RECEP TAYYİP ERDOĞAN,
ŞAH MI PİYON MU? (1)
Amaçlar ve Süreçler Bakımından Siyaset
Amaçlar açısından üç tür siyaset vardır: Birincisi, küçük siyasettir ki kişi ve grupların işlerinin yürütülmesi için yapılır. Bu işlerin çapı küçük ya da büyük olabilir, yani bir kişinin herhangi bir iş için devlete başvurması da bir şirketin (belki küresel) çıkarı için hükümet veya devlet kurumlarıyla çalışması buna girer. Alttan yukarı, milleten devlete doğru bir talep söz konusudur; fakat kişisel ve kurumsal çıkarları diğerlerinin üstüne çıkarmamak gerekir, çünkü bu zararlıdır ve merduttur. Vatandaşların istekleri çoktur, bunlar hakkaniyet ve adalet ölçüsünde devlet tarafından sağlanır. İkincisi, orta siyasettir ki insanlara hizmet için yapılır. Yönetim, insanoğlunun en önemli ihtiyaçlarındandır, bir kısım kişiler toplumu yönetecektir, bu bir ihtiyaçtır. Bu siyaset genelden özele, devletten millete doğrudur; milletin ihtiyaçların karşılanması, korunması, geleceğinin gözetilmesi gayesiyle yapılır. Bunun şartı da iyi niyet ve matlup olunmaktır; işin gereğine tam olarak uyulması ve istişare ile yapılmasıdır; ayrıca kabiliyet ve cesaret gerektirir. Üçüncüsü büyük siyasettir ki insanlığa, millet, vatan ve dine hizmet için yapılır. Mesela, maddi ve manevi medeniyet bakımından ülkeyi ileriye götürmek, buna girer; mazlum ve yoksul milletlere yardım etmek; içsel, bölgesel ve küresel barışa hizmet elbette ki önemli ve büyüktür. Ülkemiz Balkanlar ve Kafkaslar, İran İle Yunanistan, Rusya ile Ortadoğu, Asya ile Avrupa arasındaki zor coğrafyadadır. Onun için birliğini korumak hatta daha büyük birlikleri kurmak zorundadır. Bu bir mecburiyet ve idealdir, lakin aynı zamanda siyasettir; bunun için çalışmak, birliğe gidecek yol ve yöntemleri araştırıp bulup uygulamaya koymak, elbette ki siyasetle mümkün olacaktır. Büyük siyasetler için çalışmak milletini, vatanını, dinini, dindaşlarını ve insanlığı seven herkese düşen bir görevdir; lakin kabiliyet, cesaret, derin bilgi ve kutlu sezgi gerektirir. Bunlar, hem millet hem de devletin ortak gayesidir. Bazen devlet unutabilir amaç ve hedeflerini, bazen de millet; birbirine hatırlatır ve aynı doğrultuda birleşirlerse onların bileğini kimse bükemez.
Siyaset zaman ve süreç açısından da üç şekilde karşımıza çıkıyor. İlki, güncel yani kısa vadeli olandır. Bu belki de her gün hatta günde birkaç kez değişir; yorucu ve kafa karıştırıcıdır, lakin insanlar bununla çok meşgul olurlar. İnsanlara her gün 100 parçadan ibaret Lego oyuncakları verildiğini düşünün, her insan ayrı bir şekil oluşturacaktır; gündelik siyaset böyle bir şeydir. Köşe yazarları için tabii ki iyi bir malzemedir, her gün yazacak hatta birden fazla konu bulurlar. Lakin güncel ile çok uğraşmak, ormanda sis bastığında yol bulmaya benzer, bazen yolunuzu kaybedebilirsiniz. Onun için siyasilerin ve yorumcuların bilgili, uzak görüşlü, sabırlı ve güçlü olması gerekir. İkincisi dönemlere ait orta vadeli siyasettir ki kurumların ve siyasetin kritik zamanları için geçerlidir. Bu dönemler bazen haftalık olabildiği gibi birkaç seneyi kapsayabilir. Bütün toplumu saran, sıkan ve hatta üzen olayların çözümü tabii ki kolay olmaz. Onun için sabır yetmez, metanet ve sebat da gerekir; bilgi yetmez, derin bilgi gerekir; maharet, incelik ve ufukluluk gerekir. Üçüncüsü, uzun vadeli siyasettir ki bu, milletlerin rol ve misyonlarına uygun hareket etme temelindedir. Bu ise bazen asırlarca sürebilir ya da ülkenin menfaatlerinin çapına göre bazen kısa bir zamanda da gerçekleşebilir. Mesela iki Almanya, ayrıldıktan 45 sene sonra birleşti. Fakat Rusya, yüzyıllardan beri sıcak denizlere inemedi, lakin bu siyasetini hiç terk etmedi. Siyaset, elbette ki şahıslara bağlı değildir lakin uzun vadeli olan bu tür siyaset, milletin sahip çıkmasına bağlıdır; milletin sosyal veraset yoluyla nesillere intikal ettirmesiyle gerçekleşir. Kurumlar yoluyla milletin hafızasının güçlü olmasını, değerlerine sahip çıkması, bunun için fedakârlığı göze alabilmesine bağlıdır. Büyük ruh, güçlü akıl, yüksek bilgi ve keskin irade gerekir. Stratejik konum, misyon ve değerlerine uygun hareket etmeyen millet ve devletler ise yok olup giderler, tarihin çöp kovasında bunlara çok örnek bulabilirsiniz. (Büyük siyasetle uzun vadeli siyaset arasında paralellik vardır, bir madalyonun iki yüzü gibidir.)
Büyüklük ve süreçler açısından siyasete bakış açımızı kısaca anlatmış olduk. Ele alacağımız siyasi figürü, bunlara göre ikinci ve üçüncü basamaklarda değerlendireceğiz. Önce hatıra ve gözlemlerimizden başlayalım.
Sinekler ve Ağlar
1990 yılında Fatih’te akrabası olan bir arkadaşımızın düğününde gördüm Recep Tayyip Erdoğan’ı. O zaman yanılmıyorsam partisinin İstanbul il başkanıydı. Geç gelmişti ve evlenmenin yararları hakkında bir konuşma yapmıştı. Partisini desteklemiyordum ve konuşması da malumu ilam kabilindendi. Lakin dinleyicilerden 50 yaşlarında hafif sakallı bir kişinin durumu gözüme çarpmıştı. Ondan konuşmacıya giden derin, içten, kuvvetli ve sevgi dolu bakışı gördüm; önemli bir fotoğraf gibi hâlâ hafızamdadır. İçinde bulunduğum sıradanlık duygusundan beni o bakış uyandırmıştı; bir dinleyiciye bir konuşmacıya bakıyordum. Demek ki genç olmasına, henüz önemli bir mevkide bulunmamasına, rağmen seviliyor ve sayılıyordu.
Belediye başkanlığına adaylığını, televizyondaki konuşmalarını az çok izledim, lakin kazanacağına pek ihtimal vermiyordum. Kazandı, sevindim; ama o kadar; başarılı olacağını sanmıyordum. Hatta birkaç önemli husustaki tecrübesizliği ve başarısızlığı beni üzmüş ve karamsarlığımı devam ettirmişti. O sıralarda yani 1998 yılının Nisan ya da Mayıs ayında dört beş öğretmen arkadaşla bir ikindi sonrası Çamlıca’da otururken ve sohbete dalmışken insanlar birden dalgalanıp hareketleniverdi. Herkes ayağa kalkıyordu, “Recep Tayyip geliyor” diyorlardı. Biz de ayağa kalkmıştık, Belediye Başkanı bizim yanımıza da geldi, bizlerle de tokalaştı ve benimle onun arasında şöyle bir konuşma geçti:
—Nasıl beğendiniz mi buraları?
—Beş diyebiliriz.
—Yani tam puan veriyorsun.
—Hayır, on üzerinden beş.
—Sen bu işlerden anlamıyorsun.
—Biz hocayız, not veririz.
Sonuncuya bir karşılık vermedi, protokol için ayrılan yere geçti. Sıra dışı bir konuşma yapmanın verdiği bir duyguyla arkadaşlarla konuşurken bir arkadaşımız, “Başkan, bizi çağırıyor” deyince yanına gittik. Sekiz on kişilik bir grup olduk. Bize ikram edildi. Eğitimden ve kültürden bahsedildi. Başkan kendilerinden hem muhafazakâr kesimin hem de laiklerin beklemediği halde bu konulardaki icraat ve başarılarını anlatıyordu; biz de kendisiyle rahatça konuşuyor, fikirlerimizi söylüyorduk. Lakin başkanın bana tavrı bir az önceki konuşmanın etkisiyle biraz mesafeliydi, doğal olarak. Benim tavrımda da bir değişiklik yoktu, dinliyor ve yeri geldiğinde katılıyordum. Konuşmanın seyri nereden oraya geldi bilmiyorum ama Recep Tayyip Bey “Cenab Şehabettin der ki ‘Kanun küçük sineklerin takılıp kaldığı ama büyük sineklerin delip geçtiği bir örümcek ağıdır’ …” dedi. Bu söz Cenap Şehabettin’in değil Victor Hügo’nundu ve Cemil Meriç Üstad’ın tercümesini yapıp bir de önsöz yazdığı “Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti” adlı adalet ve hukuk kurumunu derinlemesine incelediği romanında yazılıydı. Romanı talebeyken okumuştum ama cümle hafızamda kazılıydı. Başkana bunu nasıl söylesem diye düşündüm, acaba nasıl karşılardı. Bu tür adamlar genellikle kibirli olurdu ve biraz önce onun gururunu okşamamıştım. Fakat gider bu sözü basının önünde söyler, hafifseme ve hatta alayla karşılanabilirdi. Düşünürken zaman geçmiş, konu da değişmişti ama cesaretimi topladım ve;
—Sayın başkan, biraz önce söylediğiniz söz, Cenap Şehabettin’in değil Victor Hügo’nundur; Cemil Meriç’in tercüme ettiği “İhtişam ve Sefalet” adlı romanda bulunmaktadır, dedim. Bana baktı ve;
—Bize hocalarımız Cenap Şehabettin’e aittir demişlerdi, diye kendini mütevazıce savundu. Arkadaşlarım da beni desteklemişler, benim bu konularda araştırmalarım olduğunu ifade etmişlerdi. Başkanın yanındaki adamlardan biri;
—Bu sözü hem Cenap Şehabettin hem de Victor Hügo söylemiş olabilir, diyerek kendini belli etmişti. Güldük tabii. Başkan bu söze karşı bir şey demedi. Beraber fotoğraf çektirdik, elimizi sıktı ve bizden ayrıldı.
Bu konuşma, okuduğu şiir yüzünden dava açılıp hapse atıldığında hatırına gelmiş midir, bilmiyorum. Victor Hügo’nun sözünü basın ya da toplum huzurunda kullandığına da rastlamadım. Lakin hapse atılması tamamen “küçük sineğin ağa takılması” idi; tabii ki üzücüydü, adalet adına büyük bir hataydı; toplumun içinden çıkmış ve İstanbul çapında başarılı olmuş bir lider adayına dolayısıyla millete karşı yapılmış büyük bir haksızlıktı.
Gözlemler ve Dikkatler
Liderlerin inziva ve medrese-i Yusufiye dönemleri onları geliştirir, muhasebe ve murakabe yapmalarını sağlar, yani onları terbiye eder ve büyütür. Recep Tayyip Bey, hapisten sonra güçlü bir ekip oluşturup parti kurdu, ilk genel seçimde de kendisi yasaklı olduğu halde partisi iktidara geldi, kısa bir zaman sonra da bulunan bir formülle milletvekili ve başbakan oldu. Yani büyüdü, kendi deyimiyle “gelişip değişti.” İktidarının ilk yıllarında Avrupa Birliği sürecine ve reformlara önem verdi, başarılı oldu, delikanlılığı ve çalışkanlığıyla halk tarafından benimsendi; güçlü liderliği iç ve dışta görüldü, takdir edildi. Bu derece başarılı olması beklenmiyordu; lakin saydığımız yönlerinin yanı sıra partisini iyi yönlendirmesi ve devlet kurumlarını oldukça iyi yönetmesi onu “ilham ve heyecan verici güçlü lider” pozisyonuna çıkardı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihi ve derinlemesine portresi siyaset bilimcilerin işi; biz detaylara girecek değiliz. Gözlem, bilgi, tecrübe ve dikkatlerimiz vasıtasıyla bir hakikat ödevi yapmaya çalışıyoruz. Recep Tayyip Bey ve partisi için zor günler geldiğinde, iki husus dikkatimi çekmişti. Birincisi Anayasa mahkemesinin trajik 367 kararı ve Genelkurmayın 27 Nisan e-muhtırasından sonraki cumhurbaşkanlığı seçimi oylamasının hemen sonrasında Meclis’ten çıkmadan önce âma Milletvekili Lokman Ayva’nın sırtına hafifçe vurup onunla şakalaşmasıdır. Diğeri de Anayasa Mahkemesi’nin vahim türban kararı ve Yargıtay Başsavcısının partisine kapatma davası açtığı sıralarda oğluyla buluşup bir lokantada kebap yemesidir. Bunlar simgesel değeri olan şeylerdir, kriz dönemlerinde ekibine ve millete pozitif mesajlar vererek önemli bir liderlik uygulaması yapmıştır, metanetini ispat etmiştir. Lakin simgesel mesajlardan daha önemlisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın bu iki sıkıntılı süreci de başarılı bir şekilde yönetmesidir. Genelkurmay Başkanıyla meşhur Dolmabahçe görüşmesi ve hemen erken seçime gitmesi birinci krizden yüzünün akıyla çıkmasını sağladı. Kapatma davası sürecini de “boynumuzu giyotine uzatıyoruz” gibi etkileyici baskılara boyun eğmeyip kurumlar ve partisi arasındaki gerilimi artırmadan ama savunmasını içte ve dışarıda iyi yaparak başarıyla yürüttü. “Büyük sinek” olmuştu artık, bunun da büyük etkisi oldu elbet; kendini büyütmüştü yani, ilk davadaki gibi mazlum olmadı, dik durdu ve kazandı. Döneminin şartları, iç ve dış konjonktür de çoğu zaman onun yanında oldu. Lakin bu herkes için geçerlidir; şartlar ve fırsatlar bazen yanınızda olur bazen karşınızda, önemli olan onları nasıl değerlendirdiğinizdir.
Özal ailesi büyük skandallarla gündeme gelir ve bunlar rahmetli Özal’ı ve icraatını perdelerdi. Erdoğan’ın ailesi nezih ve medeni kaldı, babalarının siyasetine mani olmadı. Özal, aydın bir kişiydi; halk onu severdi ama Erdoğan kadar halka yakın olmamıştır. Bir halk adamı oldu, Recep Tayyip Bey; onlarla hemhal oldu, düğünlerine katıldı, cenazelerini sırtında taşıdı, çocuklara hediyeler verdi ve hatta onlarla maç bile yaptı. Popüler yönü daha kuvvetli ama aslında Erdoğan bir entelektüel değil. Bir iki kişi hariç yakın kadrosu da yüksek aydınlardan sayılmaz. (Maalesef üniversitelerimiz de yüksek aydın yetiştiremiyor; onun için kadro kurmakta güçlük çekmesini makul karşılamak gerekir.) Abdullah Gül tamamladı, onun bu noksanını, pek de fark ettirmeden. Erdoğan’ın ve partinin büyük şansı oldu. Efendi, bilge ve aydın kişiliğiyle, fedakâr ve sakin tavırları, başarılı diplomatlığıyla, yumuşak güç oluşuyla aslında Türkiye’nin büyük bir şansı oldu. Başbakan ve dışişleri bakanının, cumhurbaşkanı ve başbakanın uyumlu hatta ekip olduğu dönemlerde memleketimiz büyük ivmeler yakalamaktadır.
Yüzde elliye yakın oy almış olmasına ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen iktidarının ikinci döneminin birinci yılı çalkantılarla geçti. Evet, partisi kapanmadı ama mahkeme onu ve partisini uyardı; türban konusunda da reddedildi. Yani iktidar savaşında yarı galip yarı mağlup pozisyonda kaldı. Savaşın devam edeceğini söylemek bir kehanet değil tabii. Fakat bundan sonra kendisinin ve partisinin çok daha ince siyasetler uygulaması, çok daha dikkatli ve hassas olmaları gerekiyor, yoksa başarı mesleği olan siyasette muvaffak olamazlar.
Şah mı Piyon mu?
Satranç oyununda piyonun vezir olması mümkündür lakin çok güçtür. Halkın içinden gelmesine, güçlü bir aileye mensup olmamasına ya da elit bir kesime dayanmamasına rağmen Recep Tayyip Erdoğan belediye başkanı ve daha sonra başbakan olarak piyonken vezir olmuştur. İyi bir okuldan mezun değildir, yabancı dil bilmemektedir fakat güçlü bir liderdir ve zekâsıyla oyunu iyi oynamıştır, başarılı olmuştur. Lakin her şeye rağmen ancak vezir olabilmiştir. Satrançta at, fil, kale olabilirsiniz, hatta piyonken vezir olabilirsiniz ama şah olamazsınız. Şah olabilmeniz için kendi oyununuzu kurmanız gerekir, yeni oyunun adı belki satranç olmayabilir, ama şah olmanın başka çaresi de yoktur. Ayrıca satranç oyunu da uzun tarihi içinde pek çok değişiklik geçirmiştir, insanoğlu bu klasik oyunu da değiştirmiş ve geliştirmiştir.
Misal verelim: Yavuz Sultan Selim aslında padişah olamıyordu, küçüktü ve merkezden çok uzaktaydı; babasıyla yaptığı ilk savaşı kaybetmişti. Lakin bütün bu olumsuzlukların üstüne çıktı, sultan oldu. İmkânsızı başardı, iki sene süren çok zor bir seferden sonra Mısır’ı fethetti ve halifeliği de aldı, getirdi. Fatih Sultan Mehmed çok gençti, tecrübesizdi, yaşlı ve kurt sadrazamı Çandarlı’ya ve diğer devlet erkânının muhalefetine rağmen İstanbul’u aldı ve bir çağ açtı. Osmanlı’nın kuruluşunu, hele Selçuklu’nun 100 kişiden bir dünya devleti haline gelişini misal vermeye gerek duymuyorum. Selahaddin Eyyubileri, Kılıçaslanları, Gazneli Mahmudları ve daha nicelerini burada rahmetle anarak geçiyorum. (Danışmanlar bunları ve dünyadan diğer örnekleri hazırlar ve sunarlar.) Konumuz onlar değil, bir başbakan yani Recep Tayyip Erdoğan…
Portre henüz tamamlanmış değil, onun için başlığımıza (1) numara verdik. İkincisini yazar mıyız, yazmaya değer bulur muyuz; ömrümüz yeter mi; yazdıklarımızdan pişman olur muyuz yoksa memnun mu, bilmiyoruz. Söylemek kolay yapmak zor; zor olan meydandakilere düşüyor, onlara başarılar diliyoruz. Lakin söylemek, uyarmak ve hatırlatmak da bir görevdir. Nöbet vazifemizi yapıyoruz çünkü biz de bir neferiz, ülkemizin ve hakikatin bir neferi.
Evet, kendini ispat etmiş, iki rahmetli liderimiz Menderes ve Özal’ın yanındaki mümtaz yerini almıştır, lakin onları da henüz geçememiştir. Bu portre bugün tamamlanmış olsa Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokan liderlerden biri unvanından daha iyisini hak etmemektedir. Öncelikle yeni bir anayasa yapmayı başarması gerekir. Lakin bu yeni anayasa sıradan olmamalıdır, rahmetli Özal’ın deyimiyle “çağ atlatan” bir çalışma olmalıdır. Komşularımıza, Afrika ve Asya ülkelerine örnek olabilecek bir yasa olabilmelidir. Kurumlar arasındaki hiyerarşiyi ve koordinasyonu sağlamalıdır. Yani mesela cihet-i askeriye bir ayrı cumhuriyet gibi olmamalıdır; üniversite ayrı bir baş çekmemeli, ilim ile ve ülkeyi ileriye götürmekle uğraşmalıdır; yargı ülkenin ve ekonominin önünü tıkamamalıdır vb. Yani piramidal sistem tesis edilmelidir, bunun için de başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçmenin çareleri aranmalıdır.
Türkiye’yi herkes bir yere götürmeye çalışıyor, aydınlarımız da bir yerlere çekmeye çalışıyor. Lakin bizim nereye gideceğimiz bellidir. Anadolu’daki bin senelik tarihimiz bellidir, Anadolu’nun ve Ortadoğu’nun beş bin senelik tarihi malumdur. Evet, demokratikleşelim, özgürleşelim ama sadece burada kalmayalım. Öyle adımlar atalım ki bunlar bizi hem özgürleştirsin hem de büyütsün ve geliştirsin. Onun için Erdoğan ve arkadaşları herkesi dinlesinler lakin bakış açıları ana fikirle her zaman irtibat halinde olsun.
Avrupa Birliği süreci devam ettirilmeli elbette hem de yeniden güçlü bir şekilde. Afrika’yla yakınlaşmamıza hız verilmeli. Bölgesel güç ve denge unsuru olma özelliğimiz daha pekiştirilmeli. D–8 çalışmalarına devam edilmeli, ama Özal’ın Karadeniz İşbirliği yeniden canlandırılmalı. Bunu “Karadeniz ve Hazar İşbirliği Konferansı’na dönüştürmenin çarelerini aranmalı; çünkü Türkî cumhuriyetlerle beraberliğimiz için bir formül bulmak zorundayız. Yani dış siyaseti, ülkemizin geçmişi ve sosyal verasetine uygun bir şekilde maharet, cesaret ve metanetle uygulanmalıdır. Yani yazımızın başında kısaca anlattığımız büyük ve uzun vadeli siyaset tarzı devreye sokulmalıdır.
Daha başka önerilerimiz de bulunmaktadır, bunların bir kısmı diğer yazılarımızda vardır, bazıları da yeri ve zamanı geldiğinde söylenecektir. Mesele öneri serdetmek de değildir; mesele ülkenin ve devletin yeniden büyük olması meselesidir, yüce devlet idealine uygun hareket etme fikridir. İdealimiz yüce milletle yüce devlet, yüce devletle yüce birlik; millet-devlet-birlikle yüce medeniyetimizin yeni ve muhteşem çağını başlatma ülküsüdür.
/// Haydar Murad HEPSEV’İN bu yazısı, 10 Ağustos 2008’te yucedevlet.com’da; MEDENİYET MİLLET DEVLET BİRLİK (İstanbul, 2010, s. 148-156) kitabında yayınlanmıştır.