ÜÇ ŞİİR ETRAFINDA ŞAİR ve UYKU ÜZERİNE
BÜYÜLEYEN UYKU
Büyüleyen uyku, matem gecesinin çocuğu
Kardeşi ölümün, sessizlikte doğan,
Defet kederimi ve rahatlat, ve onar aydınlığı
Geri gelen azaplarımın karanlık unutkanlığını,
Gündüze bırak ki yetsin senin matemine
Maceracı gençliğimin deniz kazalarına;
Uyanan gözlerim artık hayıflanmasın istihfaflardan
İşkenceden kurtulayım, gece loşluğunda, azaplardan
Fasıllar, rüyalar, gündüz hülyalarının imajları
Daha fazla belki ama ertesi günün yangıları,
Beklemeyin tasvibini doğan güneşin ey yalancılar
Ki çoğaltan sancılarımı, acılarımı arttıran.
Bırakın beni uyuyayım, kucaklasın beni mağrur bulutlar
Asla uyanmadan, görmeden gündüzün amansız kibrini.
Samuel Daniel (1562–1619)
CARE – CAHARMER SLEEP
Care-charmer sleep, son of the sable Night,
Brother to Death, in silent born.
Relieve my languish, and restore the light,
With dark forgetting of my cares retum.
And let the day be time enough to mourn.
The shipwreek of my ill-adventur’d youth;
Let waking eyes suffice to wail their scorn,
Without the torment to the night untruth.
Cease, dreams, the images of day-desires,
The model forth the passions of the morrow;
Never let rising sun approve you liars,
To add more grief to aggravate my sorrow.
Stil let me sleep, embracing clouds in vain;
And never wake to feel the day’s disdain.
TARDİYYE
ey mâh uyu uyu ki bu şeb
gûşunda yer ede bang-i yâ rab
ma’lûm değil eğerçi matlab
öyle görünür ki hükm-i kevkeb
sîh-i siteme kebâb olursun
ey gonce uyu bu az zamândır
çerhin sana maksadı yamândır
zîrâ katı tünd ü bî-amândır
lutf etmesi de velî gümândır
havfım bu ki pek harab olursun
ey nerkis-i aşk hâb-ı nâz et
dâmân-ı kazâya düş niyâz et
bin havf ile çeşm-i cânı bâz et
encâm-ı belâdan ihtirâz et
bâzîçe-i inkılâb olursun
gel mehd-i safâda râhat eyle
bir kaç gececik ferâgat eyle
fikreyle sonun inâyet eyle
süd yerine kana âdet eyle
peymâne-keş-i itâb olursun
mehd içre uyu ki ey semen-ber
kalmaz bu revişde çerh-ı çenber
bu hâl ile gerdiş etmez ahter
seyr et sana az vakitde neyler
seyl-i gama âsiyâb olursun
bîdârlık ile etme mu’tâd
uykudan olur olursa imdâd
bir zehr sunub bu çerh-i cellâd
gâlib gibi kârın ola feryâd
bezm-i eleme rebâb olursun
Şeyh Galib (1758–1799)
UYUMAK İSTİYORUM!
İki yıldız arası göğe asılı hamak…
Uyku, uyku… Zamansız ve mekânsız, uyumak.
Uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı;
Harfsiz ve kelimesiz, düşünmek Yaradanı.
İlgisizlik, her şeyden kesilmiş ilgisizlik;
Bilmeyiş ki, en büyük ilme denk bilgisizlik.
Usandım boş yere hep gitmeler, gelmelerden.
Bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden!
Göz kapaklarımda gün kapkara bir kızıllık;
Kulağımda tarihin çıkrık sesi, bin yıllık.
Bir yurt ki bu, diriler ölü, ölüler diri;
Raflarda toza batmış peygamberden bildiri.
Her gün yalnız namaza uyanayım;
Bir dilim kuru ekmek; acı suya banayım
Ve tekrar uyuyayım ve kalkayım ezanla!
Yaşaya dursun insan, hayat dediği zanla…
Üstad Necip Fazıl (1905–1983)
Hakikaten, şiirin yerini şiirden başkası tutamaz, fakat şiir üzerinde düşünmenin, anlam ve mukayese araştırmaları, şekil ve içerik incelemeleri yapmanın faydasını da kimse inkâr edemez. Çünkü şiirin genç nesle tanıtımı, aktarımı ve sevdirilmesi başka hangi yolla olabilecektir. Genç kuşağı önce şiirin dünyası ve havasına sokmanız gerekir ki bu da bizzat şiirin yanında şiir üzerine yapılan çalışmalarla mümkün olabilecektir. İkinci bir nokta ise üzerinde çalışılan iş hakkında inceleme, araştırma, öğrenme, yeniden öğrenme, karşılaştırmalar yapma, yeni hususlar bulma gayreti bulunulmuyorsa en başta o iş sevilmiyor demektir. Evet, gerçek şiirin bulunmadığı dönemlerde şiir üzerinde kîl ü kâl çoğalır, şiir azalır. Fakat şurasını da unutmamak lazımdır ki her yeni ve özgün şiir döneminin öncesinde ve ilk devrelerinde şiir üzerine yapılan bu tür çalışmalar vardır.
Akademisyenlerimiz ise maalesef şiiri tamamen terk etmişlerdir. Bırakınız şiir eleştirisi ve tanıtımı yapmayı, şiir okumayı ve öğretmeyi bile terk etmişlerdir. Üniversitelerimizdeki edebiyat bölümleri nasıl olmuşsa olmuş, şiirden soyutlamıştır adeta. Yeni şiir, Cumhuriyet dönemi şiiri zaten okutulmamaktadır. Fakat Tanzimat sonrası eserlerinin ve divan şiirinin okutulduğunu da sanmayınız. Gösterilen bir iki örneğin yeterli olmayacağı aşikârdır. Herhangi bir yerde şiire rastlamanız, bir kır gezisinde veya ıssız bir yerde arkeolojik bir buluntu ile karşılaşmanız gibi, hayretler içinde bırakacaktır sizi.
Rahmetli Mehmet KAPLAN hocamız yeni şiiri takip eder, inceler, üzerine eleştiriler yapardı. Gerçi tenkitleri, şekil üzerinde teknik yorumlar yapmaktan, şiir ve şairin psikolojisi hakkında da Jung’un ana karnına dönüş psikozu tezini tekrarlamaktan vs. ibaretti. Fakat ne olursa olsun, çağdaş şiirin bir akademisyen tarafından değerlendirilmesi şiirimiz için çok faydalı oluyordu. Yeni Türk edebiyatı sahasındakiler Prof. Dr. Mehmet KAPLAN’ın vefatından sonra iyice geriye gittiler ve Servet-i Fünûn’a kadar bile gelemiyorlar artık. Nerede kalmış modern ve çağdaş şiir üzerine çalışmak ve yorum yapmak. Zinhar! Aforoz olurlar sonra, gergedanlar tarafından.
Aslında, sadece kendi dilimizle yazılan şiirler üzerinde değil, diğer dillerdeki şiirler hakkında da çalışma yapmak, şiir için son derece gereklidir. Şiir tercümeleri, şairlerin şiir üzerindeki fikirleri ve tartışmaları, şiir mukayeseleri elbette ki son derece elzemdir. Memleketimizdeki kısırlık, verimsizlik ve üretimsizliğin ardında bu husus da vardır. Başımızı kuma gömmüşüzdür. Üzerimize kendi elimizle ölü toprağı serpmişizdir, at gözlüğümüzü kendi kendimize takıvermişizdir.
* * *
Bir şairin şiirlerini anlamanın yolu, yine şairin diğer şiirlerine de müracaat etmekten geçer. Şiiri anlamanın yolu yine şiirden geçer, yani. Bir de, şairleri en iyi anlayanlar yine şairlerdir.
“kadr-i zer zergerî şinâsed kadr-i gevher gevherî”
(kuyumcu bilir kadrini ancak, altının ve mücevherin)
Bir dönem ve ekolün şairleri yine dönemin diğer şairlerin eserleri ile daha iyi anlaşılabilir. Hatta uzun asırlar önce yaşamış bir ozanın bir mısraı size çok şeyler söyleyebilecek ve öğretebilecektir. Daha da ileri gidiyorum ve iddia (ve ispat) ediyorum ki bir başka dilin şairinin bir eseri veya bir dizesi, dilinizin şairlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilecektir. Önerdiğim, sadece, mukayeseli edebiyat çalışması yapmak değildir. İnsanoğlunun yetenek ve edimlerinden en güçlü ve ortak alanı, şiirdir. Şiir, âdemoğlunun büyük bir alt şuurudur, ortak bir şuur altı ve onun dışa vurumudur. Bu yüzden, dünya şiirinden ne kadar yararlanabiliyorsanız o kadar ufuk ve enginlere açılabiliyorsunuz demektir.
Devam ediyorum; eğer kardeş dillerdeki şiirlerden haberiniz yoksa durumunuz pek sağlam değildir. Divan Edebiyatını eleştirenler, o edebiyatın zengin bir arka plan ve birikime sahip olmasının yanı sıra, Arapça ve Farsça ile olan yakın ilgisini, iyice bir düşünmeleri gerekiyor. O dönemin şairleri Arapça ve Farsça ile şiir yazacak kudrette idiler. Şimdilerde, İngilizce her tarafı kaplamış görünüyor, haydi o dille yazmayı bırakın, İngiliz-Amerikan şiir birikimi ve bilgisine sahip kaç tane şair gösterebilirsiniz. Şunu da ilave edelim de tam olsun: Geçmiş şairlerimiz, dilimizin kan kardeşi olan edebiyatları da çok iyi takip ediyor ve biliyorlardı. Çağatayca, yani Orta Asya Türk Edebiyatı, bizde son derece iyi tanınıyordu. (Bu diyalektin en iyi şairinden kinaye olarak) Nevaice ile şairlerimiz birçok şiir yazmışlardır hatta.
* * *
Her alanda eksik ve gediğimiz o kadar çok ki, asıl konuya gelinceye kadar bile son derece zorlanıyor ve fazladan gayret sarf ediyoruz. Lakin kapının önünü süpürmeden eve gireceğim diyorsanız bütün toz ve pisliklerin eve doluşmasını baştan kabullenmişsiniz demektir. Mevcut durumun eleştirisi, geçmişle mukayese, çıkış ve çözüm önerileri, zaman zaman, belki asıl eserden daha fazla yer kaplayabiliyor. Fakat bunların zarureti de inkâr edilemez.
Üç şairin uyku üzerine olan şiirlerini ele alacağımız bu yazıda, şairlerin birbirlerinin anlaşılmasına yardımcı olduklarını göreceğiz. Şairlerin, birbirlerinden habersiz olarak, aynı konuyu, aynı tema ve anlayışla ele aldıkları bilinmektedir. (Hatta birbirinden çok uzak yerlerde iki şairin, motamot aynı şiiri yazdıkları bile vaki olduğu rivayet edilmektedir.) Bu kadar olmasa bile aynı yeni mazmunun ayrı yerlerdeki şairler tarafından aynı zaman diliminde ifadesi diye bir hadise vardır ve “tevarüd” denilmektedir. Fakat birbirinden tamamen farklı zaman ve yerlerde (ve birbirlerinden habersiz) yaşamalarına, hatta birbirine yabancı medeniyetlere mensup bulunmalarına rağmen, aynı konuyu, hemen hemen aynı yaklaşım tarzıyla ele almaları ise oldukça şaşırtıcı ve hayrete düşürücü bir olgudur.
Şiir, şuur keskinliği ve aydınlığı ile ortaya çıkar. İnsan hassalarının uyanık ve eylem içinde bulunduğu zamanlarda, ete kemiğe bürünür. Duyarlılık ve ilham, şairin özel zamanlarında, yani bütün duygu ve düşüncelerinin bir arada bulunduğu anlarda, yan yana gelir ve şiire dönüşür. Evet, uykuda da insan ve insan beyni faaliyet içindedir. Fakat insanın maddi ve manevi faaliyetlerinin en aza indirgenliği bir durumdur uyku. Ayrıca, çok uyuyanın idrak ve intikal güçlüğü içinde kalması da bilinen bir şeydir. O halde bu üç büyük şairin ağız birliği etmişçesine, uykuyu övmesi nedendir? Yalnız, yanlış anlaşılmasın; şairler uyumaz veya uykuyu sevmez demiyorum. Şairler, şuuru ve şiir yazmayı severler. Onun için, tam tersi bir tutumu, yani hiç şiir yazmayacakları bir durumu yüceltmelerinde başka bir espri olması lazımdır.
Şairler, hassas insanlardır. Her şeye karşı duyarlı ve ilgilidirler. Önce kendilerine karşı hassastırlar. Bütün yüce duygu, düşünce, anlayış ve yaşayışlara karşı duyarlıdır. İçinde yaşadıkları çevre, toplum, halk ve insan organizasyonlarına karşı hassasiyetleri diğer insanların üstündedir. Büyük umutlar, yüksek gayeler, yüce emeller taşırlar. İdeali, mükemmeli, en erişilmez sanılan yerden getirip insanlığa sunmak isterler. En iyiyi, en güzeli, en doğruyu bulup çıkarıp insanlara ve insanlığa takdim etmektir hedefleri. Ruh güçleri, şuur kuvvetleri ve iç tepkileri o kadar zengin ve bereketlidir ki olmazı olur yaparlar bazen. Lakin yükseğe çıkanın riski de büyüktür. Düşmek, Hz. Âdem’den bu yana bütün insanlığın, kaderidir. Şairler de düşerler ve ne düşerler. İnsanlar, olaylar, yıkımlar, umut kıran yanlışlık silsileleri, tökezleten hatta sıradağları birikir birikir de şair de düşer, iç cephesini kaybeder, ruh kuvvetleri azalır ve büyük hayal kırıklıkları yaşar. Hayattan, insanlardan ve olaylardan koptuğu zamanları olur şairin. O zaman, hayatla olan bağlarını en aza indirgemek ister. İnsanlar ve toplumla olan ilgisini en alt seviyeye düşürmekten başka belki çaresi de kalmaz. Böyle bir halet-i ruhiye içindeyken uykuyu, yani insanı reel hayattaki bütün olgulardan alıkoyan uykuyu, yüceltmekten başka ne yapsın şair? Bu halini bile şiirleştirmesi, sizce de muhteşem değil mi?
Diğer taraftan, her üç şair de büyük olaylar, büyük insanlar, büyük eserler, büyük mazhariyet ve yüksek erişimlerin adamıdırlar. Hayatları çalkantılı, açılımlı ve dolu dolu geçmiştir. Fakat görülüyor ki yoruldukları anlar ve zamanlar da olmuştur. Yorulup uyku ve istirahattan başka bir şey düşünmedikleri dönemleri, aslında şairlerin yeniden toparlanma, hazırlanma ve güç kazanma devreleridir. Bir nevi ara vermişlerdir. Fakat bu hallerini soyutlamaktan, yüceltmekten ve idealize etmekten de geri kalmamıştır. Şair, ne de olsa mübalağanın (yani soyutlamanın) adamıdır.
* * *
Tasavvufta, “beyne-n-nevm ve-l-yakaza” dedikleri bir durum vardır ve “uyku ile uyanıklık arasında” manasına gelir. Az yiyen, az uyuyan ve az konuşan, ahlak ve iyilik için yaşayan mutasavvıfların bir halidir. İlhama ve dolayısıyla manevi mazhariyetlere eriştikleri anı ifade eder. Şiir için de elverişli bir haldir bu. İki dünya arasında, metafizik ve fizik arasındaki ince bir patikada yürümek, şiir için oldukça zengin ve açılımlı imkânlar sağlar. Diğer taraftan şairlerin, rüya ile araları oldukça iyidir. Rüyalar onlara zengin ilhamlar verir. Şiiri de bir nevi rüya olarak kabul edebiliriz. Rüyalar uyku içindeki uyanıklık anları, şiirler de yaşamın içindeki fasıllar yani rüyalar olamaz mı?
Üstad Necip Fazıl’ın şiiri, Müslüman bir şairin yüksek hassasiyetini içeriyor. Yalnız namazdan namaza uyanmak ve ezanla kalkmak istemesi cemiyetteki olumsuzluklarla da yakında ilgilidir; dirilerin ölü, ölülerinse diri olduğu bir yeri kabullenememektir. Tam bir derviş hayatı yaşamayı yani ölmeden önce ölmeyi istemektedir. (Fakat yeniden kendini onarınca mücadelesine toplum içinde yine devam etmiş, fırtınaların içine kendini atmaktan çekinmemiştir.) Şeyh Galip üstadımızın şiiri, (Hüsn-ü Aşk’ta) dadısının aşkı uyutmak için söylediği bir nevi ninni ise de, şairin kendine hitabından başka bir şey değildir. Şairin hayatıyla direkt ilgisi yanında, tasavvufi hayatın, çileli manevi yolculuğun bir dönemine de işaret etmektedir. Bu son derece yüksek ve muhteşem şiir, çok açılımlı ve çok manalıdır, sadece bunu yorumlamak dahi ayrı ve uzun bir yazının konusudur… Samuel Daniel’in(1) şiiri de güzel ve zengin bir şiirdir. Lakin şairlerimizinkine göre daha maddi ve somut kalmaktadır. Daha çok reel hayatın sıkıntılarından uzaklaşmak ve kaçmayı idealize etmektedir. Fakat zengin imajlar ve mazmunlarla süslü güzel bir şiirdir. Şunu da eklemek istiyorum ki bu üç şiir birbirini garip bir şekilde tamamlamaktadır. Sanki üç şiir değil de, bir tek şiir gibidirler. Daha önce de dediğimiz gibi, birbirinden tamamen farklı medeniyetlere mensup olsalar bile, birbirlerinden çok uzak zaman (ve asırlarda) yaşamış olsalar dahi, şairlerin kimi konularda aynı düşünce, duygu ve yaklaşım tarzını taşıdıkları ve böylece birbirlerinin anlaşılmalarına da yardımcı oldukları açıktır.
Düşünce, sanat, edebiyat ve siyaset aslında sınır ve zaman tanımaz. Büyümenin, gelişmenin, aşmanın ve hatta var olmanın yolu dünyanın entelektüel birikimine -olabildiği kadar- sahip olmaktan geçer. Ulaşabildiğiniz ve erişebildiğiniz zirveler, sizindir; fethetmişsiniz demektir. Tırmandığınız kadar da, sizindir. Sizden yukarıda kimse kalmadığında önde ve birincisiniz demektir.
_______________________________________________________________
(1) Samuel Daniel, 1562 (?)- 1619 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, deneme, inceleme ve piyes yazarı ve tarihçidir. Eserlerinin iç örgüsü, felsefi tarih anlayışı ile dokunmuştur. Oxford mezunudur; İtalya’ya seyahat etmiştir. Kral James I’in ve Kraliçe Anne’in, yüksek aristokrasisinin emrinde ve etrafında bulundu, onlar için eserler kaleme aldı. Hareketli ve canlı hayatına 15 kadar kitap sığdırdı. Tarihi piyesleri ile Shakespeare’i ve Fransız oyun yazarlarından Robert Garnier’i etkiledi. Klasizmin öncülerindendir. Bilimlerinin evrenselliğini savunur, ahlak ve eğiticiliğe özellikle önem verirdi.
*Haydar Murad Hepsev’in bu yazısı, Yüce Devlet Dergisi’nde (7 Aralık 1995, 5.sayı, s.8–9) yayınlanmış ve Kasım 2007’de yeniden ele alınmıştır.