YASALI BALIK
I.
Kocaman bir gemide telefonlara bakmak, bütün işim bu. Gemi uzak ülkelerden gelip rıhtıma demir atınca âmirlerim bana ulakla haber gönderiyor. Sırtıma seyyar makarayı yükleniyor, vanalarla gemi arasına bir telefon hattı çekiyorum. Daha sonra seyyar santrali yardımcımla birlikte gemiye getirip kuruyoruz. Yardımcım her zamanki görev yerine dönüyor, ben santralin başında telefon bekliyorum. Hani sıkça telefon çalsa canım sıkılmayacak. Telefonlarda da öyle âhım şâhım konuşmalar olsa neyse: “Birinci vanayı açsınlar-ikinci vanayı kapatsınlar-dördüncüdeki hortumu birinci boruya taksınlar-altıncı vanaya bağlı hortumda basınç fazla, iki derece düşürsünler” gibi kısa iş buyrukları. Ben buyruk aldığım telefonu kapatıyor, masaya yapıştırılmış kâğıttaki numaralara bakarak hangi vanayla ilgili iş buyruğu vereceksem numarasını çevirip konuşuyorum (1. Vana Tel: 469). Numarayı çeviriyorum “Alo, birinci vanayı kapayın ve boruyu sökün, dördüncü vanaya götürün. (4. Vana Tel: 505)” Numarayı çeviriyorum “Alo, birinci vanadan gelecek boruyu altıncı vanaya takın ve vanayı açın. (7. Vana Tel: 542)” Numarayı çeviriyorum “Alo, yedinci vanada basınç çok fazla iki derece düşürün.”
Hani inkâr etmenin bir faydası yok, kocaman gemideki bu işim bütün vaktimi almıyor, boş vakitlerimi balık tutarak değerlendiriyorum. Bir oltam var, fırsat buldukça onu denize atıp bir direğe sıkıca bağlıyor ben santralin başındayken balık takılırsa gemiye çekiyorum. Oltamı sıkı sıkı bağlıyorum, çünkü çok olta kaptırdım balıklara da ondan. Hiç değilse şimdi kancayı koparıp giden balıklar oluyorsa da iple kamış bana kalıyor. Balıklar da cins cins. Birisi oltama takıldı dün. Ufacık bir İstavritti bu. Anında fark ettim. Hemen çektim oltayı. Öyle çırpınıyor öyle çırpınıyordu ki sanki bütün hata bende. “Hata sistemde sevgili İstavrit”, dedim. “Ben seni yemek ister miydim hiç, sistem böyle olmasa?”. “Nasıl yani” dedi, “Sen de sisteme uygun hareket etmezsin olur biter”. “Sen başarabiliyor musun,” dedim, “Sevgili İstavrit?” “Sahi senin ismin ne?” “Biz İstavritlerin hepsi İstavrit adını kullanırız,” dedi. “İyi” dedim, “öyleyse, ne diyorduk, sen başarabiliyor musun sisteme aykırı hareket etmeyi, mesela bugün bana yediklerini sayabilir misin?” “Şey,” dedi, biraz düşündü, “Bir su örümceği, iki hamsi yavrusu, beş çamuka, bir de çaça yedim galiba,” dedi. “Pekiyi onlar cansız cisimler miydi,” diye sordum. “Değillerdi ama sistem böyle, onları yemezsem yaşayamam,” dedi, sonra diklendi, “Sen meseleyi amacından saptırıyorsun” diye direnmeğe başladı tekrar. Onu avucumun içinde tutarak öyle bir yumuşattım ki sonunda tavama girmeğe razı oldu. Bir tek istavrit işte, karın doyursa bari gam yemeyeceğim.
Hani bu balıkları yumuşatırken ben de bunalmıyor değilim. Geçen gün vanalardan bütün borular sökülmüş, iş bitmişti. Boştum artık. Bizzat oltamla ilgilenebilirdim. Yüzeyi de öylesine berrak ve kımıltısız ki içindekiler görünüyor denizin. Limanın öbür başında bulunan yat öylesine ışıklandırılmış ki insanlar yatın üstünde değil, denizin üstünde raks ediyorlar gibi. Yatın üstündekilerde öylesine bir neşe, tatlı bir huzur var ki karaya doğru deniz küçücük dalgalarını, onlar da kocaman sevinçlerini gönderiyorlar. Evet, deniz öylesine kımıltısız ve berrak. İçindeki balıkları tek tek say yani. Allah’ım görüyorum işte, denizin yarım metre derinliğinde bir hareket var. Bu kocaman bir balık, bana doğru geliyor. Bir Morina bu, benim oltama tenezzül bile etmez. Kayboluyor derinlere doğru, parıltılar bırakarak ardından. Morinaları iyi bilirim. Oldukça yırtıcıdırlar. Çok keskin iğne gibi dişleri vardır ve dişleri zehirlidir. Isırdıkları zaman büyük acılara sebep olurlar. Bu Morinalar gündüz kendilerini göstermez, hava kararınca av aramaya başlarlar. Kıyıya oldukça yakın yerlerde yaşar bunlar. Boyları bazen iki metreye ulaşır, doksan kilo ağırlığında olanlar bile vardır. Gündüzleri saklanmak için kaya oyuklarını kullanırlar. Hava kararınca yola çıkıp, kıyıya yakın yerlerde avlanmaya gelir bu yırtıcılar.
Oltam, çok geçmeden büyük bir çekim gücüyle sarsılıyor. Bakıyorum, o da nesi! Oltama o Morina takılmış. Ben onu karaya çekeceğime o beni çekiyor denize. “Gelmelisin” diyor, “Mecbursun bir bakıma,” daha cevabımı almadan oltayı çektiği gibi denize düşürüyor beni. Bırakmadım ben de oltamı tabii, bıraksam ne olacak yani, batıp gideceğim denizin derinliklerine doğru. “Bırakma” diyor oltanı. Morina denizin içinde bana kaydırak yaptırırken iki köpek balığı arasından hızla geçtim. Morina onlara dişlerini gösterince bana saldırmaktan vazgeçtiler. Bir Melek balığı sürüsü arasından süzüldüm. Birbirlerine fıkra anlatıyorlar bir yandan da beni gıdıklıyorlardı. Gıdıklamayın artık dedim, gülmekten öldürdünüz beni. Bir yılan balığı koynuma girdi. Sıcak bedenim yaktı onu, kıvrılarak kaçtı benden. Hırsla saldırdı küçük balıklara. Kayboldu deniz bitkileri arasında. Daha neler oldu neler. Nihayet Morina’nın yuvasına ulaştık. Hakkını yemeyeyim, şöyle başköşeye buyur etti. Yuvasının en rahat köşesinde oturmamı söyledi. “Biz Morinalar kahve içmeyiz” dedi, “İnsanlar gibi ama sana havyar ikram edebilirim. Komşularım havyarlarından ara sıra bana verirler, ben de onlara yakaladığım avlardan pay veririm.” Korkumdan kabul ettim, neme lazım kızdırmamalı Morina’yı. Ortamı yumuşatmak için, “Adınızı bağışlar mısınız” diye sordum. “Yoksa size de İstavritler gibi isim vermezler mi”, “Verirler, bize de isim verirler,” dedi. “Bu yasa gereğidir. Ailemiz yasaları uygulamakta çok duyarlıdır. İsmim Mahmûre. Sabaha karşı doğmuşum. Doğduğumda onlara dalgın ve süzgün süzgün baktığımdan olacak Mahmûre ismini vermişler bana.”
“İyi” dedim, kendi kendime “hırçın değil bari. Anlaşacağız galiba.” “Biraz önce istavrit dedin de” dedi, “oradan hatırladım. Sen istavritle konuşurken hemen yakınınızdaydım. Kulak misafiri oldum. Bir istavriti ilgilendiren konu bütün balıkları ilgilendirir bence. Oltayı tekrar atmanı bekledim tabii, seninle yüz yüze konuşmak için. O yüzden buradasın, belki de anlamışsındır. Bir sistemden bahsetmiştin. Sistem gereği tavada olması gerekiyormuş İstavrit’in. Nedir bu sistem?”
İşte kötü yakalandın Morinaların Mahmûresi, hemen pes etmelisin. “Sen sistemi tersine işletmekle düzeni bozmuyor musun” dedim. “Nerede görülmüş Morinalardan Mahmûre’nin bir insanı gemiden aşağı çektiği?” Düşünerek bir tur attı kayalığın çevresinde. Bir kayaya yaslandı düşündü, daha daha düşündü. “Haklısın, ne diyebilirim ki” dedi, mahmûr bir halde. “Bir Yasamız var bizim, ona bakmalıyım.” “İyi” dedim, “yasanı aç da bir bak; insanı karadan denize çekebileceğiniz yazıyorsa, İstavriti haklı bulacağım.” Yasaya baktı, “Yok öyle bir mâdde” dedi. “Götür beni gemiye çıkar” dedim, “o halde, mesai başlayacak neredeyse telefonlar çalmadan yetişeyim. Yoksa işimden olurum.” “Yok” dedi, “üç gün misafirimsin, bir yere bırakmam seni. Bizim Yasamız böyle.” “Biz insanlarda yasa değil adettir, bu” dedim. “Üstelik teklif edilir ama ısrar edilmez, bu hususta” dedim. “Hem yasamız böyle, hem de ısrar ediyorum” demez mi… Misafirlik konusunda ısrar etmek Morina Mahmûre’ye hiç mi hiç yakışmıyor, ne yapsam acaba…
II.
Morina beni üç gün misafir ettikten sonra sırtına bindirip geldiğimiz yollardan dönerek geri getirdi. Geminin hizasına gelince “Burnumun üzerine çık” dedi. Sırtı da bir kaygan zemin ki sormayın. Denizin dibini boylamamak korkusuyla yavaş yavaş sürünerek burnuna doğru yaklaşmaya başladım. “Acele et” dedi “gece çökmeden gidip dinlenmem lazım, yoksa gece avlanacak gücü toparlayamam. Üç gündür seninle meşgulüm bu yüzden hep hazırdan yedik, hiç yiyeceğim kalmadı.”
Acele edeyim etmesine de, ya düşüp denizin dibini boylarsam. Yahu niye korkuyorum ki ben üç gündür denizde yaşıyorum, alıştım denizde yaşamaya. Sahi bu süre içerisinde ben nasıl nefes aldım, hangi oksijeni ciğerlerime çektim, nasıl ölmedim havasızlıktan? Ne oldu bana evrim geçirip suda yaşayan bir canlıya mı dönüştüm. Nasıl başardım bunu? Mahmûre’ye sorsam mı acaba, o, bu dönüşümün keyfiyetini bilebilir mi? Yahu yoksa bu işi o mu ayarladı. Ben kısa bir sürede nasıl oldu da suda yaşar hâle geldim…
Bunları düşünürken Mahmûre’nin burnunun ucuna oturmuştum bile. “Hoşça kal” dediğini duydum. Kafasını hızla kaldırmasıyla burnunun ucundan beni havaya fırlatıverdi. Çok iyi ayarlamış bu atışı ki sudan çıkınca havada bir takla atıp geminin güvertesinde ayaklarımın üstüne dikiliverdim. Üzerimden şarıl şarıl sular akıyor, ellerime baktım bembeyaz kırış buruş bir kumaş gibi gözüküyordu. Ya yüzüm ne haldeydi, gözlerim nasıl görünüyordu…
Birisi bağırdı yan taraftan. “Nerede kaldın be kardeşim, telefona bakacak adam bulamıyoruz, bu gemide herkesin bir görevi var biliyorsun. Senin yerine bakacak birini görevlendirdiğimiz zaman diğer işler aksıyor,” dedi. Vay be dedim ne önemli adammışım, yaptığım iş de çok önemliymiş bak, ben olmayınca işler aksıyormuş. Adam yanıma yaklaşınca yüzü allak bullak oldu. “Ne hale gelmişsin sen” dedi “denize mi düşmüştün? “Evet” dedim, “şimdi çıktım denizden, üç gündür denizdeydim.” “Üç gündür denizde miydin yani” dedi “evet” dedim, “üç gündür denizdeydim”. Kafasını yukarı kaldırıp şöyle bir düşündü “dalga geçme be kardeşim” dedi “ama gerçekten merak ettim, bottan çıkıp geminin merdivenine tırmanırken mi denize düştün nasıl oldu bu. Hem tenin de bembeyaz olmuş hem de buruşmuş, tıpkı şeye benziyor nasıl desem bir ölüye, fazla yıkanmış bir ölüye benziyorsun.”
“Bilemiyorum işte” dedim “denize düştüm, böyle oldu. Kuru kıyafet bulabilir miyim bir yerlerde, bir bilgin var mı?” “Kıyafet mi” dedi, “elbiselerimiz kirlenmesin diye gerektiğinde giydiğimiz iş gömleklerimiz var, istersen onlardan giyin, dolaplarda olacak.” “Evet” dedim, “kıyafetlerim kuruyuncaya kadar giyineyim bari bir iş gömleği.” Odaya doğru yöneldim, adam arkamdan baka kaldı. Şöyle bir kendimi dinledim: A a a o da ne! Nefes almıyordum, Ben boyut mu değiştirdim, yoksa evrimleşip bambaşka bir biyolojiye sahip bir varlık mı oldum, nasıl nefes almadan yaşayabiliyorum… Bunların cevabını Mahmûre biliyor mu acaba? Yaratılış değiştirilemeyeceğine göre ben birsamlar mı görmekteyim yoksa. İstavrit’in direnişi, Morina’nın gelişi, beni denize çekişi hepsi ama hepsi bir hayalden mi ibaretti. Ben zihnimden mi bunları tasarladım, bu olayları fiziki olarak değil de ruhen mi yaşadım.
Bilemiyorum, bilmiyorum…
Islak elbiselerimi çıkarıp dolaptan aldığım kuru gömleği üzerime geçirdim. Bacaklarım çıplak kaldı, ayakkabıları da giyemedim, sırılsıklam olmuş derisi yumuşayıp beyazlaşmıştı. Madem yaşadıklarım birsamdı, hayal ürünüydü de bu ıslak elbiseleri, derisi yumuşamış ayakkabıyı nasıl izah edeceğim. Hâlâ nefes almadan mı yaşıyorum diye kendimi yokladım, alıyordum galiba, iyice anlamak için dolaptaki aynaya hohladım ayna buharlandı. Demek ki nefes almaya başlamışım, yine mi boyut değiştirdim, tersine evrim mi geçirdim tekrar?
Telefonun başına dönmeliyim, görev beni bekliyor. Çıplak bacaklarımı masanın altına sokunca kimse görmez. Gömleğin önünü iliklerim, yakasını da kaldırdı mı göğsümün çıplak kalan yerlerini kapatmış olurum. Güzel şimdi gidip masanın başına oturmalıyım. Oturur oturmaz telefon çaldı, dijital ekrana baktım beni 30 30 arıyordu, ahizeyi kulağıma götürdüm. Daha önce hiç duymadığım Davudî bir ses şöyle diyordu:
– “Şimdi yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (1)”
Karşımdaki telefonu kapattı ben de ahizeyi yerine koydum. Birkaç saniye sonra tekrar çaldı. Ekrana baktım bu kez beni 30 41 arıyordu. Heyecanla açtım telefonu, bu kez başka bir Davudî ses şöyle diyordu:
– “Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar gerçeğe dönerler. (2)”
Karşımdaki telefonu kapattı, ben de ahizeyi yerine koydum.
Kendi kendime yaratılışı değiştirmeye kalktım, diye düşündüm ve o yüzden yaptıklarımın bir kısmını ceza olarak tattım, başka ne diyebilirim ki…
(1) Rum suresi, 30. âyet.
(2) Rum suresi, 41. âyet.
Hayreddin Meral
Ocak 2022
/// Bu hikâyenin I. bölümü, Yüce Devlet Dergisi’nde (1 Eylül 2010, 6. sayı) yayınlanmış, II. bölümü Ocak 2022’de kaleme alınmıştır.