BAŞKANLIK SİSTEMİ’NE MUTLAKA GEÇİLMELİDİR
5 Aralık 2011 tarihli dergimizdeki Yeni Anayasa Hakkındaki Görüşlerimiz başlıklı başyazımızın “Yeni Anayasa Hangi Genel Prensiplerle Hazırlanmalıdır” kısmında başkanlık sistemi ile ilgili şu görüşleri öne sürmüştük: “Yasama, yürütme, yargı erklerinin kuvvetler ayrılığı prensibini daha iyi uygulayacak olan “başkanlık sistemi”, yeni anayasayla beraber kabul edilmesi gereken önemli ve öncelikli konulardandır. Halen uygulanan ne kuşa ne deveye benzeyen sistem, baştan beri doğru dürüst sonuçlar vermemiştir, hep aksamıştır, hep aksayacaktır.
Başkanlık sistemi, tarih ve geleneğimizin sistemidir, aslında. (Hükümdar-vezir ikilisinin yürütme yetkisine sahip olduğu bir anlayıştır. Harun Reşid-Nizamülmülk, Fatih Sultan Mehmed-Mahmud Paşa, Kaanuni Sultan Süleyman-Sokullu Mehmed Paşa bu sisteme en güzel üç örnektir; ABD de hâlihazırdaki sistemini bu modelden almıştır.) Buna benzer bir sistemin ülke ve devletimizde tatbik edilmemesi için bir engel yoktur, önyargılardan ve anlamsız muhalefetten başka…”
***
Evet, tarih ve geleneğimizde böyle bir sistem vardır, ama Tanzimat’tan bu yana millet, devlet ve medeniyetimiz üzerindeki etkinliğimiz azaldı; daha yeni yeni kendimize geliyor, yeni sistemler arıyoruz. Arama, bulma ve uygulamada, tarihten ve çağımızdan, zamanımızdaki uygulamalardan faydalanmak gerekir. Evet, lakin basit bir analiz-sentez çalışması yapmıyoruz; bu sistemler kendimize özgü olsun diyoruz, kendi dertlerimize çare olsun diyoruz, onun için işimiz zordur, çetindir. Lakin salim ve önyargısız bir kafayla ariz amik bir tefekkür çabası, bize nice kapılar açacaktır. Onun için başlangıç olarak kısa geçmişimizdeki kurumları gözden geçirmekte fayda var.
Tanzimat’ta büyük bir değişim geçirmiştik ama Cumhuriyet’e kadar kendimize ait bir sistem vardı diyebiliriz. Yeni kurumlar yeni anlayışlarla ortaya çıkıyor lakin bu, teenni ile yapılıyordu. Yürütmeyi üstlenen Sadaret’in (başbakanlık) çok güçlü olduğu eski sistem; Tanzimat’tan sonra Nezaretler (bakanlıklar) sisteminin Sadaret’e eklenmesiyle bir değişime uğramıştı. Encümen-i Daniş, Şura-yı Devlet gibi yeni kurumlarsa yasamayı üstlenmişti. Sonra Anayasa ve Meşrutiyet’le beraber seçilmiş bir Meclis devreye girdi. Lakin özellikle Sultan II. Abdülhamid devrinde Padişah bütün kurumlar üstünde eskisi gibi güçlü bir otoriteye sahipti. Bu güçlü otoritenin, bütün kurumlar üzerinde derleyici-toparlayıcı-birleştirici bir rolü vardı; lakin babadan oğula geçme sistemi cari olduğundan ancak güçlü şahsiyet taşıyan padişahlar zamanında sağlıklı bir şekilde işliyordu.
Cumhuriyetle beraber, bu sistem alt üst oldu, doğru dürüst yeni bir sistem de kurulamadı; hâlâ da sağlam bir sistem var denilemez, üzerinden 90 yıl geçtiği halde. Cumhuriyet’in ilk döneminde (1950’ye kadar) Meclis ve Başvekâlet (başbakanlık) ve Vekâletler (bakanlıklar) vardı ama her yerde ve her işte tek bir adamın sözü geçiyordu, yasamada, yürütmede, yargıda. [Şimdilerde bazıları kalkmış bu sisteme “bir nevi başkanlık” veya otokratlık diyorlar, oysa gerçek ismi “diktatörlük”tür.]
1950’den sonra Meclis ve Başbakanlık daha öne çıktı, Cumhurbaşkanlığının yürütmedeki rolü azaldı. 1960, 1971 ve 1980 darbeleri zaten oturmamış sistemi alt üst ettiler, ama yerine yeni bir sistem de getirmediler, eskideki ifratın yerini tefrite, tefritinkini de ifrata çevirdiler o kadar. 80 darbesi, Cumhurbaşkanlığının yetkilerini artırdı. Birbiriyle muhalif Cumhurbaşkanı-Başbakan olması durumunda Cumhurbaşkanlığına negatif politika uygulama gücü verdi, öyle ki bu negatif politikalar, bazı zamanlar hükümetleri ve Meclisi kilitlendi. Bilindiği gibi, şimdiki yürütme ve yasama arasında, zorunlu bir beraberlik vardır ki bu da sistemin ayrı bir arızasıdır. Hem yürütme ve yasama ayrıdır diyeceksiniz, hem de bunları bir elde toplayacaksınız. Bir de koalisyonlar zamanındaki sistem kilitlenmelerini hesaba katarsanız, ne kadar zor zamanlardan geçtiğimiz ortaya çıkar ve “nasıl olmuş da ayakta kalmışız” dersiniz.
Merhum Özal’dan bu yana Başkanlık sistemi zaman zaman gündeme geldi ise de şimdiye kadar doğru dürüst ele alınmadı. Adalet ve Kalkınma Partisi, konuyu yeniden gündeme getirdi ve “2014’te Cumhurbaşkanı’nın halk oylamasıyla seçilecek olması zaten “yarı başkanlık”a yani yeni bir sisteme geçiş manasına gelir” temel argümanıyla Kasım 2012’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu’a Başkanlık Sistemiyle ilgili bir çalışma sundu, bundan sonra yorumlar ve tartışmalar arttı.
AKP’nin temel argümanı doğrudur. Halk tarafından yüzde 50’den fazla oy alan cumhurbaşkanı ile başbakan arasında güç ve yetki çatışması olacaktır (mevcut anayasa Cumhurbaşkanına büyük yetkiler vermiştir, mesela isterse Bakanlar Kurulu’na başkanlık edebilir, Cumhurbaşkanı’nın sıklıkla Bakanlar Kurulu’na katılması halinde ne olur; iyice düşünmelidir.) Bu durum ülkemize vakit ve hatta kan kaybettirecektir. Onun için, bu zaman iyi değerlendirilmeli, konu iyice ele alınıp tartışılmalı ve bu sisteme olabildiğince doğru ve sağlam bir şekilde geçmenin yolları aranmalıdır.
***
BAŞKANLIK SİSTEMİ, BİZDE, NASIL OLMALIDIR?
Başkanlık sistemi, devlet ve hükümet başkanlığının aynı kişide bulunduğu sisteme denir. Bu sisteme ülkemizde yöneltilen en büyük eleştiri, diktatörlüğe yol açabilecek olmasıdır. Hâlbuki mevcut parlamenter sistemde, halktan büyük destek alan bir başbakan, başkanlık sistemindeki başkandan daha güçlüdür ve yasama üzerinde fazlasıyla etkindir. Bu durumda yürütme ile yasama tek elde toplanmıştır. Evet, cumhurbaşkanı devlet üzerinde söz sahibidir, lakin bir çatışma durumunda devlet kilitlenebilmektedir, ya da hükümetle uyum içindeki bir Cumhurbaşkanı zamanında, neredeyse bütün yasalar onaylanmaktadır.
Güçlü Başkan, Güçlü Meclis, Güçlü Yargı istiyoruz; buna kimsenin bir diyeceği yoktur. Yürütmenin ayrı, yasamanın ayrı, yargının ayrı olmasına yani kuvvetlerin ayrı olmasına temelde kimse hayır demiyor; ama “başkanlık sistemi” deyince bazıları hemen geri adım atıyor, anlaşılır şey değildir.
Başkanlık sistemi bizim için en doğru sistemdir. Fakat her dediği olan bir Başkan istemediğimiz gibi, Başkanı kilitleyen bir Meclis de arzu etmiyoruz. Her zaman ama özellikle acil durumlarda ve krizlerde çok hızlı karar alma ve uygulama yani tam ve sağlam çalışan bir yürütme bekliyoruz; lakin hızlı karar alma ve hemen uygulamanın doğuracağı dengesizlikleri istemiyoruz. Çözüm bellidir ve basittir: Başkan ile Meclis arasındaki dengeyi sağlam kurmak.
Seçimle işbaşına gelip seçimle gideceğinden yani halka hesap vereceğinden ötürü de başkanın diktatörlüğe dönüşme ihtimali iyice azalacaktır. Bu konuyla ilgili bir önerimiz şudur: 10 sene yani 5+5 değil 4+4’lük işbaşında kalma süresi daha doğrudur; beğenilmeyen başkanın çabuk değiştirilmesine imkân verir, istikrar için de 8 sene yeterli bir süredir.
HARİCİYE VE DÂHİLİYE BAKANLARI DA BAŞKANLA BERABER SEÇİLMELİ
ABD’de Başkan ve Başkan Yardımcısı beraber seçilir, lakin Başkan Yardımcının, sistemdeki yeri tam belli değildir, Başkana vekâlet etme ve bir ölüm durumunda Başkanın yerine geçmekten öte pek bir rolü yoktur.
Biz, Başkan ile beraber Hariciye ve Dâhiliye bakanların da seçilmesini öneriyoruz. Bunlar devletin iç ve dış işlerini tedvir eden en önemli bakanlıklardır, başkanla beraber seçilmeli, Hariciye bakanı Başkanın birinci, Dâhiliye bakanı da ikinci yardımcısı olmalıdır. Böylece başarılı olmak isteyen bir başkan, baştan güçlü bir ekip seçmek zorunda kalacak, üçlü ekibin yakın istişaresiyle yürütme daha güçlü olacaktır. Bu bakanlar da seçimle geldiğinden kendilerini daha güçlü hissedeceklerdir. Ama güçlü bir fikir ayrılığı ortaya çıkması durumunda, Meclis onayıyla Başkan, yeni bakanlar atayabilecektir.
Yazının başındaki “ikili sistemi” bu şekilde tadil etmiş olduk, ama bu sistem de tarihimizde vardır. Tanzimat sonrasındaki Bâb-ı Âlî’de, yani Sadaret’te Hariciye ve Dâhiliye nezaretleri hem de aynı binada bulunuyordu. Şimdi binanın aynı olması gerekmiyor, ama devlet umurunun düzgün, doğru ve hızlı yürümesi gerekiyor.
Diğer bakanlıkların da Başkanın önerisi üzerine Meclis tarafından onaylanmasını öneriyoruz, böylece onlar da bir bürokrat seviyesinde kalmaktan kurtulup daha güçlü olacaklardır. Bu öneri de tarihimizdendir; 1921 Anayasası’ndaki “İcra vekilleri Büyük Millet Meclisi’nin ekseriyet-i mutlakası ile aralarından intihâb olunur” maddesinden mülhemdir. Lakin şöyle tadil olunmalıdır: “Bakanlar, Başkanın önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nin seçimiyle, milletvekili olmayan kişiler arasından seçilir.”
EYALET SİSTEMİNİ DE DÜŞÜNMELİYİZ
Federalizm veya eyalet sistemini, başkanlık sistemiyle beraber ele almaktan korkmamak gerekir; aksine enine boyuna ele almalıyız. Hatay’dan sonra büyümeyi iyice unuttuk. Büyümeyi bırakınız, Misak-ı Milli hudutlarını bile hatırlamaz olduk. Açık ve net bir dille söylüyoruz: Misak-ı Milli hudutları, bizim hedef, gaye ve idealimizdir. Bu sınırlar, aslında bizim yaşayabileceğimiz asgari hudutlardır. Bu hayati bir gerçektir. 90 senedir neden başımız bir türlü dertten kurtulmuyor sanıyorsunuz.
Irak ve Suriye, tarihte karşılığı olmayan yapay devletlerdir. Kürdistan Özerk Bölgesi, Misak-ı Millimiz içindedir ve tabii ki Irak’tan çok bize yakışmaktadır. Halep de böyledir. Adalar, elbette ki Yunanistan’dan çok bizimdir, Batı Trakya da bizimdir, istirdad edilmelidir. Batum’u da unutmuyoruz elbette.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, zaten bize bağlı gibidir; lakin bizim üniter devlet sistemimiz ve Anayasamız, bu “gibi” leri ortadan kaldırmaya müsait değildir.
Onun için geliniz, önümüzde hazır bir Anayasa süreci varken bu hayati konuları yeniden konuşalım, değerlendirelim ve hayata geçirelim ki hayatta kalalım, yoksa işimiz zordur.
***
Büyük bilge İbn Haldun, Tavırlar Nazariyesi’nde devletlerin ömrünü üç nesil yani 100–120 sene olarak tespit etmişti. Gerçekten de devletlerin büyük çoğunluğunun ömrü bu kadardır. Ahmed Cevdet Paşa, bu teoriye büyük devlet adamlarının devletlerin ömrünü uzatacağı şeklinde bir ekleme yapmıştır ki doğrudur ve tarihte birçok örneği vardır. Netâyic-ül-Vukû’ât (Olayların Sonuçları) adlı tarih kitabının sahibi Mustafa Nuri Paşa ise her üç nesilde yani her yüz senede “devletin usul ve adetleri değişir ve dönüşür” diyerek Tavırlar Nazariyesi’ni kemale erdirmiştir.
90 senelik bir devletin değişme zamanı artık gelmiştir. Değişim ve dönüşümün tam zamanıdır. Devletimizin ayakta kalıp ömrünün uzamasını istiyorsak… Ülkemizin gelişip büyümesini istiyorsak… Milletimizin tarih sahnesinde yeniden güçlü bir şekilde yer almasını arzu ediyorsak…
/// H. Murad HEPSEV’in bu yazısı Yüce Devlet Dergisi’nde (12. Sayı, 1 Şubat 2012, s. 1 ve 9) yayınlanmıştır.