ÜÇ MÜLKİYELİ, ÜÇ HATIRAT ve DARBELER
Üç Mülkiyeli, Üç Hatırat
Bu yazımızda, üç aydının hatıratlarını konu edineceğiz. Birisi üniversitede öğretim üyeliği ve gazete yazarlığı yapan, bir dönem siyasette aktif olarak bulunmuş olan bir kişi; diğeri yayın yönetmenliği de yapmış bir gazeteci; sonuncusu da gazete ve dergi çıkarmış, parti kurmuş bir mütefekkir. Birisi eski ülkücü, yeni milliyetçi demokrat; birisi eski solcu, yeni liberal demokrat; diğeri de bir Müslüman aydın. Ortak yanları ise Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye)’den mezun olmaları. Hatıratları, bir devri aydınlatıyor elbette ama mülkiyeli olmalarından ötürü siyasi tarihimiz açısından da önemli. Bu yazımızda bu üç kitabı (darbe meselesi ülkemizin önemli konularından biri olduğundan) daha çok darbe ile ilgili iktibaslar yaparak ele almaya çalıştık.
Kanaatimce bu üç eser birlikte okunmalı. Elbette kıyaslamak için ama mesele sadece kıyas değil. Üç ayrı fikrin yönetime bakışının (özelde darbeler ve bunlara karşı alınan tutumlarının) künhüne vararak öğrenebilmek için böyle yapmak gerekir kanaatindeyim. Yusuf Akçura’nın 1904 yılında yayımladığı (ve Osmancılık, Pan İslamizm, Türkçülük fikirlerini inceleyip kıyasladığı) Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesi gibi farklı dünya görüşlerini ve siyasetlerini bir arada inceleyen kapsamlı çalışmalar günümüzde maalesef bulunmuyor. Hâlbuki (bir ilaveyle yani Batıcılıkla beraber) bu dört ana dünya görüşü ülkemizde hâlâ çok canlı bir şekilde yaşıyor, savunuluyor, tartışılıyor ve bunlar için mücadele ediliyor. Onun için bu fikirleri savunanların eserlerini bir arada inceleyip farklılıkları, tutarlılık ya da tutarsızlıklarını, faydalarını veya zararlarını tartışmak; ülkemiz, millet ve devletimiz, geleceğimiz için çok değerli bir eylem olacaktır.
Milliyetçi Mülkiyeli
En gencinden yani 1956 doğumlu Mümtaz’er TÜRKÖNE’den başlayalım isterseniz. Türköne’nin kitabı, DARBE PEŞİNDE KOŞAN BİR NESİL 68 KUŞAĞI (Nesil yay., 8. baskı, İstanbul, 2009) başlığını taşıyor. Önce kitaptan yaptığımız iktibaslara yer verelim daha sonra yorumlarımızı paylaşalım (bazı cümleler tarafımızdan siyah ile dizilmiştir.) :
“Bu kitabı masal ile gerçek arasındaki derin uçurumu göstermek için yazdım. (s.14)”
“İlhan Selçuk’un 1999’da kurmaya teşebbüs ettiği “Kızılelma Koalisyonu” ile MHP’ye övgüler düzmesini de yanlış yorumlamamak gerekir. İlhan Selçuk’ta yani seçkin azınlığımızda değişen bir şey yok. Tek amaç var: Önlerine çıkan her aracı kullanarak devlet içindeki iktidarlarını sürdürmek, halkı devletin uzağında tutmak. MHP’nin bir muhatap olarak görülmesinin sebebi de, eldeki kumaşın ancak böyle bir elbiseye izin vermesinden ibaret. (s.63)”
“Mussolini’nin Otağ yayınlarından çıkan Kara Kitap’ını, tesadüf eseri çok erken bir tarihte okumuştum. Bu kitap sonraları ortadan kaybolduğu için, Türkeş’in sözleri ile bu kitaptaki cümleler arasındaki benzerliği kimse fark edemedi. (s.74) Mussolini’nin “Bayrağı kaptım gidiyorum, düşersem peşimden gelen bayrağı kapsın. Eğer dönersem vurun. Kim dönerse vurun.” Türkeş’in “Davadan döneni vurun. (s.75)”
“Erol Kılınç’ın 68 solunun ipliğini pazara çıkartmak için kaleme aldığı (İhtilal, İhtiras ve İdeal 68 Kuşağı Hakkında, İstanbul, 2008) bu kitapta, tam da 68 yılına ait arkaik faşizmi savunması bu yüzden şaşırtıcı değil. Sağın eleştiri kültürü şifahi bir kültür. Üçüncü şahısların (yani başka ideoloji mensuplarının) olmadığı dost meclislerinde her şey konuşulur. Her şey dile getirilir. Her şeyden gerekli dersler çıkartılır. Ama yazıya dökülmez. Sağda yazılar değil, konuşanın gözlerindeki tereddüt kırılmalarını bile takip ederek dinleyeceğiniz sözler önemlidir. (s.76)”
“Sağda eş zamanlı olarak yürüyen üç farklı projenin olduğu anlaşılmaktadır. En iddialısı İslamcı sağdır. Bugün gazetesi ve Kanlı Pazar provokasyonu İslamcı sağın operasyon gücünü gösterir. Milli Türk Talebe Birliği de aynı sıralarda önce sağın, sonra da İslamcı sağın eline geçecektir. İslamcı sağ kısa zamanda durumun farkına varacak ve mümkün olduğu kadar örgütlü şiddetin dışında kalacaktır. Ve bu tutumunu hiç değiştirmeyecektir. Yeniden Milli Mücadele Birliği, başından sonuna kadar özel harp dairesinin belirlediği standartlara göre kurulmuştur. Eski mücadelecilerin yazdıkları, bu konuda açık bir fikir veriyor. Türkeş’in liderliğinde kurulan Ülkü Ocakları ise Solun karşısında vuruşan sağ kutbu, nerdeyse tek başına oluşturacaktır. (s.77–78)”
“Silah teknolojileri çok hızlı değişiyor ve her değişiklikte maliyetler katlanarak artıyor. Birkaç sene içinde eskiyeceği için çöpe atacağınız silah ve ekipmanlara milyarlarca dolar ödemek zorunda kalıyorsunuz. Tamamında olmasa bile birkaç alanda teknoloji üretmek ve savunma sanayini geliştirmek zorundasınız. Üstelik askeri alandaki teknolojik yenilikler sivil alanlara da öncülük ediyor. O zaman özel sektörü, bilim ve teknoloji üreten bütün kuruluşları alıp güvenlik yönetişimine dâhil etmek zorundasınız. Türkiye’nin bugünkü en önemli güvenlik zaafı, güdümlü füzelerin menzili sorunu olarak yaşanıyor. Yabancı gözlemciler Türkiye’nin kısa zamanda nükleer silah üretme kapasitesine sahip olduğunda hemfikirler. Sorun bu silahın da caydırıcı olabilmesi için ucuna takılacak orta ve uzun menzilli güdümlü füzelere sahip olabilmek. Bu sorunun çözümü, teknoloji üreten merkezlerin ve bu işe yatırım yapacak özel sektörün eline bakıyor. Türkiye, yönetişim anlayışı ile savunma sanayiini ekonomiyi peşine takıp sürükleyecek bir öncü sektöre dönüştürebilir. (s.112)”
“Silahlı güç yani Ordu güvenlik yönetişiminde rol alan aktörlerden sadece biri; asıl caydırıcılık diğer aktörlere kayıyor. Bir yılda ürettiği Milli Hasıla’nın üç katı iç ve dış borcu olan bir ülke dünyanın en modern araçlarla donanmış ordusuna sahip olsa bile, güvenliğinden emin olabilir mi? Bu soruya doğru cevap vermek için askerî konularda uzman olmak gerekmiyor. Bugünkü dış güvenliğimizi tehdit eden en önemli sorun doğrudan içimizden bir etnik sorundan kaynaklanmıyor. Siz, aklınızı başınıza alıp sivil bir çözüme ulaşmazsanız, en yüksek askerî savaş yeteneğinin bile bu sorunu bir “güvenlik zaafı” olmaktan çıkartabileceğini öngörebilir misiniz? (s. 114–115)”
“1837’deki Eyalet Meclislerine, 1876 Parlamentosu ve Anayasasına, 1908 sonrası çok partili hayat tecrübesine ve tarihin en zor kader aralığını, Kurtuluş Savaşı’nı her farklı düşüncenin serbestçe dile getirildiği bir Meclis eliyle yürütmesine, kısaca arkasında devasa bir demokrasi tecrübesi bulunmasına rağmen, aynı fil sürüsü bu birikimi de 27 Mayıs’ta yerle bir etmiştir. 27 Mayıs olmasaydı, yapılacak seçimlerle Türkiye’nin iktidarın iki parti arasında el değiştirdiği iki partili sisteme oturması ve istikrarlı bir yönetimin ortaya çıkması mümkündü. Tek Parti iktidarına göre tasarlanmış 1924 Anayasası, bu sisteme uygun şekilde değiştirilir, kuvvetler ayrılığı prensibi yerleştirilir, parlamenter sistem pekiştirilirse tam anlamıyla işleyen, istikrarlı ve güvenli bir demokrasiye sahip olabilirdik. 27 Mayıs asıl desteğini aldığı sol siyaseti zayıflattı. Devlet ile halk arasında sıkışıp kalan ve tercihini “halka karşı devlet”ten yana koyan, “Devlet Partisi” hüviyetini benimseyen CHP siyasî yelpazenin işgal ettiği bölümünü mefluç hale getirdi. Sol kanadı topallayan siyaset ise dengelerini kendi içinde kuramadığı için dışarıdan gelecek müdahalelere karşı savunmasız kaldı. Bugün bile siyasî alana demokrasi dışı müdahalelerin CHP üzerinden yapılması tesadüf değildir. (s.126–127)”
“Terslik şudur: Ordu, sadakat odağı değildir. Askerî hiyerarşi içinde üstlere sadakat gösterilmez; itaat edilir. İdeolojiler sadakati parti gibi siyasî örgütlere yönlendirir. Ordu kendisi için var olan bağımsız siyasî değer değildir. O zaman ilişki tersine döner; vatan ve millet için var olan ordunun yerini, ordu için var olan vatan ve millet alır. Eğer sadakat gösterilecekse, ordu da, ordu mensupları da, tek tek vatandaşlar da millete ve vatana sadakat göstermek zorundadır. (s. 156)”
“Cemil Meriç yüzde yüz yerli, yüzde yüz evrensel; ikisini de insan için mezceden biriydi. Giriştiğimiz kavgaların bize ait olmadığını, pisi pisine ölüp durduğumuzu söyleyerek büyük ütopyaların peşinde olan bizleri ikna edecek güçte sadece o vardı. Belki de 68’den sonra sadece o vardı. (s.170–171)”
“Erol Güngör, Türk kültür ve medeniyetinin anahtarını bulmuştur. Aleviliğe ve sufiliğe getirdiği bakış, teşekkül evresinde faydalı bir rol oynamışken bilahare zarar vermeye başlayan sufi geleneği ve medrese ile tekke arasındaki rekabetten çıkardığı sonuçlar, Türk devletlerinin teşekkülünü, daha da önemlisi toplumun organizasyonunu anlatmakta; sadece geçmişi değil geleceği de haber vermektedir. (s.181)”
Türköne’nin, yer yer kendisiyle ve gençliğini verdiği hareketiyle yüzleşmeye çalıştığı bu kitabı (kendisinden ve hareketinden çok) darbeleri konu almış. Yazar, darbelere karşı olan demokrat tutumunu kitaplaştırmış, bunda da kendi hikâyesinden yararlanmıştır demek belki daha doğru. Lakin kendisinin de şikâyetçi olduğu sağın içedönük havasından pek ayrıldığı söylenemez. Türköne’nin geçmişle yüzleşmesi bir iki dokundurma, itiraf ve eleştirinin ötesine geçmiyor. Hâlbuki milliyetçi (ülkücü) sağın sağlam bir eleştiriye ve kapsamlı yüzleşmeye büyük ihtiyacı var. Türköne’nin kitabı bu anlamda bir ilk ama bir aydın daha cesur olmalı diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Kitapta Cemil Meriç, Erol Güngör, Şerif Mardin gibi önemli aydınlara ve görüşlerinin önemine de yer verilmiş. Bu, kitabı aynı zamanda yön verici bir hale getiriyor, çünkü aydın meselesi ülkemizin en önemli ve hatta öncelikli konularından biri. Ciddi, tutarlı, kafaları ve gönülleri büyük aydınlar insanlarımızı millet, toprağımızı vatan yaptı; gerçek aydınlar yine bizi uyandıracak, canlandıracak, uzlaştıracak ve birleştirecektir. Milletimiz eskiden bu hususta tekçi davranmamış; Hz. Mevlana’ya da, Hacı Bektaş Veli’ye de, Yunus Emre’ye de ve diğerlerine de ya da hepsine de büyük saygı göstermiştir. Bugün de yapılması gereken budur, gerçek aydınlarımıza gereken saygı, sevgi ve ilgi gösterilmeli; onlardan gereği gibi istifade edilmelidir. Onun için Türköne’nin, Üstad Sezai Karakoç’tan istifade etmiş olmasını temenni ve ümit ederdik; âcizane tavsiyemiz bundan sonra bu büyük kaynağa gereği gibi yönelmesidir. Çünkü Sezai Bey, aziz milletimiz ve bin senelik vatanımızın bu asırda yetiştirdiği en büyük aydınlardandır; hizmeti ve etkisi hâlâ devam etmektedir Böyle bir büyüğümüz varken ondan ve eserlerinden neden istifade etmiyoruz, neyi bekliyoruz?
Solcu Mülkiyeli
1944 doğumlu Hasan CEMAL’in, Kimse kızmasın, kendimi yazdım, [Doğan Kitap, 18. baskı, İstanbul, 2008 (ilk baskı 1999)] başlıklı hatıratıyla ilgili bahsimize, yine kitaptan iktibas ettiğimiz bölümlerle başlayalım:
“ “Devrimci Ordu Gücü” diye Devrim dergisinin birinci sayfasında bazen boy gösteren bildirilerden söz ediyorum. Avcıoğlu o tarihlerde bir örgüt kurulacaksa, bir bildiri yayınlanacaksa, hepsinin başına bir “ordu” sözcüğünün geçmesini isterdi. Gençlere de bunu tavsiye ederdi. O günlerde adında ordu sözcüğü geçen, mesela Deniz’lerin Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu gibi, bazı örgütler kuruluş aşamasında Avcıoğlu’nun bu tavsiyesini göz önünde tuttular mı, şimdi bilemiyorum. Belki de askere selam çakmanın, şirin görünmenin bir yolu olarak görürdü Avcıoğlu bunu… “Devrimci Ordu Gücü” bildirileri askeri kışkırtmak için kaleme alınırdı. (s. 34–35)”
“… Doğan Avcıoğlu bir anayasa taslağı hazırlamıştı. Büyücek bir zarfa koyup sana teslim etmiş ve Kavaklıdere’deki bir adrese götürüp Binbaşı Yılmaz Akkılıç’a teslim etmeni istemişti. Bundan kimseye söz etmeyecektin. Cuntacılıkta mutlak gizlilik, soru sormadan görevi yerine getirmek esastı. (s.49)”
“Sen ne diye bu kitabı yazıyorsun? Günter Grass’ın deyişiyle “Kurtuluşu geçmişe sığınmakta” mı buldun? Bu arada meraktan soruyorum. Ne diye bu kadar çok alıntı yapıyorsun? Başkalarının cümlelerine sığınıyorsun kendini anlatırken? Belki de kendi sözcüklerimle kendi duygu ve düşüncelerimi iyi ifade edemediğim için… Bu kitabı geçmişe sığınmak için değil, geçmişi herkesle paylaşmak için yazıyorum. İçimdekileri atıp yeni bir şeyler yaratabilmenin mekanını yaratma çabası da olabilir bu. (s.53)”
“Hayata hevesle atıldığım doğru. Bu hevesim hiç sönmedi. Hâlâ orta yaşlı sayılırım. İşimi, gazeteciliği hâlâ hevesle yapıyorum. Tıpkı bu kitabı yazarken olduğu gibi. Hayatta umduğunu bulamayan kırık adamlardan biri saymıyorum kendimi.
Yani yaptıklarından pişman değilsin.
Pişman olsan neye yarar ki? Mazinden, kendi kişisel tarihinden intikam mı alacaksın? Olur mu öyle şey? Önemli olan kendi kendini eleştiri süzgecinden geçirebilmek. Klasik bir söz ama aynaya bakabilmek… Ve yaptığın işi hevesle yapmaya çalışmak… (s.53)”
“Dönek ne demek?
Çokpartili rejimi, demokrasiyi yıkıp yerine tek parti diktasını geçirme fikrinden dönmek mi?
Dönek ne demek?
Çoğulcu demokrasi yerine, “işçi sınıfı” adına totaliter bir ideolojinin diktasını savunma fikrinden vazgeçmek mi?
Dönek ne demek?
Her şeyin, malların da, hizmetlerin de, fikirlerin de, ideolojilerin de serbestçe yarışabildiği rekabetçi bir ekonomik ve siyasal düzen yerine, torna tezgâhından çıkmışcasına her şeyin tek tip olduğu, birbirine benzediği otoriter bir kışla düzeni anlayışından vazgeçmek mi?
Dönek ne demek?
Saddam Hüseyin, Hafız Esad, Kaddafi türü Basçı düzenleri antiemperyalistlik, devrimcilik adına Türkiye için örnek almaktan vazgeçmek mi? Bunun için darbe yapmaktan vazgeçmek mi?
Dönek ne demek?
Askerin süngüsüyle kendine iktidar yolu açmaya heveslenip, bu kafaya devrimcilik, devrimci demokratlık vehmetmekten vazgeçmek mi?
Döneklik bütün bunlardan vazgeçmekse, ne denir, o zaman ben de döneğim! (s.54)”
“27 Mayıs da toplumu böldü. Sağ ve sol arsında bir duvar yükselmeye başladı. İdamlarla birlikte, siyaset sahnemizde zaten kıt olan hoşgörü, diyalog, uzlaşma gibi kavramlara iyiden iyiye hasret kalmaya başladı. Herkes demokrasiyi kendisi için istemeye yöneldi. Kendisinden farklı düşünenlere o hakkı tanıyan yoktu. (s.130)”
“Bizler solcuyduk! Sağcılık ayıptı, “faşistlik”ti. “Amerikancılık”tı. Onlar için de biz solcular, “Vatanı Rusya’ya satmaya hazır, Moskova ajanı komünistler”dik. Bizim için “baş düşman” Amerikan emperyalizmi, onlar için “Rus emperyalizmi” idi. Aramızda aşılması güç bir duvar hızla yükseliyordu. Kavga kaçınılmazdı! Çatışmayı kural olarak bellemiştik. Hoşgörünün zerreciği yoktu. Birbirimizi değil anlamaya, yüz yüze gelmeye, karşı karşıya konuşmaya tahammülümüz yoktu. (s.133)”
“Devrimi yaptık mı, sihirli değnek değmişçesine değişecekti dünya. Her şey düzelecekti. Cenneti bu dünyada yaratacaktık. Laik bir dinimiz vardı, adı sosyalizm olan… (s.141)”
“Keşke Karl Popper’ları, Vaclav Havel’leri çok önceleri okumuş olsaydım. Keşke, türk aydınları onlarla çok önceleri tanışmış olsalardı. Keşke, demokrasi düşüncesi Batı’da olduğu gibi benim memleketimin bilim yuvalarında da bütün boyutlarıyla öğretilmiş olsaydı! Popper Açık Toplum ve Düşmanları isimli kitabını 1943’te yazmış. Ben 1960’ta siyasal bilimler okudum. Karl Popper’la tanışmam ise 1980’lerde oldu. (s.153)”
“O zaman beraat etmiş olmanız nereden kaynaklandı? Askerle iş tutmuş olmanızdan değil mi? Örgütlenmeniz derine, yani Ordu’nun tepelerine doğru gidiyordu. Çok fazla kurcalanırsa, işin içine Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da karıştırılabilecekti. Onun için bir yerde kesmek zorunda kaldılar. Öyle sanıyorum. Bu nedenle beraat ettiniz. Yoksa darbe yapmak istemediğinizden, bunun için örgütlenmediğinizden değil. O yüzden devrimci gençlere kıyasla çok daha az çektiniz. Bir süre sonra hepiniz kendi hayatınıza döndünüz. (s.201)”
“Türkiye’de birçok ‘fikir’ kendine militan bulabilmiştir. Ama demokrasi fikrinin militanları pek yoktur. Bu yüzden ülkemizde çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi, güçlü bir entelektüel, düşünsel dayanak edinebilmiş değildir. Oysa bir ülkede, demokratik düzenin belki en önemli güvencesi, o ülkenin siyaset, iktisat ve kültür eliti (seçkinleri) ve özellikle aydınları arasında demokrasi bilinci ve inancının yerleşmesidir diye düşünüyorum. (s.267)”
“Ben de çokpartili demokrasiyi “karşıdevrim hareketi” olarak görmüştüm. 1969’da, 1970’te. Geçen otuz yıl içinde kimileri aynı noktada kaldı ama ben değiştim. Ama değişmediğim bir nokta var: o da, laikliğin korunmasını demokrasi açısından yaşamsal bir konu olarak savunmaya devam ediyorum. Ancak bunun demokrasi içinde olabileceğine inanıyorum. Aynı zamanda “irtica”nın demokrasiye dönük potansiyel bir tehdit oluşturduğunu hiç gözardı etmiyorum. (s.275)”
“Demokrasi, ilahi ya da kozmik bir düzenin yansıması değildir. Demokraside uygulamanın ötesine giden, aşkın hiçbir gerçek yoktur. (s.278)”
“… ben laiklik ve demokrasiyi savunuyorum. Bu ülkede laikliği demokrasinin “altyapısı” olarak görüyorum. Laiklik ve demokrasiden yana olmanın Müslümanlığa aykırı olmadığına inanıyorum. İnsanlar laiklik ve demokrasiden yana olurken, aynı zamanda Müslüman, dindar olabileceklerini, beş vakit namaz kılabileceklerini belirtiyorum. Laiklik ve demokrasiyle İslamiyet’in bir arada yaşayabileceğini, Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, çokpartili demokrasiye adım attığından beri bunu kanıtlayan bir model olduğunu vurguluyorum. (s.280)”
Kendisiyle hesaplaşarak kaleme aldığı ve bir roman gibi zevkle okunan hatıratında, Hasan Cemal, Devrim Dergisi ve12 Mart dönemi anılarından ve devrimcilikten demokratlığa dönüşümünden bahsediyor. Sanatkârane bir üslup, sağlam bir kurgu, alıntılara zenginleştirilmiş bir anlatım, kitabın güçlü yanları. Neredeyse bir fikir kitabı olmasına rağmen, kitap, kendini kolayca okutuyor.
Hasan Cemal’in hatırat kitapları arasında bu kitabın ayrı bir yeri var. Bu kitap sayesinde 1971’in 9 ve 12 Mart’taki olaylarını biraz olsun anlamaya başladık. Bunun için Hasan Cemal’e müteşekkiriz. Anı kitapları, elbette ki bir günah çıkarma eylemi değil; yaşanılan her şeyin anlatılması düşünmek de safdillik olur. Anılar bir devre ışık tutar, tanıklık ederler; işte bu işlevi yerine getirmiş H. Cemal. Kendi penceresinden ve bakış açısından dönüşümünü anlatmış, söyleyeceklerini söylemiş diyebiliriz.
Acaba gerçekten söylemiş mi? Çok konuşarak veya yazarak da gerçekleri söylemeyen çok insan gördüğümüzden yoğurdu üfleyerek yemek istiyoruz. Evet, devrimcilikten yani darbecilikten vazgeçmiş olduğunu, insan hak ve özgürlüklerine saygılı demokrat bir çizgiye geldiğini görüyoruz. Lakin şu cümleler H. Cemal’in şimdiki fikir alt yapısını özetliyor: “Geçen otuz yıl içinde kimileri aynı noktada kaldı ama ben değiştim. Ama değişmediğim bir nokta var: o da, laikliğin korunmasını demokrasi açısından yaşamsal bir konu olarak savunmaya devam ediyorum. Ancak bunun demokrasi içinde olabileceğine inanıyorum. Aynı zamanda “irtica”nın demokrasiye dönük potansiyel bir tehdit oluşturduğunu hiç gözardı etmiyorum. (s.280)” H. Cemal, çağımızın ve memleketimizin en kaypak iki kavramıyla, yani tarifi yapılmamış “demokrasi”, tanımı yapılmamış ve yapılması teklif dahi edilemez “laiklik”le sınırlandırmış kendisini. Ve buraya kadar geldim, daha da bir yere gitmem havasıyla söylüyor bunu. Kendisinin bileceği bir iştir ama bu iki kavram ve olgu daha çok tartışılacak bu ülkede. Hasan Cemal, şu talihsiz sözleri de söylüyor: “İnsanlar laiklik ve demokrasiden yana olurken, aynı zamanda Müslüman, dindar olabileceklerini, beş vakit namaz kılabileceklerini belirtiyorum. (s.280)” Üstad, müslümanlığı beş vakit namazdan mı ibaret sanıyor? Beş vakit namazı kılabilmeyi, bize ihsan mı ediyor? Biz, Kuran-ı Kerim’i, hadisleri ve âlimlerimizin kitaplarını okur, hoca efendilerimize de sorar; ne yapacağımıza ondan sonra karar veririz. H. Cemal kusura bakmasın, fetva için ona ihtiyacımız yok…
Cemal, çok alıntı yaptığından kendisi de şikâyetçi. Alıntı yapmasında bizce bir sorun yok. Lakin alıntı yaptığı insanların çoğu Batılı ve sol kökenli aydınlar. Memleketimizde hiç mi aydın yok, görüşlerine değer verilecek hiç mi akademisyen yok. Ya kendisi çok büyük aydın, iktibasa ihtiyacı yok; ama kitabında sayısız alıntı var; ya da H. Cemal bir oryantalist, ya da ülkemiz aydınlarını görmezden geliyor. Ayrıca darbeci zihniyetini hayatının sonuna kadar devam ettiren Doğan Avcıoğlu’yla irtibatını mezara kadar devam ettirmiş olması da sorulması gereken sorulardan. İlhan Selçuk’la yollarının ayrılması, Cumhuriyet gazetesindeki iç kavgayla ilgili; ama onun fikirlerini pek eleştirmiyor H. Cemal.
Kitabına bazı fotoğrafları derc etmiş, H. Cemal; bunlar kitaba belgesellik ve görsellik katmış. Mesela 21 Ekim 1969 tarihli Devrim dergisinin birinci sayısının resmi s.228’de verilmiş. “Dinsel irtica’ın genel karargâhı “ilin (ilim olacak) yayma cemiyeti”dir” başlıklı haber bu sayfanın sol altında yer alıyor. Diğer bir haber ise şöyle: 26 Ocak 1971 tarihli Devrim’in yine birinci sayfasında sağ alt köşede bir haber dikkati çekiyor: “Hacc için harcanan dövizlerle yedi tane F–104 uçağı satın alınabilir (s.232)” Bugünkü sol laik söylemin dindarlar aleyhine geliştirdikleri söylemin temellerinin o zaman atılmış olduğunun belgeleri bunlar. İşin garibi “dinsel” haberlerden H. Cemal sorumluymuş. Bu haberlerden pişman olmadığını “Yani yaptıklarından pişman değilsin. (s.53)” cümlesinden çıkarabilir miyiz? Bilmiyorum, lakin 70’li yıllardan bu yana bu cümlelerle üzerimize gelindiğine bu satırların yazarı çok şahit oldu; hâlâ da oluyor. İnsanların en kutsal değerlerine hücum etmiş olanların sadece pişman olmalarının yetmeyeceğini, mertseler ve gerçeğe doğru yeterince dönebilmişseler “özür” dilemeleri gerektiğini söylüyoruz…
Gerçeğe doğru yürümek gerekir, dağın zirvesine varmadan durmak ve orayı gerçeğin ta kendisi ilan etmekse bir entelektüele yakışmaz. Gidebileceği yere kadar değil de ancak bir yere kadar yürüyen, yolu tamamlamış sayılmaz, yürüdüğü kadar aydındır. Evet, oraya kadar çok zorluklarla gelmiştir, lakin biraz daha gayret etmeli ve gerçeğe doğru yürümeye devam etmelidir. Çünkü “Ömrü oldukça yürür her yolcu (Yahya Kemal)”
Dirilişçi Mülkiyeli
Mülkiyelilerin en yaşlısı ve bilgesine geldik sonunda. 1933 doğumlu Üstad Sezai Karakoç, hatıralarını, Diriliş Dergisi’nin haftalık olarak çıkan 7. döneminde yani Temmuz 1988 – Şubat 1992 arasındaki 133 sayıda yayınladı ve 1970 yılların ortalarına kadar getirdi. Usulümüzü bozmayalım ve önce iktibaslarımızı paylaşalım, daha sonra yorumlarımızı söyleyelim:
“Yine bu 1961 yılındadır ki bir Anayasa hazırlandı ve halkoyuna sunuldu. Anayasa’nın hazırlanmasında en büyük rolü, Turhan Feyzioğlu üstlenmişti. Teorik olarak iyi bir Anayasa gibi görünüyordu. Çift meclis, nisbi sistem, Anayasa Mahkemesi ve planlama gibi demokratik müesseseleri getirmişti. Üniversite ve Anayasal kuruluşların özerkliğini de. Fakat ne yazık ki, bizde nice teoride güzel olan iş, pratikte yozlaştırılmaktadır. Bu, Anayasa işi de böyle oldu. Özerk kurumların başkanlarını o günün başbakanı İsmet İnönü tayin etti. Sonradan Adalet Partisi iktidara geldi ise de bunları değiştiremediğinden ve onlar da söz dinlemediğinden devlet yönetiminde iki başlılık doğdu. D.P. devrinde zihniyet sebebiyle olan iki başlılık bu kez Anayasa’nın verdiği yetkiyle güçlenmişti. Ama, işin esasına bakılırsa teorikman doğru olan bu kurumlaşma, pratikte art niyetlerle çığırından çıkarılmıştı. (Diriliş Dergisi, 7. Dönem, sayı 88–99, 23–30 Mart 1990, s.10)”
“Üç generalin muhtırasına istemiyerek, hatta rivayete göre ağlayarak katılan Genel Kurmay Başkanı’nın da onayıyla Hükümet düşürüldü. Demirel hiç direnmeden istifa etti. Meşhur şapka hikayesi bu sebeple doğdu. Demirel’in direnmemesi bir hataydı. Halkın büyük desteğiyle seçilmişti iki kez. Bazı sıkıntılar vardı ama bunu yine sivil çözümlerle aşmak gerekirdi. Fakat her zaman olduğu gibi, Demirel bir çözüm üretemedi ve en ufak bir direniş göstermeden iktidarı bıraktı. Gerçi Meclis feshedilmedi ve partiler kapatılmadı, fakat hepsi bir bakıma devre dışı kaldı. Solcular, bir takım reformlar yapmak isteyen ve Amerika’dan getirilmiş “beyin takımı” denen yeni kadroyu destekleyerek avuçlarının içine almak istiyorlardı. Başbakan Nihat Erim, bir yandan askerlere, bir taraftan “beyin takımı”nın, bir taraftan demokrasi geleneğinden kalan alışkanlıklarının, bir taraftan da belki Amerika’nın, Nato’nun arasında kalmıştı. Bir yandan da eylemler sürüyordu. Askerlerin de aralarında hemfikir oldukları söylenemezdi. Hükümetin düşürülmesi ve Demirel’in yönetiminden uzaklaştırılmasında birleşmişlerdi ilk anda. Fakat sonra düşünceler ayrılıyordu anlaşılan. Nitekim ilk sıralar sol hava hakim oldu. Ama sonradan Batılı anlamda sağa kayış başladı. İleriki yıllarda Anayasa’da yapılan değişiklikler, 11’lerin hükümetten ayrılması, Ferit Melen’in iktidara gelişi, anarşi ve terör olaylarının tam tasfiyesi, solcuların giderek etkinliğini yitirdiğini gösterir. (Diriliş Dergisi, 7. Dönem, sayı 123–124, 216 Şubat–27 Mart 1991, s.19)”
Sezai Bey’in hatıralarını yayınlaması, büyük bir merak, ilgi ve hayretle karşılanmıştı. Büyük sürprizlerinden biriydi bu üstadın. Anılarında ilk önce tabii ki çocukluğundan ve tahsilinden bahsetmişti, bunları da büyük bir ilgiyle okunmuştu; ama Mülkiye’ye girişinden sonraki hatıraları hem şiir hem düşünce hem siyaset hem İslami hareket açısından ilk elden bilgi ve tecrübelere yer verdiğinden ötürü çok daha dikkat ve ilgiyle okundu.
Sezai Bey, düz bir anlatımla yazmıyordu hatıralarını; olaylara ve insanlara (şahsiyetlere) eleştirel bir bakışla yaklaşıyor, az bilinen olayları açıklıyor, hiç bilinmeyenleri anlatıyor, yanlış bilinenleri düzeltiyor, kelimenin tam anlamıyla bir akciğer filmi çekiyordu. Şaşkınlıkla karşıladı çoğu insan, anlatılan doğruları kabullenmekte zorlandılar; önce sükûtla karşıladılar. Ama “zamana adanmış sözler” çok derin bir tesir yaptı. Hakikate susamış olanlar, işin künhünü öğrendiler; nice kartondan şahsiyetin devrildiğini gördüler; nice doğruya erişip nice yanlıştan döndüler.
Üstad, sadece bir hatırat yazmıyor; içinde bulunduğu hareketi, bu hareketin önde yürüyenlerini de eleştirmekten çekinmiyordu. O zamana kadar bunu yapacak cesarette biri de çıkmamıştı. Fikir namusunun ve hakikat onurunun en ileri örneklerini göstermiş olması, düşünce tarihimizde onu yine bir öncü yapmıştı. “Hatıralar” yayınlanmaya başladıktan sonra, bir furya halinde herkes anı yazmaya ve yayınlamaya başladı. Hatırat türü de eleştirel bir hüviyet kazandı, bu sayede birçok aydın kendilerini ve bağlı bulundukları hareketleri eleştirel bir tutumla ele alabildiler. Hasan Cemal de bunlardan birisi bence.
Anlayamadığım bir şey var lakin. Mülkiyeliler birbirlerini tutar ve özellikle de büyüklerine büyük saygı duyarlar. Fakat hem Türköne hem de H. Cemal, Sezai Bey’i görmemişlerdir. Acaba neden? Haberlerimi yok; olamaz. Zayıf bir şahsiyet mi; tabii ki değil. Eserlerine ve kendisine ulaşmak mı imkânsız; geçiniz, ikisi de gazeteci bunların, Himalaya’ya bir nefeste tırmanırlar. O zaman kasıtlı bir körlük, bilinçli bir sükût, iyi niyetli olmayan bir duyurmama olayıyla karşı karşıyız demektir. Fakat bu ülkemizde yeni bir şey değil. İslam’a, gerçek ve doğru olana, köklü ve temelli eserlere 150 seneden beri yapılanın bir benzeri de Sezai Bey’e yapılıyor demektir.
Çünkü Sezai Bey’e veya daha doğrusu Diriliş’e gelmek, İslam’a gelmek demektir. İslam’ın düşünce, sanat ve medeniyet boyutuna gelmek demektir. İslam âlimine, aydınına, mütefekkirine gelmek demektir.
İnşaallah gelirler, inşaallah bir iki daha adım atarlar diye ümit ve dua ediyoruz. Lakin üstadın talebeleri neredeler, ne yaparlar; neden Diriliş’i gereği gibi tanıtmazlar da detaylarla uğraşırlar?
“Hatıralar”ı yazmaya devam etmekte midir Üstad, yoksa bir kenara mı bırakmıştır? İnşallah bırakmamıştır. Çünkü ihtiyacımız vardır, işin aslını ve künhünü öğrenmeye; meselelerin ve kişilerin içyüzünü görmeye; bilmeye, tanımaya, istifade etmeye…
*** Haydar Hepsev’in bu yazısı, ilk defa 30 Haziran 2009’da yucedevlet.com sitesinde ve sonra ‘MEDENİYET MİLLET DEVLET BİRLİK‘ kitabında (İstanbul 2010, s. 157-170) yayınlanmıştır.
#devlet #millet #MerhumÜstadSezaiKarakoç #Diriliş #darbe #aydın #mülkiye