MONNA ROZA MESELESİ
“…
zeytin ağaçları söğüt gölgesi
bende çıkar güneş aydınlığa
bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
seni hatırlatıyor her zaman bana
zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
zambaklar en ıssız yerlerde açar
ve vardır her vahşi çiçekte gurur
bir mumun ardında bekleyen rüzgar
ışıksız ruhumu sallar da durur
zambaklar en ıssız yerlerde açar
…
zaman ne de çabuk geçiyor mona
saat onikidir, söndü lambalar
uyu da turnalar girsin rüyana
bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
zaman ne de çabuk geçiyor mona
…
kırgın kırgın bakma yüzüme roza
henüz dinlemedin benden türküler
benim aşkım sığmaz öyle her saza
en güzel şarkıyı bir kurşun söyler
kırgın kırgın bakma yüzüme roza (Aşk ve Çileler)”
Hayır, yalnız Cumhuriyet devrinin değil şiir tarihinin en muazzam aşk şiirlerindendir. Aşkın en yüce, en kutsal, en muazzam makamlarından yazılmıştır. Kalpten, ruhtan, akıldan da öte yerlerdendir.
Aşk, kişiye verilen en büyük bir hediyelerden biridir. Göklerin armağanıdır. Aşk için ne söylense azdır, onu ancak şiir hissettirir bizlere; gerçeğini yaşayan ve tadan bilir.
İki türlüdür bu… Birisi alır, yücelere götürür. Diğeri ise aşağılara düşürür. İnsan bir bastona bile âşık olabilir. Kendi çocuğuna şiddetli bir sevgi besleyebilir. Kadın erkeğe ve erkek kadına aşk duyabilir. Bunlar doğaldır. Ve hiç kimse bu duyguyu taşıdığı için kınanamaz. Eğer ki yanlışa, hataya, kusura düşülmemişse… İnsanlık ve inanç esaslarına aykırı davranılmamışsa…
İnsanlar birbirine âşık olurlar. Bu, evlilikle sonuçlandıysa ne güzel. Ama bazen bu, imkânsızdır. Ne yapılsa yapılsın imkânsızdır. Çünkü insanın elinde değildir. Monna Rosa’da olduğu gibi…
Bunun bizdeki örneği Fuzulî’dir. Şiire hocasının kızına âşık olduktan sonra başlamıştır. Bu sevgi, evliliğe değil esere dönüşmüştür. Arapça, Türkçe, Farsça üç koca Divan’a, Leyla ve Mecnun mesnevisine ve daha nicelerine… (Sezai Bey’in de Leylâ ile Mecnun adlı bir şiir kitabı vardır. Yani bu iki şair ruhen akrabadır, aynı kaderin iki farklı yansımasıdır.) Batı’daki misali Dante’dir. O da duyduğu derin ve sarsılmaz bir aşkı, sevgilisi Beatriçe’ye hiçbir zaman ifade etmemiştir. Dünyaca meşhur İlahi Komedya adlı eserinin temelinde ve arka planında o vardır. (Kimse kalkıp da Fuzulî ve Dante hakkında ileri geri konuşmazken bu şiir ve akrostiş hususunda Sezai Bey’e saygısızlık yapılmasını insanın içi kaldırmıyor.)
Mecnun nasıl Leyla’ya olan aşkından Mevlâ’ya erişmişse Fuzulî ve Sezai Karakoç da aşklarıyla Yücelik makamlarına yükselmişlerdir.
***
Şiir, “1- Aşk ve Çileler” (4 Aralık 1952’de); “2- Ölüm ve Çerçeveler” (8 Ocak 1953’te); 6 “3- Pişmanlık ve Çileler” (Şubat 1953’te ); “Ve Mona Rosa” (12 Mart 1953’te) başlıklarıyla Mülkiye Dergisi’nde yayınlanmıştır. [A. Hakan’ın Hürriyet gazetesinin 12 Kasım 2006’da “Muazzez Akkaya’yı Buldum” ve 10 Ocak 2007’de “Mona Rosa ile Sezai Karakoç aynı karede” başlıklı iki talihsiz ve saygısız yazısı yayınlanmıştır. İlk yazıda geçen “Ancak 2002 yılına kadar hiç yayınlamamıştır” cahilane cümlesini maalesef sonradan herkes tekrar edegeldi. Şiir, 2002 değil 1998’de yayınlanan Şiirler XI MONNA ROSA ve 2000’de yayınlanan GÜN DOĞMADAN şiir kitaplarında yer aldı. (1) Cahilane” sözü belki az bile…] İşte görülüyor ki hem de ilk yazıldığı dönemde yayınlanmıştır. Ondan sonra şiirle az da olsa ilgisi olan herkes bu şiiri tekrar tekrar okudu, bazıları da ezberledi. Milletimiz, zaten şiire meftundur, hele de böyle muazzam ve harikulade olanlarına…
***
“Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
(Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine)”
Akrostiş herkesin aklındadır ve bu da son derece doğaldır. Sezai Bey, ne akrostişi ne de şiiri reddetmemiştir. Yeri geldiğinde veya soru sorulduğunda, kısa da olsa bahsetmiştir. Lakin bu husus onun için son derece özeldi ve kendisi bu konuda çok hassas idi. Onun içindir ki bahis açıldığında, çok kısa cevaplarla geçiştirmeyi tercih ederdi.
Kendisi hayattayken bu konuyu deşmek doğru değildi, edebe uymayan bir davranıştı. Bu yüzden A. Hakan’ın yazıları için “talihsiz ve saygısız” sıfatlarını kullandık. Üstad, bunlardan haberdar olduğunda kim bilir ne kadar üzülmüştür. (O yazılara cevap yazmayı düşünmüştüm lakin edebim müsaade etmemişti.)
Dirilişçi geçinen bir şair müsveddesi de “Ama efendim akrostiş var” diye Sezai Bey’le iddialaşmış, onun “Orası senin sidre-i müntehandır (2)” cevabıyla kuvvetli bir tokat yemiş… Buna rağmen bu müessif olayı övüne övüne anlatırdı. Kim bilir belki hâlâ anlatıyordur. İnsan kendini bilmezse…
Merhum Üstadla bizim birebir olarak çok görüşmemiz oldu; mesela ta Ankara’ya kadar yan yana gittik ve döndük. Lakin hiçbirinde bu şiirle ilgili soru sormadık, hatta aklımızdan bile geçmedi. 3 Ekim 1993’te Eskişehir’de yapılan “Dünya Görüşümüz Diriliş” konferansına aynı arabada giderken Sezai Bey’in yol boyunca sessiz kalıp Geyve’ye yaklaşıldığında nasıl da derin bir hüzne kapıldığına şahit olmuş ve bundan çok etkilenmiştim (Bu konferans için bkz. Çıkış Yolu II, İstanbul 2002. Kitabın o bölümündeki resimler tarafımızdan çekilmiştir.)
Onun bu hali, derin sırrı, ancak saygıya layıktır. Ne kadar merak edilirse edilsin bilinenlerle yetinmek gerekir idi. Şimdi onlara bakalım, Diriliş Dergisi’nde yayınlanan Hatıralar’dan iki bölümü okuyalım:
“Yine, fakülte birinci sınıftadır ki, sanırım biraz da sınıf arkadaşlarımın etkisiyle, yani modaya uyarak, eve, Ergani’den nişanlanmam için mektupla istekte bulundum. Fakat evden olumlu cevap gelmediği için, ben de bir daha üstelemedim, bir daha da bu konuda evden bir isteğim olmadı. Her halde çocukluktan tam çıkmayış, hicap engelini aşıp böyle bir mektup yazdırmış bana. Daha sonraki aylar ya da yıllarda iyi ki ev bu önerimi ciddiye almamış diye düşünmüşümdür. (Diriliş Dergisi, 19 Mayıs 1989, dönem 7, sayı 44, s. 15)”
“O sıralar da mı, yoksa daha sonraları mı, belki nişanlanma isteğiyle şuuraltı ilgisi olan ve biraz da kendimi denemek için, bir şiir yazmış ve Hisar Dergisine göndermiştim. Hisar’da bu şiir çıktı. Şiir şuydu:
RÜZGÂR
Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;
Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar..
O ceviz dalları, o asma, o dut,
Gül gül, mektup mektup büyüyen umut..
Yangından yangına arta kalmış tut.
Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar. (Diriliş Dergisi, 26 Mayıs 1989, dönem 7, sayı 45, s. 6)”
Bunlardan anlıyoruz ki kesin bir evlenme niyeti vardır. Ayrıca ilk dönem şiirleri Yağmur Duası, Kar Şiiri, Şehrazat sonra Pingpong Masası, Karaçay’ın Türküsü: Dans Eden İki Kardeş şiirleri de bu olayla ilgilidir ve Karaçay’ın Türküsü’nden Sezai Bey’in Geyve’yi ziyaret ettiğini anlıyoruz; bu zaten Monna Rosa’da da bellidir.
Bu niyet, gerçek olamamış; sahibini “pişirmiş ve yakmış”, hakiki insan’a dönüştürmüş, eser vermeğe yöneltmiş ve bunları insanlığa hediye yapmıştır.
***
Şiir severlerin büyük çoğunluğu, Sezai Bey’in şiirini tanımaya Monna Rosa ile adım atmışlardır ve hâlâ da öyledir (Daha önce de yazdık, biz Hızırla Kırk Saat’le başladık. Tabii ki o şiir abidesini çok okuduk, çok sevdik, çok tekrar ettik.) Genellikle serinin ilk şiiri olan Aşk ve Çileler tanınır. Evet, o da muhteşemdir, lakin ondan sonrakiler daha da beliğdir, daha da muazzamdır.
“Sana tavuskuşunun içime girdiğini
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara… (Ve Monna Rosa)”
Haydar Hepsev
Kasım 2021
NOTLAR:
(1) İlk baskısı 1998’de yapılan Şiirler XI MONNA ROSA ve 2000’deki GÜN DOĞMADAN kitaplarında; Aşk ve Çileler için (1952, Bahar), Ölüm ve Çerçeveler (1952, Yaz), Pişmanlık ve Çileler için (1952, Güz); Ve Monna Rosa için (1952, Yılbaşı Gecesi) notları yer almaktadır. (Bu yazıya o şiirlerden aldığımız kısımlar, ilk yayınladığı Mülkiye Dergisi’ndeki gibidir. )
Yayınlandıktan sonra şiirlerinde değişiklik yapmayan Sezai Bey, tutumunu bu eserlerinde değiştirmiş ve bazı kelimelerin yerine başkalarını koymuştur.
(2) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin, Mi‘rac gecesi ilâhî sırlara mazhar olduğu ağaçtır, “son noktada bulunan sidre (ağacı)” manasına gelir. “(Burası, Mi‘rac gecesi Hz. Peygamber’in mazhariyeti dışında büyük meleklerin ve peygamberlerin ötesine geçemediği, yaratılmışların ilminin ulaşabileceği son nokta olarak kabul edilir.)” Geniş bilgi için bkz. Sidretü’l-müntehâ, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), (madde yazarları: Süleyman Uludağ-M. İ. Uzun), 2009 İstanbul, c. 37, s. 151-152; https://islamansiklopedisi.org.tr/sidretul-munteha