YÜCE DEVLETİMİZ VARDI BİZİM
Büyük ve yüce ve ulu bir devletimiz vardı bizim.
Adil ve yüce bir devletimiz vardı.
Hakka ve hukuka son derece dikkat eden bir devletimiz vardı bizim.
Helal ve harama riayetkâr bir devletimiz vardı.
Haklıysa eğer güçsüz olan, onu mahkemede ve her yerde güçlü kılmak için ellerinden geleni ardına koymayan yöneticilerimiz vardı.
İnançlara son derece saygılı bir devletimiz vardı bizim. Herkes ibadetinde tamamen hür ve serbestti. Kimsenin takkesine, sarığına, kippasına, haçına, başörtüsüne yan bile bakmayan bir ahlâkımız vardı.
Adil ve yüce bir devletimiz vardı.
Kendi dinine de saygılı ve elbette ki bağlı bir yönetişim sistemimiz vardı.
Büyük, yüce ve ulu bir devletimiz vardı bizim.
İnsana önem veren, insani değerleri yüce ve yüksekte tutan başkanlarımız; “insanı kalkındır ki devletin de kalkınsın” diyen ulu bilginlerimiz vardı.
Büyük âlimlerimiz vardı bizim, devlet başkanına hakkı söylemekten en ufak çekincesi olmayan. Hükümdar geldiğinde hatta ayağa bile kalkmayan. Onların elini öpüp sözlerini başı üstünde tutan ulu devlet adamlarımız vardı.
Kendileri de büyük bilgin olan, şair olan, sanatkâr olan devletlülerimiz vardı bizim.
Büyük, yüce ve ulu bir devletimiz vardı.
Sözleri, fiilleri ve kitaplarıyla devlete yol gösteren büyük akademisyenlerimiz vardı bizim.
Mesut ve memnun bir milletimiz vardı bizim, devletini seven, büyüklerini sayan, küçüklerini ve birbirini seven.
Adil ve yüce bir devletimiz vardı.
Dünyanın her yerindeki zulüm ve nifaka karşı çıkabilen ve engelleyebilen bir büyük devletimiz vardı.
Yardıma muhtaçlara, dünyanın neresinde olursa olsun ve kim olursa olsun yardım edebilen bir yüce gönlümüz vardı bizim.
Büyük ve yüce bir birliğimiz vardı.
Her yere “çil çil kubbeler” serperdik; her yerde han, hamam, medrese, köprü, imarethane, şifahane yani hastane inşa ederdik. Şaire, yazara, sanatkâra değer verirdik.
Büyük bir medeniyetimiz vardı bizim, çünkü büyük bir devletimiz vardı.
Şimdiki devletimiz de büyük olmaya çalışıyor, çabalıyor ama büyük sorunları var. Geçmişiyle sorunu var, din ve vicdan hürriyetiyle sorunu var, başörtüsüyle sorunu var, laikle ilgili sorunu var; anayasa ile, ordusuyla, kurumları ile, halkıyla daha doğrusu halklarıyla sorunları var. Bunları aşarsa yeniden yüce devletimiz yeniden olacak.
Sembollerimiz, Bayrağımız, Marşımız ve Devletimiz
Çok hazin bir geçiş oldu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e. Büyük ve ulu bir devletten, ulus devlete geçiş çok zor oldu. Hâlâ yaşıyoruz bu sancıyı. Bu geçiş normal bir geçiş değildir, bir boyun büktürme operasyonudur Batının, İngiliz ve Yahudilerin.; küçültme ve sömürme projesidir Bir büyük milleti yani İslam milletini bölme ve elinden ekmeğini alma faaliyetidir.
Lakin bu topraklar yani Anadolu, Kafkaslar, Balkanlar ve Arabistan küçük devleti kabul etmez, ulus devleti kabul etmez, ırkçılığı kabul etmez; tarih boyunca kabul etmemiştir çünkü.
Stratejik konumu kabul etmez çünkü. Karası da denizi de ırmağı da dağı da kabul etmez. Halkı hiç kabul etmez ama sabırla bekler, hasretle gözler, ince ince işler; işine gücüne bakar görünür ama gün gelince ortaya çıkar; çıktığında ise artık geriye dönüşü yoktur, çünkü gözü karadır buraların insanının.
Sembolleriyle yaşamıştır milletimiz. Simgelerini dikkatli ve özenli bir şekilde seçmiştir. Sahip çıkar onlara her zaman. Uğrunda ölümü bile göze alır. Her yeri donatır onlarla. Büyüğüyle küçüğüyle başına taç yapar bayrağını ve marşını yüce milletimiz.
Hilal, önce bizim bayrağımızda oldu, Müslüman devletler, bizden örnek alıp birçok halkı Müslüman devlet bayraklarına hilal koydular. Çünkü İslam’ın sembolüdür hilal; onun için bizim bayrağımızda vardır. Ta Osmanlı’dan beri bu bayraktır sancağımız ve biz ta ne zamandır İslam’ın sancaktarıyız.
“Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal” diyen bir marşa sahibiz. “Hakk’a tapan” yani Allah’a inanan, ‘millet’ yani büyük bir millet, yani İslam milleti. Ve biz bu kutlu marşı her yerde göğsümüzü gere gere okuruz, şerefle ve şanla. Ve isteyen herkes de okur bizimle, göğsünü gere gere. Çünkü İslam’ın yani Müslümanların marşıdır aynı zamanda, tıpkı ay yıldızlı bayrağımız gibi. Ve dinimize olan bağlılığımızı da onlarla simgelemişizdir. Kırk kat sarmalamışızdır, kırk defa sırlamışızdır.
Küçüklüğü ta o zamandan beri kabul etmediğimizin göstergeleridir bu iki kutlu alametimiz. Onun için şen ya da yaslı her günümüzde bayrağımız başucumuzdadır, marşımız dilimizde ve kalbimizdedir.
Bunlar doğrularımız elbet ama yanlışlarımız da var. Bayrak ve marşımızı milliyetçiliğe alet edenler var, gün gelecek eğri doğru birbirinden ayrılacaktır. Gri bulutların ardından İslam’ın hilali yani bayrağımız görünecek ve gür sesle marşımız yani İslam’ın marşı okunacaktır. İnşaAllah…
Tanımlanamaz Bir Nesne midir Laiklik?
Büyük yanlışlarımız da bulunmakta, ayak bağımız ve baş ağrımız olan. Büyük hatalarımız var ve bunları gidermekten aciz kalıyoruz.
Bunlardan en önemlisi ve zoru da laikliktir. Hâlâ tartışılan, hâlâ kavgalara sebep ama hâlâ tarif edilmeyen laiklik ülkemizin en önemli baş ve kalp ağrısıdır.
Bu konuda iki aydının görüşlerine müracaat edeceğiz. Önce bir akademisyenin, anayasa hukukunda ülkemizin yetiştirdiği en önemli akademisyenlerden Prof. Dr. Servet Armağan (1) Bey’in yetkin cümlelerini okuyalım:
“… lâikliğin ne olduğu ve hatta ne olmadığı hiçbir zaman belirlenememiştir. (s.204) … Laiklik tarif edilseydi, laikliğe aykırı olan veya olmayan davranışlar da açıklık kazanacak, lâiklik ile Din ve Vicdan Hürriyeti çatışması belki de hiç yaşanmayacak veya çok az yaşanacaktı. Hâlbuki lâiklik tarif edilmeyince, idarecilerin yargıçların ve savcıların şahsî yorumlarına göre cezaî takibat ve muhakemeler cereyan etmiştir. Hem de binler defa! Gerçi bu muhakemelerin bir kısmı beraet (ya da takipsizlik) ile neticelenmiştir, ama bu arada masum vatandaşlar maddî-manevî zararlara uğratılmıştır. (s.205) … hiç bir konu din ve vicdan hürriyeti kadar, çeşitli kademelerdeki düzenlemelere mevzu olmamıştır. Yapılan bu tip düzenlemelerle, din ve vicdan hürriyeti, adeta bir zırh içine hapsedilmiş, bu hürriyetten istifade etmek isteyen, Müslüman Türk vatandaşlarımız, oldukça sıkıntılı seneler geçirmişler ve, Avrupa standartlarına uymayan eziyetlere maruz kalmışlardır. (s.23) (Din-Vicdan Hürriyeti ve Lâiklik [Teori-Pratik], İnsan Yay., İstanbul 2003)
Ülkemizin en önemli gündem maddelerinin başında anayasa ve laiklik gelmektedir. Eğer yeniden büyük devlet olacaksak bu iki hususu tam manasıyla başarmak zorundayız. Çünkü anayasa bir sözleşmedir, toplum ve devlet sözleşmesidir, millet ve devletin barış içinde olmasıdır. Laiklik de din ve vicdan hürriyetini teminat altına almak, millet ve devletin kalbini rahatlatmak demektir. Bu yöndeki bir tanımlama gerçekten de devletimizin ayağındaki prangaları tam manasıyla kıracak ve milletimizin yeniden büyük işler yapmasına vesile olacaktır. Tarih sahnesine yeniden çıkışımızın göstergesi bu olacaktır.
Kolay değildir elbette. Şimdilik herkes kendi kampına çekilmiş ve sinmiştir. Ama gün gelecek bu iş de çözüme kavuşmak durumunda kalacak; milletimizin ruh ve tarihine uygun bir şekilde halledilecektir, inşallah. Yeter ki sağduyu hâkim olsun, yeter ki ilim ve mantıkla tartışabilmeyi becerelim, yeter ki kendi kendimize kalabilelim. Yeter ki tarif edilmeli diyenleri demiş olduklarına pişman etmeyelim.
Meseleyi en doğru bir biçimde ortaya koyanlardan biri de Sevan Nişanyan’dır. Bu sözleri onun söylemesi ve son derece doğru bir biçimde ifade etmesi belki bazı kimselere garip gelebilecektir. Lakin doğru olsun da kim söylemiş olursa olsun, doğru olsun da sadra şifa olsun:
“Laiklik eğer yeryüzünün uygar ülkelerinde son yüz veya yüz elli yıldan beri uygulana gelen bir hukuk rejiminin adı ise, o halde Türkiye’de Cumhuriyetiyle birlikte kurulan ve önemsiz değişikliklerle bu güne kadar sürdürülen din politikasını “laiklik” olarak adlandırılmak mümkün görünmemektedir.
Yapılan, devlet eliyle belli bir dini tesis edilmesidir. Söz konusu din, belirli bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, hukukundan, tarihi literatürünün önemli bir kısmından arındırılarak devletin siyasi denetimi altına alınmış olan bir çeşit İslam dini veya mezhebidir. İslamiyet’in 1400 yıllık manevi birikiminden belli bazı unsurlar (sulandırılmış bir Tanrı inancı, birkaç basit ritüel uygulama ve ümmet duygusundan arta kalan ilkel bir “gâvur” söylemi) seçilerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi İslamiyet yorumu olarak kabul edilmiştir. Bireylere dindar olup olmama özgürlüğü tanınmışsa da dindar olmayı seçenlere (Lausanne antlaşmasıyla din özgürlükleri uluslararası hukukun garantisi altında bulunan birkaç bin gayrimüslim haricinde), devletin tanımladığı ve yönettiği dinden başka bir seçenek bırakılmamıştır.
Yapılan şeyin, Fransız devriminin uygulamayı denediği ulusal Devlet Diniyle benzerlikleri gözden kaçmamaktadır. Fransız deneyini tek sonucu, bir kez daha vurgulayalım ki, Katolik kilisenin, eski kraliyet rejimi altındaki gayet karmaşık, çoksesli, dünyevi ve dinamik olan yapısını terk edip, yüz elli yıl boyunca mutlak ve hırçın bir taassuba saplanmasını, “ilericilik” ve “liberalizm” kokan her şeye karşı refleks halinde tavır almasını sağlamaktan ibaret olmuştur. Üstelik Fransız devrimi, icad ettiği dine Hıristiyanlık adını vermeyecek kadar entelektüel cesarete sahiptir.
Düşünsel, âhlakî, ritüel, geleneksel zenginliklerinden soyunmuş kültürel kökenleriyle bağı koparılmış, bağımsız düşünme ve gelişme imkanları yok edilmiş, özünde kendisine düşman bir ideoloji cenderesi içinde alınmış bir din enkazını İslamiyet diye sunan Türkiye Cumhuriyeti’nin, aydınlanmayı dinde arayan insanlarda doğuracağı düşünsel çıkmazlarının ve duygusal fırtınaların boyutları ise, herhalde Fransa’dakinden çok daha vahim olmak zorundadır. (Yanlış Cumhuriyet / Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru, Kırmızı Yay., 3. Baskı, İstanbul, Ağustos 2008; s.292-3)”
Yeni bir din icat etmek, çok büyük bir iddia değil mi? Batılılara yaranacağız derken hem ülkemizi hem insanımızı, hem ekonomimizi hem tarihimizi, hem dünyamızı hem ahiretimizi mahvettiğimizin farkında mıyız?
Kim üstleniyor bu vahim hatayı? Kim kabul ediyor?
Ve kim değiştirmek istemiyor? Ve neden…
* Haydar Hepsev’in bu yazısı, Yüce Devlet Dergisi’nde (15 Kasım 2009, 3. sayı) ve MEDENİYET MİLLET DEVLET BİRLİK kitabında (İstanbul 2010, s. 171-177) yayınlanmış, Mayıs 2022’de gözden geçirilmiştir.
Not:
(1) Prof. Dr. Servet Armağan 19 Mayıs 1939 doğumlu, hukukçu, akademisyen, yazar. İlk ve ortaöğrenimini Şanlıurfa’da, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde (1960) yaptı. Aynı fakültenin Anayasa Hukuku kürsüsüne asistan oldu (1961). Aynı dalda hukuk doktoru (1966), doçent (1971) ve profesör (1976) unvanlarını aldı. Federal Almanya Köln Üniversitesi’nde, altı yıl uzmanlık çalışmasını Alexander von Humboldt, DAAD ve Heinrich Hertz gibi uluslararası kuruluşlar destekledi ve düzenledi. İstanbul’daki üniversitelerde Anayasa ve İdare Hukuku dersleri ile Devrim Tarihi, Sakarya ve Isparta Üniversitelerinde İş Hukuku ve Genel Hukuk dersleri verdi. Diyarbakır Dicle Üniversitesinde ise Genel Kamu Hukuku, Anayasa ve İdare Hukuku dersleri verdi ve Hukuk Fakültesi Dekanlığı yaptı (1990-92). Şanlıurfa Harran Üniversitesini kurdu ve dört yıl rektörlüğünü yaptı (1992-96). Kuveyt Üniversitesi Hukuk Fakültesinde konferans verdi, incelemeler yaptı (1975). İslâm Kalkınma Bankasına bağlı İslâm Araştırma ve Eğitim Enstitüsünde uzman olarak çalıştı ve kurumun uluslararası toplantılarına katıldı (1983-90). Yüzden fazla bilimsel makale ve elli civarında kitabı yayımlandı. Ayrıca ders kitapları da vardır.
#Bayrak #Anayasa #Laiklik #Devlet #Millet