daha ilk gençlik yıllarından itibaren şiirle ilgilenmiştir. Bu dönemde Divan şiiri, Ziya Paşa, Muallim Naci ve kısmen Abdülhak Hâmid’i örnek alarak şiirler yazmış; lakin bu tarzda yazdığı şiirlerden vazgeçmiş, 1901–1908 yılları arasında hiçbir şiirini yayınlamamıştır. Yeni bir tarz, içerik ve duyguyla yazdığı şiirlerini, 1908–1910 yıllarında Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlamış ve bunları 1911 (1329)’da Safahat adıyla kitaplaştırmıştır. Osmanlı toplumunun orta ve fakir kesiminin acılarını, aile ilişkilerini; hastalık, yoksulluk, sefalet, kötü alışkanlıklar, ölüm ve yönetim karşısındaki çaresizliğini natüralist denebilecek keskin bir gerçekçilikle hikâye etmesi, onun bu yeni tarzının en belirgin bir özelliğidir. Akif’in bu yeni şiirleri, Türk edebiyatı için de yenidir.
Her yeni eser, tartışmalar; övgüler, yergiler, hafifsemeler ya da duymazdan gelmelerle beraber gelir, hele memleketimizde… Akif de 44 manzumeyle Safahat’ı daha kitaplaştırmadan önce, yani Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanan şiirleriyle edebiyat dünyasını sarsmış; bu yeni, farklı ve güçlü şiir, tartışmaları ve kıskançlıkları da beraberinde getirmiştir. (15)
Fuad Köprülü de “Eserlerine karşı tamamen ilgisiz kaldığım Mehmed Akif Bey”, “aslında bahsetmeye ve tetkike hiç gerek görmediğim Safahat hakkında”, “Safahat’ın yayımlanması edebiyat sahamızda pek garip hatta kısmen gülünç akisler uyandırdı.” şeklinde hafifseyici cümleler sarf etmesine rağmen, bu yeni esere bigane kalamamış ve yukarıdaki yazıyı kaleme almak zorunda kalmıştır.
Safahat ve Akif’le ilgili hemen her cümlesinde eleştiri, küçümseme ve istihza bulunan yazıda, övgü olarak “Mehmed Akif Bey’e “dikkate değer bir manzumeci” dedim; buna vicdanımın bütün samimiyetiyle inanıyorum. Akif Bey mesela bir mahalle kahvesini tasvir etmek istediği zaman, bu manzarayı o kadar sağlamlık ve genişlik ile gösteriyor, oradaki alelade ve müstehcen konuşmaları o kadar başarıyla manzume dairesine sokuyor ki buna karşı hayret ve takdir göstermemek mümkün değildir” cümleleri bulunmaktadır. Tabii şair ile “nâzım” (sadeleştirmede biz bu kelimeyi “manzumeci” olarak karşıladık) arasında mühim bir fark vardır. Bir klişeyi tekrarlayalım: “Her şiir bir manzumedir ama her manzume (yani vezinli ve kafiyeli söz) şiir değildir.” Şimdi sarf edeceğim cümleleri her halde tahmin etmişsinizdir. Yani Akif iyi bir manzumeci yani sıradan bir edebiyat adamı olabilir ama birinci sınıf bir sanatkâr olamaz, demek istiyor kendisi de bir şair olan Fuad Köprülü. Lakin tarih kimin birinci sınıf kimin üçüncü sınıf, kimin şair kimin manzumeci olduğunu göstermiştir.
Akif’in şiirlerinin avam yani cahil halk tarafından beğenildiği, gerçek sanatkârların sessiz kaldığı iddiası, Fuad Köprülü’nün de saygı duyduğu birçok edebiyat ve sanat adamının sonraki yıllarda yaptıkları övgülerle çürümüştür. Akif de Safahat’ı devam ettirmiş; Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Âsım ve Gölgeler başlıklı 6 şiir kitabı daha yayınlamış; şairliğini ve şiir kudretini dosta düşmana kabul ettirmiştir. Hele Çanakkale Şehitlerine yazdığı o her türlü övgünün üstündeki şiir, hele Türk edebiyatının en büyük destanı ve marşı olan “İstiklal Marşı”. Bu şiirlere yalnızca manzume, şairine de manzumeci demek artık kimin haddine…
Bir şairin ilk şiirleri daha yoğun daha bütüncü ve daha zor anlaşılır bir durumdadır. Bu sebeple Fuad Köprülü’yü mazur görebiliriz. Köprülü’nün bu yazıdan sonra Akif’in şiirleri hakkında bir daha yazı yazıp yazmadığını araştırma imkânım olmadı ama bildiğim kadarıyla böyle bir yazısı yok. Eğer öyleyse kanaatlerini devam ettirmiş demektir ki bu da ne bir aydına ne de bir edebiyat tarihçisine asla yakışmayacak bir şeydir.
***
Geçenlerde yapılan bir araştırma, Mehmed Akif’in gençler arasında tanınma oranının % 50 olduğunu (Brad Pitt’in % 85, Angelina Jolie’nin % 85, Che Guavera’nın % 71) ortaya koyuyordu. Yeni bir araştırma yapılsa ve üniversite mezunları arasında Safahat’ı anlama düzeyi araştırılsa acaba ne kadar çıkardı? % 10 galiba çok iyimser bir tahmin olurdu diye düşünmekten ve üzülmekten kendimi alamıyorum.
Gerçi her sene Akif’i, Çanakkale Şehitleri ve İstiklal Marşı’nı anma günleri düzenleniyor ve etkinliklerde milli şairimizin şiirleri okunuyor. İstiklal Marşı’nı ezberden okuma yarışmalarıyla gençler bu büyük şiire yaklaştırılıyor, vesile ile Akif’i de unutmamaları sağlanıyor. Lakin Türkçenin büyük şiir abidesini anlamak ve mübarek şairini anmak için bunları yeterli görmüyoruz.
Safahat’ın muhteşem lisanı ile bugünkü dil arasında maalesef bir uçurum oluşmuştur; gençler Safahat’ı bu yüzden okuyamamakta ve tabii ki anlayamamaktalar. Engel yalnızca dil ve kelime de değildir; Safahat’taki kelimeleri lügatçe olarak hem de aynı sayfaya derç eden yeni baskılar vardır, tebrik ve teşekküre de şayandır, ama yine de yeterli değildir. Devir ve anlayışlar da değişmiştir; insanımızın yönelişlerinde de derin farklılıklar oluşmuştur. Bunun için açıklama, eski deyimle şerh çalışmasına ihtiyaç vardır. Safahat’ı ve Akif’i anlamanın ilk adımı da bu olacaktır. Ve öncelikle üniversite öğrencileri ve mezunlarını Safahat’a yaklaştırıcı seminer, sempozyum, Safahat okumaları vb. etkinliklerine ihtiyaç vardır. Günlük gazetelerde ve dergilerde, televizyon ve radyolarda bu tür çalışmalar da makes bulmalıdır ki insanımızın ilgisi bu faaliyetlere çekilebilsin.
Vesile ile burada bir kere daha vurgulamak istiyorum ki Mehmed Akif’in tam biyografisi hâlâ yazılamamıştır. Evet, hakkında yazılmış birçok iyi kitap vardır ama arşiv belgelerine dayanan, şimdiye kadarki bütün kitap ve yazıları özümseyen, Akif’i kendi devri içinde objektif olarak değerlendiren bir biyografi, kim ne derse desin, hâlâ yayınlanmış değildir. Memleketimizde bu kadar edebiyat fakültesi vardır, buralardan mezun şu kadar akademisyen ve edebiyat öğretmeni vardır ama Mehmed Akif’in tam bir biyografisi hâlâ yoktur, vâ esefâ…
Bu yazıyı kaleme alırken Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin Safahat maddesine de baktım elbette. İyi yazılmış bir madde ama maalesef eksik. Safahat’ı ve içindeki kitapları anlatmış ama Safahat’ı değerlendiren, Türk şiiri içindeki yeri ve kıymetini ortaya koyan; (yazımızla ilgili olan tarafıyla da) hakkındaki tartışmaları ve uyandırdığı ilgiyi ortaya koyan tek kelime bile yok. 20. ciltten sonra maddeleri kısaltma yoluna gittiklerini duymuştum ama bu durumun bir maddede muhakkak olması gereken bilgileri yazmamayı gerektireceğini de zannetmiyorum. İnşallah yeni baskılarında bu eksiklikler giderilir.
***
Bu yazıyla büyük Akif’in Safahatının yayınlandığı ilk yıllarda uyandırdığı etki üzerinde bir nebze durmuş olduk, büyük şairimizi biraz olsun gündeme getirebildiysek ne mutlu bize. En mühim mesele ise Akif’in de ideali olan Âsım’ın neslini yani bu ülkenin gerçek aydınlarını yetiştirmektir. Şiirde, sanatta, edebiyatta, fikirde ve eylemde herkesin önünde olacak neslin ortaya çıkmasına vesile olmaktır. Bu meselede Akif’in kendisi de bizzat örnektir; bu yazı zaten onun için yazılmıştır. Söylenecek söz çok lakin sözün hitam bulması gerekiyor. Büyük Akif’e bırakalım da büyüğümüz söylesin son sözü:
“Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak; (16)
İçtimâî bütün âmillere, kudretlere bak!
Bunların her birinin kuvveti, mâziye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden
En derin köklüsü, en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir
Göreceksin ki: bu millette fazilet uzun uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Din-i mübîn.
Hâdisât etmesin, oğlum, seni asla bedbîn…
İki üç balta ayırmaz bizi mâzimizden…
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden”
(mütesellî: teselli bulmuş olan, teselli bulan. içtimâî: topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair; cemiyet hayatına ait ve müteallik; sosyal. âmil: sebep. hâdisât: yeni olan şeyler; hâdiseler. bedbîn: ümitsiz; kötü görüşlü.)
H. M. Hepsev’in bu yazısı, Yüce Devlet Dergisi’nde (1 Ekim 2009 tarihli 2. sayısı) yayınlanmıştır.
_______________________________________________
Dipnotlar:
(1) Fuad Köprülü’nün bu yazısı, Musavver Salnâme-i Servet-i Fünûn (Resimli Servet-i Fünûn Yıllığı)’nda [toplayan ve yazan: İsmail Subhi; 1328 Mali senesi (1 Mart 1327–28 Şubat 1327 (miladi 14 Mart 1911- 12 Mart 1912), İstanbul, s. 337–338] yayınlanmıştır.
Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuat Köprülü (1890-1966). Tarihçi, edebiyat araştırmacısı ve siyaset adamıdır. 1909’da Fecr-i Ati topluluğuna katılan ve şiirlerini 1913’e kadar Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde yayımlayan Köprülü, vasat bir şair olarak kalmıştır. Yazarlığa başladığı ilk yıllarda “Milli Edebiyat” ve “Yeni Lisan” akımlarına karşıydı. Ziya Gökalp’in çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat akımını benimsedi. 1913’te, Halit Ziya Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfünunu Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine getirildi. 1923’te Edebiyat Fakültesi dekanı oldu. 1925’te Türkiyat Mecmuası’nı çıkarmaya başladı, ünü giderek dünyaya yayıldı, birçok uluslararası kongreye Türkiye temsilcisi olarak katıldı. 1928’de Türk Tarih Encümeni başkanlığına seçildi. 1933’te ordinaryüs profesör oldu. 1934’te siyasete atılarak Kars milletvekili oldu. 1935’te, Paris’te Türk Tetkikleri Merkezi’nde verdiği konferansların toplamı olan Les Origines de L’Empire Otoman (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adlı kitabı yayımlandı ve büyük yankı uyandırdı. Celâl Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan ile birlikte Demokrat Parti’yi kurdu. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara gelince, dışişleri bakanı oldu. 1956’ya kadar sürdürdüğü bu görevi sırasında Türkiye’nin NATO’ya girişinde etkin rol oynadı. 5 Temmuz 1957’de Demokrat Partiden istifa ederek Hürriyet Partisi’ne girdi. Verimli bir araştırmacı olan Köprülü, ardında 1500’ü aşkın kitap ve makale bırakmıştır. Asıl yararlı çalışmalarını Türk Edebiyatı ve Türk Halk Edebiyatı araştırmaları oluşturur. Başlıca Eserleri: Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı (1916); Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1919 ve 1966); Nasrettin Hoca (1918-1981); Türk Edebiyatı Tarihi (1920); Türkiye Tarihi (1923); Bugünkü Edebiyat (1924); Azeri Edebiyatına Ait Tetkikler (1926); Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türk-i Basit (1928); Türk Saz Şairleri Antolojisi (1930-1940, üç cilt); Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar (1934); Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatı’nın Tekamülüne Bir Bakış (1934); Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu (1959); Edebiyat Araştırmaları Külliyatı (1966); İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi (1983, ölümünden sonra).
(2) Hamdullah Suphi Tanrıöver (1885-1966). Edebiyatçı, yazar, hatip, milletvekili, siyasetçi. Orta öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladı; Ayasofya Rüşdiyesi’nde hitabet ve Fransızca, Darülmuallimin’de edebiyat, Darülfünun’da Türk-İslam sanatı dersleri verdi. 1909’da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. 1911’de bu topluluktan ayrılarak Genç Kalemler çevresinde gelişen Milli Edebiyat Akımı’na bağlandı. 1912’de milliyetçilik akımının İstanbul’daki merkezi olan Türk Ocağı’na girdi ve başkan oldu. İstanbul’daki işgalci güçlere karşı düzenlenen açık hava toplantılarında, daha sonra TBMM’de ve Kurtuluş Savaşı yıllarında hitabetin etkili örnekleri olarak gösterilen konuşmalar yaptı ve güçlü bir hatip olarak tanındı. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na (1920) Antalya mebusu olarak seçilmiştir. TBMM’nin ilk döneminde Antalya, 1923’te İstanbul milletvekili olarak bulundu. 1920 ve 1925 yıllarında iki kez Milli Eğitim Bakanı oldu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız Manisa milletvekili, 1954’te yine DP’den İstanbul milletvekili seçildi. 1957’de Hürriyet Partisi adayı olarak katıldığı seçimleri yitirdi ve 1966’da ölümüne kadar Türk Ocakları Merkez Heyeti’nin başkanlığını yürüttü. Konuşmalarından seçmeler Dağ Yolu (1928–1931), yazıları da Günebakan (1929) isimli kitaplarda toplandı.
(3) Sürûrî (1752-1814). Divan şairi. Birçok yerde kadılık yapmıştır. Ebced hesabıyla tarih düşürmekteki başarısından Süruri-i müverrih diye de anılmıştır; bu konudaki yeteneği ve zekâsı bütün divan şairlerinin üstündedir. Aynı zekâyı Hezliyyât’ında da göstermiş; çağının şaka, alay ve hicivlerindeki tarzı devam ettirmiş, küfür ve müstehcen ifadeleri fazlasıyla kullanmış; bu tür şiirlerinde de “Havâî” mahlasını kullanmıştır.
(4) Fecr-i Ati “geleceğin aydınlığı” anlamına gelir ve Edebiyat-ı Cedide’ye tepki olarak doğan bir akımdır. İlk kuruluşunda Ahmet Haşim, Refik Halit Karay, Emin Bülend Serdaroğlu, Şehabettin Süleyman, Ali Canip Yöntem, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fuad Köprülü, Tahsin Nahit, Mehmet Behçet Yazar’dan oluşan Fecr-i Aticiler, 24 Şubat 1909’da sanat anlayışlarını, amaç ve ilkelerini bir bildiriyle açıklayarak edebiyatımızda bir ilke imza atmışlardır. Bu üyelerden kimileri anlaşmazlık ya da başka nedenlerle topluluktan ayrılmışlardır; 1912 sonlarında dağılan topluluğa önce Faik Ali Ozansoy, sonra sırasıyla Fazıl Ahmet, Hamdullah Suphi ve Celal Sahir Erozan başkanlık etmişlerdir. Babıâli’deki Hilal matbaasının bir odasında ilk toplantısını yapan ve Faik Ali’nin bulduğu Fecr-i Ati adını benimseyen topluluğun sanat anlayışı yayımladıkları bildiride yer alan şu düşüncede odaklaşır: “Sanat şahsi ve muhteremdir.” Örnek olarak da şiirde simgeciler, öykü ve romanda Maupassant, tiyatroda İbsen’i aldılar. Fecr-i Aticiler, Edebiyat-ı Cedide’ye karşı olmakla birlikte ne tepkilerini açık seçik ortaya koyabildiler, ne de özellikle dil açısından ondan kopabildiler. Üstelik her fırsatta tersini belirtmelerine karşın Edebiyat-ı Cedide’nin süreği sayıldılar; bir dergi çıkaramamaları ve başlangıçta Servet’i-Fünun dergisi çevresinde toplanmaları da buna yol açtı. Fecr-i Ati’nin bir akım değil, birbirlerine arkadaşlık duygularıyla bağlı genç sanatçıların oluşturduğu bir topluluk saymak gerekir.
(5) Celâl Sahir Erozan (1883-1935). Şair, yazar, yayıncı ve politikacı. “Aşk ve kadın şairi” olarak tanınan sanatçı, dilin sadeleşmesi gerektiğini savunmuş, Türk Dil Kurumu’nun kurucu dört üyesi arasında yer almıştır. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati donemlerinde Servet-i Fünun şairi, Milli Edebiyat döneminde Türkçü, Cumhuriyet yıllarında ise Kemalist olmuş; Atatürk’ün yakın çevresinde yer almış, milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’inde bulunmuştur. Şiirde her yeniliği benimsedi. En sonunda vezinsiz şiir akımına katılacak kadar yenilikçiydi. Cumhuriyetin ilanından sonra 1928’de Zonguldak Milletvekili seçildi. Eserleri: Beyaz Gölgeler (1898 -1909 arasında yazdığı şiirler); Buhran (1909); Siyah Kitap (şiirler, düzyazılar; 1911).
(6) Abdülhak Hamit Tarhan (1851-1937). Şair, tiyatro yazarı, büyükelçi. Abdülhak Hamid, Tanzimat sonrası bütün edebi ve siyasi devirleri yaşamış bir şairdir. Tanzimatı, Meşrutiyetleri ve Cumhuriyeti görmüştür. Uzun seneler doğuda ve batıda diplomat olarak bulunması her iki edebiyatı tanımasına sebep oldu. Bu sebeple Türk şiirine Batıdan yeni konular, serbest düşünce ve şekiller getirdi. İlk başlarda Tanzimat ekolünün tesirinde kalmış, Batıyı tanıyınca, klasik edebiyattan ayrılmıştır. Eserlerinde Batı edebiyatından bilhassa Shakespeare ve Victor Hugo’nun tesirleri açıkça görülür. Şiirlerinde romantik ve felsefi düşünceleri, ölüm duyguları ve insan kaderini konu alır. Batı yazarlarından etkilenerek yazdığı dramalar Türk tiyatrosuna felsefi düşünceyi sokmuştur. Kendisine Şair-i azam (en büyük şair) unvanı verilmiştir. Şiirleri: Makber, Ölü (1885); Kahpe (1885); Bala’dan Bir Ses (1911), Validem (1913); Yadigar-ı Harb (1913); İlham-ı Vatan (1918); Tayflar Geçidi (1919); Garam (1919); Yabancı Dostlar (1924). Tiyatroları: Macera-ı Aşk (1873); Sabrü Sebat (1875); İçli Kız (1875); Duhter-i Hindu (1876); Tarık yahut Endülüs’ün Fethi (1879); İbn-i Musa (1880); Finten (1898); Nesteren (1878); Tezer (1880); Eşber (1880); Sardanapal (1908); Liberte (1913).
(7) İsmail Safa (1867-1901). Şair, yazar, eleştirmen. Ünlü yazar Peyami Safa’nın babasıdır. “Tanzimat” ile “Servet-i Fünûn” dönemleri arasındaki kuşaktandır. İsmail Safa, II. Abdülhamid’e cephe alan o dönemin aydınlarındandır. Kendi görüşünde olan Ubeydullah Bey, Hüseyin Siret, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi arkadaşlarıyla sık sık toplantılar yapıyordu. O günlerde yazdığı “Ey Halk Uyan” ve “Sultan Hamid’e” adlı şiirleri büyük ilgi, bir o kadar da tepki uyandırdı. Şiirleri: Sünühat (1889); Huz mâ Safâ (1891); Mağdûre-i Sevdâ (1891); Mevlid-i Peder-i Ziyâret (1895); Mensiyyât (1896); Hissiyât (ölümünden sonra, 1912); İntâk-ı Hakk’ın Tahmisi (ölümünden sonra, 1912); Edebi eleştirileri: Mülâhazat-ı Edebiyye (1897); Muhâkemât-ı Edebiyye (Ölümünden sonra, 1913); Çeviri: Vehâmetli Sevdâlar (Kardeşi Ahmed Vefa ile birlikte, Emmanuel Gonzales’ten çeviri).
(8) Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944). Milli Edebiyat akımının öncü şairleri arasında yer almıştır. Şiir yazmaya Servet-i Fünun’da başlayan Yurdakul, bütün şiirlerinde sade bir dil ve hece ölçüsü kullandı; konularını toplum dertlerinden, sosyal-epik hayat sahnelerinden aldı; uyarıcı-öğretici şiirler yazdı. İttihat ve Terakki üyesiydi. Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı ve başkanı oldu. Kitapları: Türkçe şiirler (1899); Türk Sazı (1914); Ey Türk Uyan (1914); Tan Sesleri (1915); Zafer Yolunda (1918); Aydın Kızları (1919); Dante’ye (1920); Mustafa Kemal (1928); Ankara (1939); Cenge Giderken (1886?); Fazilet ve Adalet (1890); Ordunun Destanı (1915); Dicle Önünde (1916); İsyan ve Dua (1918); Turan’a Doğru (1918); Türk’ün Hukuku (1919), Kral Corc’a (1928).
(9) Ali Ekrem BOLAYIR (1867-1937). Namık Kemal ‘in oğludur. Edebiyat-ı Cedide Topluluğu’nun üyelerindendi. Şiirlerinde ve eleştiri yazılarında A. Nadir takma adını kullandı. Edebiyat-ı Cedide dönemindeki şiirleri bireysel konuları işler; 1908’den sonra toplumsal konuları içeren, günlük yaşamı yansıtan şiirler yazdı. “Ahenk vezinden doğar” görüşünü savunarak yeni aruz kalıpları aradı; hece veznini de denedi. Kitapları: Ruh-ı Kemal (1909); Zilal-i İlham (1909); Çocuk Şiirleri (1917); Ordu’nun Defteri (1918); Şiir Demeti (1925); Vicdan Alevleri (1925).
(10) Bu âlim, Karl Groos (1861-1946) olmalıdır. Karl Groos, Alman psikolog ve filozofudur. Estetiğe Giriş (1892) kitabı meşhurdur.
(11) “Ah, aşktan (çektiğim)” anlamında Arapça ibare. Tamamı şöyledir: “âh minel-aşk ve hâlâtihi / ahraqa qalbî bi-harârâtihi (Ah, aşktan ve hallerinden çektiğim; kalbimi sıcaklığıyla yaktı.)” Bu Arapça beyit hüsn-i hattla yazılır; “âh”ı teşkil eden iki harften elif’in üstünden dumanlar çıkar, he’nin iki gözünden çıkan yaşlar deniz olur; bu şekildeki levhalar da misafir odasına asılırdı. (Manisa’daki bazı eski ailelerin evlerinde bu şekildeki levhaları gördüm.) Günümüzden bakınca nostaljik bir güzellik olarak görünen bu tarz eserlerin, kendi zamanında da basit olmadığını ancak hali vakti yerinde ve bedii hisleri gelişmiş olan ailelerin evlerinde bulunduğunu biliyoruz. Tabii bu tür aileler Osmanlı’nın son döneminde fakir düşmüş ve iyice mütevazı bir hayat sürmüşlerdir. Fuad Köprülü’nün bu eserleri düşük görmesinin ardında bu vardır. Ayrıca destanlar ve Köroğlu hikâyeleri, edebiyatımızın en temel eserleridir ki Fuad Köprülü gibi bir edebiyat tarihçisinin bu eserleri hor görmesi, kabul edilir bir şey değildir; bu tavır, ancak edebi haset ya da mesleki kıskançlık psikolojisiyle açıklanabilir ve kemalat sahiplerine asla yakışmaz.
(12) Muallim Naci (1850-1893). Şair, yazar, gazeteci, araştırmacı. İlk şiirlerini “Nâcî” mahlasıyla 1867’den başlayarak yazdı. 1883’te Ahmed Mithad Efendi’nin önerisiyle Tercüman-ı Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmeye başladı. “Mesud-ı Harabî” takma adıyla yayınladığı aruzla yazılmış gazelleriyle ün yaptı. 1994’te Ahmed Mithad’ın kızıyla evlendi. Kayınpederi tarafından Tercüman-ı Hakikat’i eski edebiyat yanlılarının sözcüsü durumuna getirmekle suçlanınca istifa etti. Yazılarını diğer gazetelerde ve kendi çıkardığı Mecmua-i Muallim dergisinde sürdürdü. Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Hukuk’ta edebiyat dersleri verdi. Aruzla ve divan edebiyatının hemen her türünde yazdığı şiirler yüzünden eski edebiyatın temsilcisi sayıldı. Ama yeni edebiyata karşı çıkan, eskiyi savunan bir yazar olmadı, divan şiiri kurallarını da tam olarak uygulamadı. Recaizade Mahmut Ekrem ve çevresindeki genç şairlerle giriştiği tartışmalar, döneminde Türk edebiyatına yeni bir soluk getirdi. Servet-i Fünun yazarlarını önemli ölçüde etkiledi. Edebiyat tarihi ve sözlük çalışmalarıyla da ilgi çekti. Victor Hugo, S. Prudhomme, Alphonse de Musset ve Emile Zola’dan Türkçe’ye çeviriler yaptı. Şiirleri: Terkib-i Bend-i Muallim Naci; Ateşpare (1883); Şerâre (1884); Fürûzan (1885); Sümbüle (1889); Yadigâr-ı Naci; Eleştiri: Muallim (1886); Demdeme (1886). Hatıra: Medrese Hatıraları (1885); Ömer’in Çocukluğu (1890–1969). Sözlük: Lügat-ı Naci (1891–1978); Araştırma: Osmanlı Şairleri (1890–1986); Istılahât-ı Edebiyye (1890–1984); Esâmi (1890). Mektup: Muhaberat ve Muhaverat (1884); Şöyle Böyle (1884); Mektuplarım (1886). Piyes: Heder (ölümünden sonra, 1908).
(13) Faik Ali Ozansoy (1875-1950). Servet-i Fünûn şairlerinden. Süleyman Nazîf’in kardeşidir. Fâik Ali, Nâmık Kemal, Recâizâde Ekrem ile Hâmid’in hayrânıdır. Hâmid’i taklit etmesi, edebiyatımızda İkinci Hâmid olarak tanınmasına yol açtı. Tevfik Fikret’le yakın ilişkisi kendi kişiliğini bulmasına yol açtı. Faik Ali, ferdî konulara yönelme ve kendi iç dünyasını dile getirme yönünden tipik bir Servet-i Fünûn şairidir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Faik Ali, ferdiyetçilikten sıyrılarak şiirlerinde yurt sevgisini işledi. Tiyatro türünde eserler verdi ise de başarılı olamadı. Eserleri: Fâni Teselliler (1908); Midhat Paşa (1908); Temâsil Kapısında (1918); Elhân-ı Vatan (1915); Şâir-i Azama Mektup (1923); Pâyitahtın Kapısında (manzum piyes, 1918); Nedim ve Lâle Devri (manzum piyes, 1950?).
(14) Michel Zevaco (1860-1918) Fransız gazeteci, yazar, film yönetmeni. Edebiyat Fakültesi’nde okurken yıldız bir öğrenci olan Zevaco, daha sonra Viyana’daki Isere Koleji’nde retorik (güzel söz söyleme sanatı) profesörü olmuştur. Fakat dönemin hükümeti kendisini ilerici düşüncelerinden dolayı görevden uzaklaştırınca Zevaco’nun profesörlüğü çok kısa sürer. Bunun üzerine Paris’e giden Zevaco, Jules Ragues tarafından yönetilen L’Egalite’nin yazı işleri müdürü olarak çalışmaya başlar. 1890’lı yıllarda polemikleriyle ün yapan Zevaco, zamanın devlet yöneticileriyle giriştiği mücadeleler sonucunda Saint-Pelagie siyasi mahkûmlar hapishanesinde bir süre yatar. Dönemin politikacılarıyla yaptığı polemiklerde kullandığı söylem, ilerde Pardaillan romanlarında ortaya çıkar. L’Egalite kapanınca, Zevaco Coirrier Français ‘in sanat ve edebiyat eleştirmeni olur. Fakat kırk yaşına ulaşan Zevaco, yaşamında yeni bir dönüm noktasına gelmiştir. Evli ve beş çocuk babası olan Zevaco’nun artık tek amacı çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmektir. Bunun üzerine Zevaco, tarihi romanlar yazmaya başlar ve ilk yapıtı olan Borgia, gazetelerde çok büyük bir başarı kazanır ve yazarın şöhreti artar. Pardaillan’ın maceralarında yoğun ve heyecanlı bir tarih dönemi anlatılır; sürükleyicilik ile yazarın kurgusundaki özen birleşmiş ve bu romanlar dünya edebiyatındaki mutena yerini almıştır.
(15) Bu tartışmaların bir özetini Dergah Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nden (7. cilt, s. 409) alalım: “Mehmed Âkif’in sanatı, şairliği ve “Safahat”ı üzerine pek çok yazı kaleme alınmıştır. Bunlardan Ispartalı Hakkı’nın “Âkif ve Safahat”, Mithat Cemal’in (Kuntay) “Safahat hakkında notlar” yazıları, Servet-i Fünûn dergisinde Hamdullah Suphi ile Celâl Sahir’in bu konudaki münakaşaları, Ali Ekrem’in “Sahâif-i tenkid” genel başlığı altında çıkan yazıları, Süleyman Nazif’in 1919’da Servet-i Fünûn’da tefrika edilip 1924’de kitap haline gelen Mehmed Âkif incelemesi, Midhad Cemal Kuntay’ın Mehmed Âkif adlı eseri bilhassa mühimdir. Cenab Şahabeddin 1921’de kaleme aldığı bir yazısında “Şair-i millî nâmıyla ırkımızın rüsûm ve an’anâtına ait neşideler kastediyorsak, pîşinde serfürû edeceğimiz bir dehâ-yı şi’r görüyorum: Mehmed Âkif… Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir billûr-ı beyan içinde menâzır-ı milliyeti teşhir etmemiştir. Türk ve İslâm ruhu Safahat’ın ruşeym-i ilhamı oldu. Tarih-i edebiyat şimdilik büyük Âkif’den daha büyük bir İslâm ve Türk şairi tanımaz” [Milli şair adıyla ırkımızın geleneklerine ait şiirleri kastediyorsak, önünde başımızı eğeceğimiz bir şiir dehası görüyorum: Mehmed Âkif… Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir ifade billurluğu içinde milliyet manzaralarını teşhir etmemiştir. Türk ve İslâm ruhu Safahat’ın ilhamının ruşeymi oldu. Edebiyat tarihi şimdilik büyük Âkif’den daha büyük bir İslâm ve Türk şairi tanımaz. (Sadeleştirme tarafımızdan yapılmıştır.)]” demektedir.”
Görüldüğü gibi, burada Fuad Köprülü’nün yazısından hiç bahsedilmiyor. Bulamadıklarından mı, bulup da önemsiz saydıklarından mı, bilinmez; lakin şu kati bir gerçektir ki Edebiyatımız tarihimiz, gerçekten mühim eksikliklerle doludur. Bunları giderecek ve her meseleyi en ince detayına kadar araştırıp bulacak; her şahsiyet, dönem ve akımı yerli yerine oturtacak olan ilim adamlarımızın himmetini beklemektedir. Bu tür mütevazı yazılarımızla bu çalışmalara bir katkı yapabilirsek kendimizi mesut sayacağız.