ÇOK OKUYAN MI ÇOK GEZEN Mİ
İstanbul’un öğretmen kalitesi yüksek bir Anadolu Lisesi’ni kazanan aileleri kültürlü gençler, birinci sınıfı bitirip ikinci sınıfa başlamışlardı. Okullarına ve öğretmenlerine alışmışlar, tanıştıkları yeni arkadaşlarla iyice kaynaşmışlardı. Birbirlerinin evlerine gelip geliyorlar ve beraberce spor yapıyorlardı. Bazıları yazın beraber tatil yapmışlardı. Eylül ayında, yeni öğretim yılına sevinçle başladılar.
Okul başladıktan bir ay kadar sonra Edebiyat Öğretmeni İnanç Bey, ikinci hafta onlara:
– Gençler, dört sınıftan seçeceğimiz altışar öğrenciyle münazara düzenleyeceğiz. Konuyu ve katılacakları size bırakıyoruz. Değerlendirme kriterleri de şunlardır: Münazaracıların konuya hâkimiyeti, notlara bakarak değil izleyicilere yönelik olarak kelimelerin anlam ve heyecan duraklarının hakkı verilerek söylenmesi, sözcünün karşı tarafın tezlerini çürütebilmesi. Sekiz ayrı branştan öğretmen de jüri olacak… Her öğrencinin üç dakika konuşma hakkı olacak, sonra on beş dakika ara verilecek ve gruplar ayrı odalara çekilip karşı tarafın tezlerinin çürütülmesi için aldıkları notları sözcüye aktaracaklar. Sonra kura çekilerek sözcülerin kendi tezlerini savunup karşı tarafın tezlerini çürüteceği, en çok on beş dakikalık bir konuşma yapacaklardır. Bundan sonra jüri, bir odaya geçecek ve Başmüdür Yardımcısı Hasan Bey’in gözetiminde, kriterlere göre verdikleri puanları hesaplayacaklar ve sonucu İlçe Milli Eğitim Müdürü açıklayacak.
Öğrenciler, önce katılmakta çekingen davrandılar. Konuyu ailelerine açtılar, onlar ise çok sevindiler. Çünkü kazansalar da kaybetseler de toplum karşısında özgüveni gelişecek ve hayata daha iyi hazırlanacaklardı. Aynı zamanda derslerdeki başarılarını arttıracak ve aile toplumla ilişkisini de olumlu etkilenecekti.
Bir hafta içinde, altı sınıf olan lise ikinci sınıflarda heyecanlı bir hava esti. Katılmak isteyen öğrenci sayısı arttı. Sınıf öğretmenlerinin gözetiminde öğrenci ve konu seçimi yaptılar. Sonunda 12 öğrenci seçildi ve “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı” konusu seçildi. “Çok okuyan mı” bilir konusunu alan öğrencilerin isimleri Abdülkerim, Ahmet, Sezai, Erdem, Cihat, Selim’dir. “Çok gezen mi” bilir konusunu alan öğrencilerin adlarıysa Abdullah, Abdülhakim, Mahmut, Tayyar, Hüseyin, Enes’tir
***
Oluşturulan gruplar; okul hocalarına, aile büyüklerine danışmaya ve onlardan bilgi almaya başladılar. Kendi aralarında konu, gidilecek kütüphane ve danışılacak büyükleri paylaştılar.
Okulun müdürü grupları odasına çağırıp sohbet havasında onlarla çay içip bisküvi ikram ederek onları destekleyici bir konuşma yapar. Münazaranın birinci döneminden sonraki haftanın ilk Cumartesi günü, öğleden sonra düzenleneceğini söyler.
Bu arada öğrencilerde ve ailelerde heyecan başlar. Ailelerde anneler, yaşlılar, teyzeler, yengeler kendi çocuklarının kazanmasını istiyorlar ve onlar için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kur’an okuyup sohbet ettikleri günlerde, münazara konusu hep gündeme geliyor, akıllarında kalanları not edip katılacak öğrencilere veriyorlardı.
Ailelerin dede, amca ve dayıları namazlardan sonra sohbet edip bu konuda aralarında fikir yürütüp onlar da öğrencilere aktarıyorlardı.
***
Münazara konusunu aldıkları ilk hafta, ilk olarak Edebiyat Öğretmenlerinden Cemal Bey’in önerisiyle Emekli Tarih Profesörü Erdoğan Bey’den Cumartesi için randevu alarak onun Üsküdar Kız Kulesi’ne bakan evine gidip hürmetle selam verip bu zatı elini öpüp ellerinde kâğıt kalemler ve deniz manzarasına da bakarak onu dinlerler. Erdoğan Bey,
-Evlatlarım, bu zatın hayat ve seyahatleri uzuncadır, size kısaca anlatacağım, kitaplardan daha geniş olarak öğrenebilirsiniz.
Derviş Mehmed Zillî, herkesçe bilinen adıyla Evliyâ Çelebi, 1611 İstanbul doğumludur ve 17. yüzyılın önde gelen gezginlerinden ve nesir yazarlarındandır. Zamanına göre iyi derecede tahsil gören Evliya Çelebi, nazımla meşgul olmuş ve musikiyle uğraşmıştır. Birçok harbe katılmış, hatırı sayılır tehlikeler atlatmıştır. Elli yılı aşkın süreyle Avrupa, Batı Asya ve Mısır topraklarını gezmiş, gördüklerini de Seyahatnâme adlı 10 ciltlik eserinde toplamıştır. Çelebi ailesi aslen Kütahyalıdır, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiş, zaman zaman Kütahya’da da kalmışlardır. İstanbul’un Fethi sırasında Evliya Çelebi’nin dedesi Kara Ahmet Bey’in dedesi olan Yavuz Özbek, Fatih Sultan Mehmed’in akıncılarından olup fetih ganimeti ile Unkapanı’nda yüz dükkân, bir cami ile beraber bir ev yaptırmıştır.
Babası Derviş Mehmed Zıllî, I. Süleyman’dan I. Ahmed’e kadarki padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş, pek çok sefere katılmış, çok yaşlı iken ölmüştür. Annesi Abhaz’dır. Annesinin kardeşi Melek Ahmed Paşa’nın annesi olduğu için Melek Ahmed Paşa’nın himayesinde bulunmuştur. Efendi evlatlarım, şu hikmetli sözü aktarmanın tam zamanıdır: “Varsa hünerin, var her yerde yerin; yoksa eğer, var her yerde yerin…”
Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim görmüştür. Önce mahalle mektebine gider, daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi’ne girip burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun’a devam eder. Enderun’da medrese usulüyle Arapça ilimler tahsil edip hat dersleri gördüğü gibi Enderun musikişinaslarından Derviş Ömer Ağa’dan da musiki öğrenir.
Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur’an, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri alır, Kur’an’ı ezberleyerek hafız olur. Öğrenimini bitirdikten sonra 25 yaşında iken Ayasofya Camii’nde mukabele okuduğu sırada camiye gelen IV. Murad’ın iradesiyle saraya alınır. Saraya alınmasına o sırada silahtar olan akrabası Melek Ahmed Paşa, Ruznâmeci İbrahim Efendi ve Hattat Hasan Paşa yardımcı olmuşlardır. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini ve IV. Murad’ın ölümüne kadar sarayda zekâ ve güzel konuşma kabiliyeti sayesinde, padişahın güvenini kazanır.
Seyahatlerini Melek Ahmed Paşa, Defterdarzâde Mehmed Paşa, Köse Ali Paşa, Köprülü Mehmed Paşa, Kırımı Hanı ve bazı diğer devlet erkânının refakatinde yapmıştır. Vezirlerle seyahatleri sırasında, onların imam ve müezzinliklerinde ve iç ağalıklarında bulunarak pek çok defa haber götürme göreviyle İstanbul’a ve başka yerlere gidip gelir.
Herkesin huyuna göre davranan, nabza göre şerbet vermesini bilen bir kişi ve hayırsever olması, kendisini birçok tehlikeden kurtarmıştır. Hayatının son demlerinde bile içinde seyahat aşkı bulunduran Evliya Çelebi, her fırsatta istifade ederek gezmekten bıkmamış ve usanmamıştır. Vezirler arasındaki husumet ve rekabetten hâsıl olan kırgınlıkları, güzel bir şekilde idare ederek aralarını uzlaştırarak düzeltmeye çalışmıştır.
Kendisi hiç evlenmemiş, elde ettiği tüm hediyeleri, para ve ganimet mallarını kız kardeşlerine sarf etmiştir. Daha küçük yaşlarından itibaren içinde müthiş gezi arzusu bulunmaktaydı. Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak istiyordu. Bu yüzden sarayda fazla kalamadı. Kendisinin anlattığına göre bir rüya üzerine meşhur gezilerine başladı. Ağustos 1630’da bir rüya görür. Rüyasında İstanbul’da Yemiş İskelesi civarında Ahi Çelebi Camii’ndedir; orada muazzam bir cemaat vardır. İslam peygamberi Hazret-i Muhammed (aleyhisalatu vessselam) hazretlerini baş tarafta görür. Dört sadık halifesi ve diğer ashabı da hep oradadır. Efendimizin yanına gidip ondan şefaat dilemek arzusundadır. Ama bir türlü cesaret edip de gidemez, en sonunda bir cesaretle gidip “Şefaat ya Resulullah” diyeceğine, “Seyahat ya Resulullah” der. Böylece, 70 yaşına kadar sürecek ve çeşitli tehlike, sıkıntı ve hadiseler geçirmesine rağmen vazgeçmeyeceği seyahati başlar.
Seyahatname, Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan çok ünlü bir seyahat kitabıdır ve on ciltten oluşur. Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da duygulu bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı şekilde deyimler çokça kullanılmıştır. Halk etimolojisi de bolca görülür.
Evliya Çelebi, ilk ciltte,1630 senesinde, İstanbul ve çevresi; ikincide 1640 yılı civarı, Anadolu, Kafkaslar, Girit ve Azerbaycan; üçüncü ciltte 1640 yılı, Suriye, Filistin, Ermenistan ve Rumeli; dördüncüde 1655’te, Doğu Anadolu Bölgesi, Irak ve İran; beşincide 1656 yılında, Rusya ve Balkanlar; altıncıda 1663-1664’te, Macaristan’da askeri seferler; yedincide 1664 senesi, Avusturya, Kırım ve ikinci kez Kafkaslar; sekizincide 1667-1670 yılları, Yunanistan ve ikinci kez Kırım ve ikinci kez Rumeli; dokuzuncu da 1671’teki Hac için Hicaz, Mekke ve Medine ve onuncu ciltte 1672 yılı, Mısır ve Sudan seyahatlarını yazmıştır.
Evliya Çelebi, eserinde gezip gördüğü yerleri kendine has bir üslupla ile anlatmıştır. Evliya Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatnamesi, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Eser bu yönden Türk Kültür tarihi ve gezi edebiyat açısından önemli bir yere sahip olmuştur.
Evliya Çelebi hazretlerinin1685 yılından sonra Mısır’da vefat ettiği tahmin edilmektedir.
-İşte kısaca bu kadar, sevgili gençler. Unesco da doğumunun 400. yılı münasebetiyle 2011 yılını, Evliya Çelebi Yılı ilan etmiştir.
Bu yaşlıca zatı daha fazla yormamak için tekrar elini öpüp sahilde gezdikten sonra evlerine dönerler. Evliya Çelebi’nin hayat ve yolculuklarını araştırırlar.
***
Diğer hafta sonu, okulun en yaşlı Coğrafya hocası Selami Bey, grupları çağırır ve onlara 1254-1324 yıllarında yaşayan ünlü İtalyan gezgin Marco Polo’dan söz açar ve der ki;
-Gençler, bu seyyah Venedik asıllı ünlü kâşif ve tüccar Niccolo Polo’nun oğludur. Çocukluğunda, Karadeniz ve Akdeniz’deki ticaret merkezlerine uğrayan babasıyla yolculuk yapmış, ticareti, Asya’ya seyahat ederek Kubilay Han ile tanışan babası ve amcasından öğrenmiştir. Babası ve amcası, Venedik’e döndüklerinde Marco’yu ilk defa görmüşlerdir. Daha sonra üçü birlikte, Asya’ya 24 yıl sürecek bir seyahate çıkarlar. Uzak Doğu ile ticaret yolları geliştirmeye çalışan Polo, parası olan insanların mallarını satmak üzere anlaşmalar yapmıştır. Polo, Çin’e ulaşan ilk İtalyan tüccar değildir, lakin seyahatleriyle ilgili kitap bırakması dünya çapında tanınmasını sağlamıştır.
O zamanki Papa, onu Kubilay Han’a mektup göndermekle görevlendirir. Marco Polo, onlarla birlikte Pekin’e gider. Anadolu’yu, Mezopotamya’yı, İran’ı, Türkistan’ı, Pamir Dağları’nı, Gobi Çölü’nü ve Çin’i dolaşır. 2,5 yıl kadar süren bu yolculuklarından sonra Kubilay Han’ın verdiği görevle 17 yıl Doğu ülkelerini dolaşıp tarih, etnografya ve coğrafya incelemeleri yapar. 1266 yılında günümüzde Pekin olan Dadu’da bulunan Kubilay’ın karargâhına ulaşırlar. Kubilay Han konuklarını misafirperver bir şekilde ağırlar ve Avrupa’nın hukuk ve siyasi yapısına ilişkin birçok soru sorar.
Daha sonra babası ve amcasıyla birlikte, İran Şahı ile evlenecek bir prensesi götürmekle görevlendirilir. Deniz yoluyla yola çıkıp verilen görevi yapar. Sonra Venedik’e dönen Polo, yeniden ticarete atılır ancak bir savaştan sonra Cenevizlilere esir düşünce, cezaevinde kaldığı süre içinde, bir arkadaşına yolculuk anılarını yazdırır. Çeşitli halkların toplumsal hayatlarını, törelerini ince ayrıntılarıyla anlatan bu kitap, coğrafya bilgilerinin yanı sıra etnolojik ve sosyolojik değer taşımaktadır. Il Milione adıyla birçok kez yayımlanan eser, Uzak Doğu ve Afrika’nın Avrupa’da tanınmasını sağlar. Bu kitaba eklemeler yapar ve bu eser, dünyada Marko Polo’nun Yolculukları adıyla tanınır
Son sözleri ise “Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım” olur. Venedik’te bulunan bir kiliseye gömülür. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler adlı kitabının da başkahramanıdır.
Gördüğünüz gibi, o zamanki bilinen dünyanın yarısını kara ve deniz yoluyla gezmiş bu seyyahın hayatı ne kadar ilginç değil mi… Gezip görüp işitip incelediklerini kitaplaştırması da ayrıca bir önem taşıyor. İki gruba da yarayacak bilgiler bunlar… Haydi bakalım, çaylarımızı içip simitlerimizi yiyip parkta gezinti yapıp sohbet edelim.
Yiyip içtikten sonra, iki grup ayrı ayrı olarak yürürken Coğrafya öğretmenlerinden işittiklerini değerlendirirler. Hocanın elini öpüp ayrıldıktan sonra, ayrı ve uzak masalarda bunları güzelce değerlendirip notlar alıp eve dönerler. Sonbaharın başlarındaki bu gezinti, onlara iyi gelmiş, öğrendikleri zihinlerini açmıştı.
***
Bu bir hafta boyunca, öğrendiklerini iyice araştırıp aile büyükleri ve komşularından üniversite mezunu olanlarla paylaşıp onlardan da yeni bilgiler edindiler, bu bilgilerden kendi konularına yarayacak yönleri belirliyorlardı. Diğer grubun öğrenmemesi için son derece dikkatli davranıyorlar, aldıkları notları sıkıca saklıyorlardı. Okuldaki arkadaşlarına hatta kardeşlerine dahi söylememek için sözleşmişlerdi, birbirlerini bu hususta sıkıca tembihliyorlardı…
***
Bir sonraki haftanın cuma günü, okul çıkışında, Tarih öğretmenleri Bahadır Bey de grupları çağırır ve okul kantininde onlara tatlı ve kahve ikram eder.
-Gençler, size 877-960 arasında yaşamış olan meşhur Arap bilgin ve gezgini İbni Fadlan’dan söz açacağım. Bu zat, Abbasi halifesi Muktedir’in 921’de, İdil Ön Bulgarları hükümdarı Almış Han’a gönderdiği heyette yer alır, görevi, oradaki Müslüman bilginleri denetlemek, halifenin mektup ve armağanlarını sunmaktır. Önemli bir diplomat ve dikkatli bir gezgin olarak kabul edilen İbn Fadlan, bu yolculuğunu Rihle (Seyahatname) adlı kitabında anlatmıştır.
İbn Fadlan, daha sonra, Wisu (şimdiki Perm Kray) bölgesine kısa bir gezi yapar, orada İdil Ön Bulgarları ile yerel bir Fin kabile olan Komilerin kendi aralarında ticaret yaptıklarını izler. Oğuzlar, Başkırtlar, Ön Bulgarlar ve Peçenekler ve Tatarları görüp Maveraünnehir’de Oğuz Türklerine ilişkin gözlemler yapar. Ortaçağ İslâm kaynaklarında Slavlar’la Slav kökenli köleleri görüp inceleyip ünlü eseri Kitabu ila Malik es-Sakalibe’de adlı bunları anlatmıştır. Türkçemize İbn Fazlan Seyahatnamesi adı ile çevrilen eseri, birçok yayınevi tarafından basılmış, bir Arap televizyonu İbn Fadlan Seyahatnamesi’ni dizi halinde, 2007 yılında yayınlamıştır.
Gördünüz mü, bir Müslüman âlim de ne kadar çok yeri gezmiş, incelemiş ve bunları kitabında anlatmış. Bu kitabı mutlaka okumalısınız. Haydi, bakalım, sizlere uğurlar ola, kolay gelsin, hepinize başarılar dilerim.
Gruplar bu bilgilerden çok mutlu olmuşlardır, hemen gidip okul bahçesindeki çimenlerin üstünde duyduklarından akıllarında kalanları yazıp güle oynaya birbirleriyle hafifçe şakalaşarak evlerine dönerler.
***
Artık ısınmaya başlamışlar, kendi konularının güçlü ve zayıf yanlarını anlamaya ve zihinlerine yerleştirmeye başlamışlardı. Artık daha sıkı davranıyorlar ve biraz abartarak alınan notları, her hafta bir tek evde tutuyorlardı. Bu arada, öğrendiklerini birbirlerine aldıkları notlara bakmadan anlatmaya ve içlerinden kimin sözcü olmasına karar vermeye çalışıyorlar ve tatlı bir rekabet içinde birbirlerine dokundurma yapıyorlardı. Bazen birbirlerinden alındıkları da oluyor ama aralarında yumuşak huylu olanlar, konuyu tatlıya bağlıyordu…
***
Gruplardan birindeki bir öğrencinin babası, ortaokul mezunu olmasına rağmen kendini çok iyi yetiştirmiş ve her zaman iyi giyinen Abdülkadir Bey’i arayıp bir sonraki hafta cumartesi gününe münazara için Kristof Kolomb’u öğrencilere anlatmasını rica eder. Abdülkadir Bey’i zaten epey iyi bildiği bu kişiyi yeniden araştırıp konuyla ilgili kitapları, bazılarına ayraç koyup kütüphanesindeki masaya güzelce yerleştirir.
Hanımına güzel bir yemek ve tatlı yapmasını istirham eder. Gençler gelince, onlara önce yemek ikram eder, bu leziz Osmanlı yemeklerinden afiyetle yiyip hanımefendiye teşekkür ettikten sonra, Abdülkadir Bey’in kütüphanesine geçerler. Kahvelerini yudumlarken ellerinde kâğıt ve kalemlerle onu dinlemeye başlarlar.
-Evlatlarım, sevgili gençler bu Kolomb gâvuru,1451 doğumludur. Atlantik Okyanusuna dört sefer yapan ve coğrafî keşifleri başlatan kişidir. Amerika’nın kolonizasyonunun yolunu açan Cenevizli kaptan ve kâşiftir. Kolonizasyon, ülkelerin, başka ülkeleri ele geçirerek buradaki maddi ve manevi kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanımı demektir, sömürgeleştirme ile aynı anlamlı bir kelimedir. Bu kişinin Katolik hükümdarlar tarafından desteklenen keşifleri, batılıların Karayipler, Orta Amerika ve Güney Amerika ile ilk teması olur.
Genç yaşta iken kuzeyde Britanya Adaları’na, güneyde ise Gana’ya kadar seyahat eder. Büyük ölçüde kendi kendini eğitmiş birisi olarak coğrafya, astronomi ve tarih ile ilgili geniş çapta kitaplar okur. Kazançlı baharat ticaretinden kâr elde etmeyi umarak Doğu Hint Adaları’na batı üzerinden bir yol aramak için plan hazırlar. Nüfuzlu kişilerin referanslarıyla birden fazla krallığa yönelik ikna çalışmalarında bulunur ve Kastilya hükümdarı I. Isabella batıya açılacak bir yolculuğun masraflarını karşılamayı üstlenir. Kolomb, Ağustos 1492’de Kastilya’dan üç gemiyle ayrılır ve 12 Ekim’de Amerika’ya ayak basar. Ayak bastığı ilk yer, Bahamalar’daki bir adaydı. Daha sonra Küba ve Hispanyola adalarını ziyaret ederek, Haiti’de bir koloni kurar. 1493’ün başlarında Kastilya’ya geri döndü ve beraberinde bir dizi tutsak yerli getirdi. Yolculuklarının haberi kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılır. Bu gâvurcuk, 1493’te Küçük Antiller’i, 1498’de Trinidad’ı ve Güney Amerika’nın kuzey kıyılarını ve 1502’de Orta Amerika’nın doğu kıyılarını keşfeder ve Amerika’ya üç sefer daha yapar. Karşılaştığı yerli halklara İndios (Hindistanlı) adını verir. Adalar başta olmak üzere coğrafi bölgelere verdiği isimlerin çoğu günümüzde halen kullanılmaktadır. Buralara vali olarak atanır ama çağdaşları tarafından vahşetle suçlanıp kısa süre sonra görevden alınır.
Kristof Kolomb, ölümünden sonraki yüzyıllarda geniş çapta saygı görür. Bilim adamları, başta Hispanyola’nın yerli halkına karşı yapılan soykırım ve kölelik ile neredeyse yok edilmesi gibi, onun yönetimi altında verilen zararlara ve işlenen suçlara daha fazla dikkat gösterdikçe, kamuoyu algısı son yıllarda oldukça değişmiştir. Günümüzde Batı yarımküredeki birçok yer, onun adını taşımaktadır.
1506’da ölen bu seyyahın hayatı, daha çok uzundur, orası da size kalsın, genç efendiler…
Gençler bu bilgilerden, kütüphanenin zenginliğinden, yedikleri leziz yemeklerden mest olarak iki ayrı evde, dinleyip not aldıklarını değerlendirip hafta içi verilen ödevleri yapmak üzere evlerine dönerler…
***
Bu arada, biraz kafaları karışır, bu seyyah ve kâşiflerin bazısı hem gezmiş hem de bunları yazıp kitap haline getirmişlerdir. Gençler, acaba diğer konuyu mu seçseydik diye düşünüyor, kafalarını ve biraz uzayan sakallarını kaşıyıp duruyor, oflayıp pufluyorlardı. Ve artık dalgın olmaya başlamışlardı, anne ve babaları bu işi çok abartmayın diye onları tatlı bir şekilde uyarıyorlardı. Ama ne yapsınlar, gençlik işte, o çağlarda dengeyi sağlamak zor. Ama sınav haftası, babaları ve sınıf öğretmenleri özellikle bu gençleri sıkıca uyarmışlar, münazaraya çalışmalarına ara verdirmişlerdi.
***
Ekim ayında, ilk sınavlar bitince, okul müdürünün samimi arkadaşı olan ve birçok kütüphanede çalışıp müdürlük yaptıktan sonra emekli olan Mehmet Serhan Bey’i bir Cuma okul çıkışında davet eder, öğrencileri haberdar edip ailelerinden izin almalarını söyler. Arabasıyla bu zatı evinden alıp getirir, okulun kütüphanesine götürüp çay ve tatlı ikram eder. Okulun anonsundan, öğle tatilinde bilgili bir zatın geleceğini, vakti müsait hoca ve talebelerin kalıp yararlanabileceğini söyler.
Aşağı yukarı on öğretmen ve yüz kadar talebe okul çıkışında, kütüphanede toplanır. Bu nur yüzlü, beyaz düz sakallı, tatlı dilli zatı can kulağıyla dinlerler. Gruplar birbirinden uzak masalarda, ellerinde kâğıt ve defterlerle dinleyip not almaya başlar. Müdür, bu muhterem kişiyi saygıyla takdim eder ve öğretmenlerin arasına oturur.
Mehmet Serhan Bey, İbni Battuta’yı tane tane, yavaş yavaş anlatmaya başlar.
-Muhterem Müdür Bey, değerli hocalar ve sevgili gençler,
İbn-i Battuta,1304 doğumlu Orta Çağ’da yaşamış olan Berberî Mağrip bilgini, kâşifi ve seyyahıdır. Rıhletu İbn Battûta diye bilinen seyahatnamenin yazarıdır. İbni Battuta, büyük ölçüde modern öncesi tarihte, diğer tüm ünlü kâşiflerden daha fazla seyahat etmiş, toplam 117.000 km ile Marco Polo’yu da 24.000 km ile geride bırakmıştır…
İbni Battuta, 1325 yılında 20 yaşındayken hacca gitmeye karar verir. Kuzey Afrika kıyılarından kara yoluyla Kahire’ye varıp daha sonra Nil kıyısından yukarı çıkarak Kızıldeniz’i aşıp Mekke’ye varmak istese de, yukarı Nil bölgesindeki kabilelerin bu sırada isyan halinde olmaları nedeniyle Kahire’ye geri dönmek zorunda kalır. Bu sırada karşılaştığı bir ermiş, ona Suriye’yi görmeden Hacc’a gidemeyeceğini söyler. Bunun üzerine Şam’a doğru yola çıkar ve Ramazan’ı orada geçirir. Şam yolculuğu sırasında Kudüs, Beytüllahim ve El-Halil gibi kutsal kentleri ziyaret ederek Medine üzerinden Mekke’ye vararak hacı olur. Dönüş yolunda yolculuklarını sürdürmeye karar verir, gezip görmek ve yeni Müslümanlarla tanışmak, onu daha uzaklara yolculuk etmeye sevk eder.
İbni Battuta, Avrupalılarca çok az bilinen Afrika, Orta Doğu ve Uzak Doğu’ya cesur yolculuklar yapar. 28 sene boyunca durmadan gezip Mısır, Arap Yarımadası, Irak coğrafyası, İran coğrafyası, Anadolu’da bulunan belli başlı beylikleri, Bizans hâkimiyetindeki İstanbul’u, Orta Asya’yı, Hindistan’ı, Maldivler’i, Çin’i ve Endülüs’ü gezer. Buralarda yaşayan toplumların devlet ve toplum yapılarını, inançlarını, adetlerini, farklı coğrafyaların doğal güzelliklerini, yapıtlarını ve ürünlerini inceleyen ünlü seyahatnamesini yazar ve birçok ülkede kadılık görevinde bulunur.
Bir kervana katılarak Mezopotamya sınırına doğru yol alır ve Necef’te Hazret-i Ali (radiyallahu anh) hazretlerinin mezarını ziyaret eder. Buradan Basra yoluyla İsfahan’a, daha sonra Şiraz’a ve Hülagü Han tarafından yağmalanmış olan Bağdat’a gider. Burada son İlhanlı hükümdarı Ebu Said ile tanışır ve onun kervanıyla bir süre yol aldıktan sonra Tebriz’e gider. Daha sonra ikinci kez hacı olmak için Mekke’ye döner.
Daha sonra, muhterem arkadaşlar, Doğu Afrika kıyılarından güneye iner, Aden’de Hint Okyanusu üzerinden Arap Yarımadası’na gelen mallarla ticarete atılmaya ve bir servet sahibi olmaya karar verir. Ancak bu planını uygulamaya koymadan önce 1331 yılının baharında, son bir maceraya atılmaya karar verip güneye inerek Etiyopya, Mogadişu, Mombasa, Zanzibar ve Kilva’da birer hafta kalır. Arap Yarımadası’na geri dönüp Umman’ı ve Hürmüz Boğazı’nı görmek için tekrar yola çıkar. Dönüşte tekrar bir yıl kadar Mekke’de kalır. Bu sırada Hindistan’daki Delhi Sultanı’nın hizmetine girmeyi kafasına koyup yolda kendisine gerekecek tercümanı bulmak için Selçukluların yönetiminde bulunan Anadolu’ya gitmeye karar verir. Şam’dan bir Ceneviz gemisi ile Alanya’ya geçerek buradan da Konya yoluyla Sinop’a gider. Karadeniz’i geçerek Kırım’ın Kefe limanına varır. Bu sırada Kırım, Altın Orda Devleti’nin topraklarında bulunmaktaydı ve Altın Ordu Kağanı Özbeg’in kervanı ile karşılaşır. Volga nehrinin yukarısına doğru yol alan bu kervan ile Astrahan şehrine gider.
Sonra da, 1332’de Konstantinopolis’e gider ve İmparator III. Andronikos ile görüşür. Aya Sofya’yı dışarıdan görüp bir ay Konstantinopolis’te kaldıktan sonra Astrahan üzerinden Hindistan’a gitmek için yola çıkar. 1332 yılında Hazar Denizi’nin ve Aral Gölünün çevresinden dolaşarak Afganistan’a, buradan da dağ geçitlerini aşarak Hindistan’a ulaşır.
Hindistan’da Müslümanlık daha yeni yeni kabul görmeye başlamıştır. Delhi Sultanı, gücünü sağlamlaştırabilmek için mümkün olduğunca çok bilgin ve memuru ülkesinde görevlendirmek istediğinden İbni Battuta’yı kadı olarak görevlendirir. Fakat Delhi Sultanı Muhammed bin Tuğluk, oldukça dengesiz birisidir. Onun için İbn Battuta, gah zengin gah güvensizlik içinde bir hayat sürer. Bu durumdan kurtulabilmek için tekrar hacca gitmek istediğini öne sürerek Delhi’den ayrılmak ister, Sultan ise ona Çin’e elçi olarak gitmeyi teklif eder. İbn Battuta bu teklifi hemen kabul ederek, hem yeni ülkeler görmek hem de Sultan’ın egemenlik bölgesinden uzaklaşmak fırsatını değerlendirir. Ancak kıyıya doğru giden bir grup Hint isyancının saldırısına uğrar ve yoldaşlarından ayrı düşer, parası ve malları elinden alınıp ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Neyse ki yoldaşlarını iki gün gibi bir sürede yakalamayı başarır. Hindistan’daki Kalküta şehrine yol alıp burada bir camiyi ziyaret ederken çıkan bir fırtınada, gemilerinden ikisi batar. Sonra Maldivler üzerinden Çin’e yola çıkarak Maldiv Adaları’na gider. Burada öngördüğünden fazla kalmak zorunda kalır, çünkü yargıç olarak hizmet etmesi adalıların işine gelmektedir. Onu tehdit ve rüşvetlerle adada kalmaya ikna ederler.
Sonra Seylan adasına giden İbni Battuta, orada bir süre kalır ve oradan ayrılmak için bindiği gemi bir fırtınada batmak üzereyken başka bir gemi tarafından kurtarılır, ancak bu sefer de korsanların saldırısına uğrar ve tekrar Kalküta’ya döner. Buradan tekrar Maldiv Adaları’na gider ve bu sefer bir Çin gemisine binerek amacına ulaşır. Sumatra ve Vietnam üzerinden Hangzu şehrine vardıktan sonra, artık eve dönmek istediğine karar verir ama artık gerçek evinin neresi olduğunu bilmemektedir.
İlhanlı topraklarından Şam’a gelir ve Mekke’ye gidip hac yapmak ister ve babasının ölüm haberini alır. Ölümler bu yıl boyunca peşini bırakmaz; Suriye, Filistin ve Arabistan’da bu sırada patlayan veba salgınına tanık olur. Mekke’ye ulaştığında, ilk yola çıkışından çeyrek yüzyıl sonra Mağrib’e dönmeye karar verir. Son olarak Sardinya’ya uğrayarak Tanca’ya varır ve annesinin de birkaç ay önce vefat etmiş olduğunu öğrenir.
Ancak Tanca’da uzun süre kalmaz. Kastilya Kralı XI. Alfonso Cebelitarık’ı ele geçirmek için sefere çıkmıştır, İbn Battuta da şehri korumak için, gönüllü olan bir grup Müslümanla birlikte Endulüs’e gider. Ancak buraya vardıklarında XI. Alfonso’nun vebadan öldüğünü ve artık bir tehlike kalmadığını öğrenirler. İbni Battuta yolculuğuna devam edip Valensiya’dan geçerek Granada’ya gider.
İslam dünyasında en az araştırdığı yer kendi ülkesi Mağrib’dir, bu yüzden Endülüs’ten dönüşünde bir süre Marakeş’te kalır. Bu sırada Marakeş veba ve başkentin Fes’e taşınması nedenleriyle harap durumdadır. İlk yola çıkışından iki yıl önce Mali hükümdarı Mansa Musa hacca giderken Tanca’dan geçmiş ve zenginliği ile nam salmıştır. Bu sıralarda dünyada çıkarılan altının yarısı, Batı Afrika’dan gelmektedir. Bu konuda pek fazla bir şey anlatmasa da duydukları ilgisini çekmiş olacak ki Sahra Çölü’nün öbür tarafındaki bu İslam ülkesini ziyaret etmek için yola çıkar.
1351 sonbaharında Fas’tan ayrılır ve bir hafta sonra yolu üzerindeki son Fas şehri olan Sicilmasa’ya varır. İlk kış kervanlarından birine yazılarak bir ay sonra Sahra’nın ortasındaki Taghaza şehrine gelip çölün en zor 500 kilometresini geçerek Mali’deki Valata şehrine ulaşır. Daha da güneybatıya ilerleyip burada kendisinin Nil nehri olduğunu sandığı Nijer nehri kıyılarından geçerek Mali’nin başkentine varır. Burada 1341’den beri kral olan Mansa Musa tarafından ona gösterilen misafirperverlikten şüphe duysa da yine de 8 ay kalır. Sonra Nijer nehrini yukarıya doğru çıkarak Timbuktu’ya gelir. Bu sıralarda Timbuktu sonraki iki yüzyılda ulaşacağı zenginliğe ve büyüklüğe henüz sahip olmadığından, gözüne küçük ve önemsiz görünür ve bu yüzden fazla kalmayarak Fas’a doğru eve dönüş yoluna geçer. Yarı yolda da Mağrib Sultanı’nın onu saraya çağırdığı haberini alır. 1353 Aralık’ında Fas’a kesin olarak dönüp Sultan Ebu İnan Faris’in isteğiyle, şair Muhammed İbn Cüzac’a anılarını dikte ettirmeye başlar. Böylece ortaya çıkan Rıhle’sindeki bazı yerler hayal ürünü olsa da dünyanın birçok yöresinin 14. yüzyıldaki halini, en doğru ve açık şekilde anlatan elimize kalmış en önemli kitaptır. Rıhle‘nin yazılmasından sonra İbn Battuta, Fas’ta 22 yıl daha büyük saygı görerek yaşadı. Yüzyıllar boyunca İslam dünyasında, Rıhle pek tanınmamıştır. Ancak 19. yüzyılda birçok batı dillerine çevrildikten sonra, önem kazanmış ve İbn Battuta doğunun en bilinen isimlerinden biri olmuştur. Bugün aydaki bir meteor krateri ve Dubai’de koridorları onun araştırmalarıyla döşenmiş bir alışveriş merkezi onun adını taşır. Bu büyük âlim, büyük seyyah muhterem zat 1369’da vefat etmiştir.
Muhterem Müdür Bey, Değerli öğretmeler ve sevgili öğrenciler,
Konu uzun ve bu büyük âlim hakkında söylenecek söz çok. Lakin ‘Sözün uzun olmayanı makbuldür’, geri kalanı size düşmüş. Konfiçyüs’ün şu hikmetli sözü de aklınızda bulunsun: “Bildiğini bilenin arkasından gidiniz; bildiğini bilmeyeni, uyandırınız; bilmediğini bilene, ilim öğretiniz; bilmediğini bilmeyenden kaçınınız.” Şimdi sorusu olan varsa cevaplamaya çalışayım.
Bunun üzerine, önce hocalar ve sonra talebeler sorularını sorup tatmin edici cevap aldıktan sonra, Müdür Bey ona saygıyla teşekkür etti ve onu evine götürdü.
Gruplar sevinçten havaya uçuyorlardı, diğer gruptaki arkadaşlarına çaktırmadan bakıp kendi konularına uygun olanları düşünüp okula yakın arkadaşlarının evinde toplanıp duyduklarını değerlendirip aldıkları notları gözden geçirerek sevine sevine evlerine gittiler. Ballandıra ballandıra, o gün gördükleri muhterem zatı ve öğrendiklerini heyecanla anlatılar… Çünkü bir İbni Battuta, hem âlimdir hem seyyahtır hem de yolculukları kitap haline gelmiştir. Ama sevinçleri yarım saat sonra kursaklarında kalır, çünkü yeniden akılları karışmaya başlar…
***
Okulun Müdür Yardımcısı Sevinç Hanım’ın annesinin Dış İşleri Bakanlığı’ndan emekli Fahri Bey adlı bir tanıdığı, İspanya’da da elçilik kâtibi olarak çalışmıştır, müdüre grupların ona da gitmesinin iyi olacağını söyler. Bu zatın Üsküdar Kısıklı’da iki katlı geniş bahçeli, içinde fıskiyeli havuzu bulunan iki katlı güzel bir evi vardır. Müdür ‘Ne iyi olur’ deyince ondan bir Pazar günü öğleden sonrası için randevu isterler. Gençler en güzel elbiselerini giyip güzel kokular sürünüp giderler. Bahçede fıskiyeli havuzun etrafında hizmetçiler, pasta ve çay hazırlamışlardır. Öğrenciler, Fahri Bey’i saygıyla selamlayıp kameriyede onunla tanışırlar ve yiyip içtikten sonra ona Amerigo Vespucci’nin hayatı ve yolculukları hakkında önceden hazırladıkları sorular sorarlar. Fahri Bey, onları dinledikten sonra;
-Sevgili gençler, güzel hazırlanmışsınız, ben de bu kişi hakkında bilgi edinmiştim ama yeniden baktım, ‘180 kere de olsa tekrar iyidir’ diye bir güzel söz vardır, onun için hazırladıklarımı size anlatayım. Notlarını önüne alır, yaşı ilerlediği için kalın harflerle hazırladıklarını gözlüğünü takarak okumaya başlar:
– Çok fazla bir bilgi yok ama bilinenleri size aktarayım. Amerigo Vespucci, 9 Mart 1454’te, Floransa’da dünyaya gelmiştir. Vespucci, 1400’lü yılların ortasından 1500’lü yılların ortasına dek süren Keşifler Çağı’nın birçok Avrupalı kâşifinden biridir. Genç bir adamken kitaplardan ve haritalardan etkilenir. Vespucci ailesi, önde gelen bir ailedir ve ayrıca İtalya’ya 300 yıl boyunca hükmeden ve Rönesans Dönemi’nde öne çıkan Medici ailesi ile güçlü bir dostlukları vardır. Amcası tarafından eğitildikten sonra, Mediciler adına önce banker olarak çalışır, daha sonra da onların İspanya’nın Sevilla şehrinde yürütülen gemi donatımı işinde denetmenlik yapar ve 1492 yılında ise İspanya’ya taşınır.
Bu bankerlik işi, Vespucci’nin büyük kâşiflerin gemilerinin hazırlanışını görmesini ve keşif işi hakkında bir şeyler öğrenmesini sağlar ve Columbus’un yolculuklarından birinin donatılmasına yardımcı olur ve 1496 yılında Vespucci, Columbus’la konuşma fırsatı yakalar. İkisi de, birçok kâşifin gemi yolculuğu yapmasına ilham olan Müslüman kâşiflerin seyahatlerinden çok etkilenmiştiler.
O dönemde kâşifler, Hint Adalarına, yani Güneydoğu Asya toprakları ve adalarına giden ve ticareti kolaylaştırma ve ülkelerini zenginleştirme potansiyeline sahip olan bir kuzeybatı rotası bulmaya çalışıyorlardı. Bir deniz yolculuğunu tamamlamak genellikle yıllar alıyordu. 15. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Asya’ya ulaşan ticaret yollarının büyük bir kısmını, Müslümanlar kontrol etmekteydi ve bu durum, Müslümanların Avrupa ile Asya’dan ithal edilen veya oralara ihraç edilen mallar ile yine oradan gelen veya oraya giden gemilerden yüksek fiyatlar isteyebilecekleri anlamına geliyordu. Daha hızlı ulaşım sağlayan, daha güvenli ve daha ucuz okyanus rotaları bulma tutkusu, bu yerlere ulaşmanın daha iyi bir yolunu bulmak için yapılacak araştırmaları kamçıladı.
Vespucci’nin Amerika’ya dört deniz yolculuğu yaptığını iddia edilmektedir ve bunlardan ancak ikisi kaynaklarca doğrulanabilmektedir. Amerigo’nun bir yolculuğunun 1499 yılında, bir İspanyol filosuyla gerçekleştiği bilinir. Kesin bilinen en son yolculuğu, Portekiz hizmetinde 150-1502 yılları arasında gerçekleşir ve sonradan Rio de Janeiro kentinin kurulduğu körfeze kadar ulaşır. Bu yolculuk sırasında Güney Amerika sahilleri boyunca güneye kadar iner. Yazılarına inanılacak olursa geriye dönüş yapmadan önce Patagonya enlemine kadar ulaşır, ancak bu şüpheyle karşılanmalıdır, çünkü o kadar güneye inseydi, Río de la Plata halicini görmüş olması gerekirdi. Ancak yazılarında bundan hiç söz edilmemiştir. Vespucci’nin bu yolculuğundan sonra, Güney Amerika’da haritalarında, bugünkü Cananéia’ya gitmiştir ve bu noktanın gittikleri en güney nokta olduğu düşünülebilir.
Gençler size, şunu sorsam ne dersiniz acaba?
-Asya’ya da yolculuk yaptığı bilinen Vespucci’nin seferleri, Kolumb’un kıtaya 1492’de ulaşmasından daha sonra gerçekleşmişken neden bu kıtalar Vespucci’nin ismiyle anılmaktadır…
Öğrenciler, bunu öğrenmişlerdir ama diğer gruba bilgi sızdırmamak için saygıyla,
-Sizden öğrenelim efendim, derler…
-Söyleyeyim o zaman, 1507 yılında, Alman haritacı Martin Waldseemüller ve diğer bazı bilim adamları, büyük haritalar içeren bir kozmoloji tanıtımı üzerinde çalışıyorlardı. Waldseemüller, Brezilya’nın Vespucci’nin keşfettiği bölümüne, Vespucci’nin adının feminen hali olan “Amerika” isminin verilmesini önerdi ve şunları söyledi: “Bu bölgenin onu keşfeden ve büyük yeteneklere sahip bir adam olan Amerigo’ya ithaf edilerek Amerika olarak adlandırılmasına itiraz edilmesini gerektiren haklı bir neden göremiyorum”, verilen isim kabul görür ve Waldseemüller’in haritaları, Avrupa boyunca binlerce kopya satar.
Vespucci’nin tarihteki önemi, yaptığı keşiflerden çok, kendi yazmış olsun veya olmasın, mektuplarındadır. Bu mektuplardan dolayı Avrupalılar, Amerika hakkında ilk kez bilgi sahibi olurlar. Amerika’nın varlığı, bu mektupların yayımlanmasından sonraki birkaç yıl içinde, Avrupa’da yaygın olarak bilinir hale gelmiştir.
Amerigo Vespucci, 1512 yılında İspanya’nın Sevilla kentinde, 58 yaşında ölmüştür.
***
Okula yakın cami cemaatlerinden olan emekli öğretmenler, bu konuyla yakından ilgilenmeye başlamıştılar. Gençler, onlara gidip camilerin bahçesinde onlardan bilgi almaya karar verirler, çünkü dedeleri onlara bilgili ve kültürlü bir kişi olan Emekli Edebiyat Öğretmeni Ahmet Bey’in bu konularda onlara yardımcı olabileceğini söylemiştir
Bunun üzerine gençler, acaba diğer gruba haber vermesek mi diye düşünürler ama nasıl olsa bu görüşmeyi öğreneceklerini düşünüp ‘Bencillik yapmayalım, arkadaşlar’ diyerek hafta başı birbirlerine söylerler. Bir Cuma okul çıkışı onunla görüşmeye karar verirler, ona dedeleri vasıtasıyla haber verip giderler,
Ferah ve bir mahalleye göre oldukça büyük olan Çamlık Camii’nin bahçesindeki çay ve sohbet odasında onunla buluşurlar. Büyük bir saygı içinde, ellerinde kalem ve kâğıtlarla onu can kulağıyla dinlerler
Ahmet Bey, öğrencilere şu hikmetli hikâyeyi anlatır:
-Sevgili gençler, size büyük âlim Seyyid Şerif Cürcani’den bahsedeceğim, bu zat ağır bir mantık kitabı olan Metali Şerhi’ni on altı defa okumuştur ama hâlâ anlamadığı yerler vardır, onun için “Bu kitabı bir defa da yazarından okuyayım” der ve Hazar denizinin güneydoğusundaki memleketinden Afganistan’ın batısındaki Herat’a gider. Şerh demek, sevgili gençler açıklama demektir. Büyük âlim Kutbuddin Razi’yi bularak o kitabı okumak istediğini söyler. Hoca çok ihtiyarlamış, yaşı yüzü aşmış, gözleri görmez olmuştur. Ona der ki “Oğul, ben artık ihtiyarladım. Ders okutmağa takatim yok. Talebem Mübârek Şâh’a git, selam söyle o benden okumuştu, ilim ve mantıkta çok kuvvetlidir, sana o okutsun” der.
Mantıkçı Mübârek Şah o zaman Mısır’dadır. Seyyid Şerif, Herat’dan kalkıp eline kitap, azık ve para olarak yola çıkıp İran ve Anadolu üzerinden Mısır’a yollanır. Mübârek Şah ile görüşünce ondan şu cevabı alır “Özel ders vermeğe vaktim uygun değil, fakat talebeye okuttuğum derse siz de hazır olabilirsiniz” der.
Mübârek Şâh’ın evi medresenin yanındadır. Kahire, berrak mavi semanın altında derin bir uykuya dalmış ve Nil nehri, tatlı şırıltılarıyla akmakta ve her şey uyumaktaydı. O gece Hoca, medresenin avlusuna çıkmış dolaşırken yalnız Türkistan’dan gelen ilim âşığı talebenin odasında ışık yandığını görür ve medrese odasından gelen sese kulak verir. İlim aşkıyla gurbet diyarına düşen bu gencin odasından şöyle sesler gelmekteydi: “Şerh eden, öyle demiş, Üstad böyle diyor, ben ise şöyle derim” diyerek öyle hoş görüşler yürütüyor ve yerinde itirazlar yapıyordu ki hoca bunları duyunca, pek derin bir neşe duyar.
-Hoca niçin sevinmiştir acaba sevgili gençler deyince, onların kafaları karışır ve
-Siz söyleyiniz Ahmet Hocam, derler…
Hoca da şöyle der:
-Çünkü bu ses ilmin sesidir. Gerçek ilmin böyle konuşması lâzımdır, ilim “Ben de derim” diyebilmektir. Yoksa sadece yazılanları aktarmak, gerçek ilim sayılmaz. Başkalarının sözlerini aktarmak, yeterli değildir. Gerçek ilim ve hüner ehli olmak için okuyup öğrenmek ve bunların üstüne kendinden bir şeyler katabilmektir. İşte bunun için bu kadar sevinmiştir…
Bir de Japonların hikmetli atasözlerinden “Yalan dörtnala gider, gerçek adım adım yürür ama yine de zamanında yetişir” her zaman aklınızda tutmanızı tavsiye ederim.
Bu ibret verici hikâyeyi ve hikmetli sözü öğrenen öğrenciler, Ahmet Hoca’nın elini öpüp izin isteyip ayrı ayrı parklara gidip aldıkları notları değerlendirmeye başlarlar ve konuyu aslından araştırmak için kişi, yer ve adı geçen kitabı araştırmaya karar verirler. Bu menkıbe iki grubun da işine gelmektedir, içinde hem ilim hem de seyahat vardı çünkü…
Artık Ekim ayı gelmişti, tatlı bir sonbahar havası vardı. Kasım ayındaki bir haftalık ara tatile bir ay, ikinci sınavlara üç hafta kalmıştı. Münazara ilk tatilden sonraki hafta yapılacaktı. Heyecanları artmaya başlamış, gruplardaki sözcü belirleme rekabeti hızlanmaya yüz tutmuştu.
***
Bir sonraki hafta, öğretmenlerden birinin tanıdığı olan ve okula yakın başka bir caminin müezzini Hafız İsa Hoca’yı onlara tavsiye eder. İsa Hoca’nın gençlerle iletişimi kuvvetlidir. Onunla görüşmeye karar verip Pazar günü öğle namazından sonra ona giderler.
– Sevgili gençler der, Gençler size ilginç bir kişiden söz açacağım: Gerçek bir âlim ve kitap kurdu vardır, ismi Ali Emiri Efendi‘dir. 1857’de Diyarbakır’da doğmuş, iyi ve sağlam bir eğitim almış… 1878’de Diyarbakır’a gelen Âbidin Paşa’nın yanına evrak memuru olarak girmiş ve onunla birlikte Harput, Sivas ve Selânik’e, daha sonra Sis (Kozan) sancağında müdürlük yapmış. Şairdir, kültürlüdür, efendi bir kişidir. Adana’da başkâtipliği yapan bu zat, Leskovik, Kırşehir ve Trablusşam sancağı muhasebeciliklerinde bulunmuş. Elazığ)ve Erzurum defterdarlıklarında, Yanya ve İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep defterdarlığı ile Yemen maliye müfettişliği yapmış. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra kendi isteği ile emekli olmuş ve 1924’te vefat etmiş.
İşte bu muhterem kişi, hayatı boyunca gittiği her yerde kitap toplamış, ilmî ve edebî faaliyetlerini emekliliğinden sonra daha da hızlandırmış. Bir ara, eski bir Oğuz şehri olan Cend’e kadar giderek birçok değerli eser ve vesika toplamış…
Hayatı boyunca gittiği her yerde kitap toplamış, bu muhterem zat. İlmi ve edebi çalışmalarını emekliliğinden sonra daha da hızlandırmış. Bir ara, eski bir Oğuz şehri olan Cend’e kadar giderek birçok değerli eser ve vesika toplamış.
İşte gördüğünüz gibi hem okuyan hem yazan hem de gezen nur yüzlü bir Osmanlı aydını. Artık okuyup yazması mı yoksa gezmesi mi daha ağır basıyor, ona da siz karar verin, sevgili gençler…
***
Okula yakın bir üniversite yurdunda, Biyoloji doktorası yaparken bir taraftan da medrese usulü Arapça öğrenerek icazet alma yolunda ilerleyen bir Furkan Hoca vardır. Gruptaki öğrenciler Erdem’in ağabeyi onu tanımaktadır, kardeşine der ki,
-Furkan ağabeyine neden gitmiyorsunuz, hem senin üniversite sınavlarına hazırlanmanda çok yardımcı olmuştu, deyince,
-Aaa evet, nasıl da hatırıma gelmedi, sağ ol benim abim, der ve hemen arkadaşlarına haber verir, o yurda gidip ondan konuları hakkında nasıl yardımcı olacaklarını öğrenmenin iyi olacağını söyler. Anneler pasta börek yaparlar ve gençler bir Cuma okul çıkışı Furkan Hoca’ya giderler. Konuyu ve şimdiye kadar kimlerle görüştüklerini söylerler. Bunun üzerine Furkan Hoca,
-Ben de size hadis ilmi hakkında yapılan yolculukları, biraz anlatayım der.
Bu yolculuğa rıhle derler, sözlükte ‘yola koyulmak, bir şeyin sırtına binmek’ anlamına gelir. Terim olarak da ‘hadis öğrenmek ve hadis aktaranlar hakkında bilgi edinmek için seyahate çıkma’ manasında kullanılır ve hadis âlimleriyle görüşmek, mevcut rivayetleri derlemek ve hadisle ilgili bilgilere ulaşmak amacıyla yolculuk yapmayı da ifade eder. Tanınmış pek çok hadis derleyen kişiler, önceki hadis mecmualarında mevcut hadisleri dinlemek ve rivayet icazeti almak üzere uzun yolculuklara çıkmıştır. Rıhle, ilk üç yüzyılda çeşitli bölgelerdeki sözlü hadis kültürünü derlemek için yapılmış faaliyetlerdir.
Rıhle seyahatleri, Hazret-i Muhammed (aleyhisalatu vesselam) hazretleri, henüz hayatta iken civardaki kabilelerin bizzat kendisinden hadis öğrenmek için Medine’ye gelmelerine kadar uzanır. Daha sonra, gittikçe genişleyen İslam ülkelerine giderek yerleşen sahabeler, hadis rivayet etmek için uzun ve zor yolculuklar yapılmıştır.
Bu arada kendi bildiği hadisi, başka sahabeye sorarak emin olmak için, yolculuk yapan sahabeler de olmuştur. Sonraki asırlarda muhaddisler bütün İslam ülkelerini dolaşarak hadis derlemişler ve bunları çeşitli mecmualarda toplamışlardır. En meşhurları Kütüb-i sitte denilen altı büyük hadis mecmuasıdır.
-Âcizane size kısa bilgiler vermiş oldum, siz de evlerinizden buraya gelerek rıhle yolculuğu yapmış oldunuz. Muhterem annelerinize teşekkür ederim, o kadar çok pasta börek getirmişsiniz ki bütün yurda iki gün yeter, haydi gelin yiyip içip sohbet edelim, der. Öğrenciler ona önce, yaptığı doktoradan sorarlar. O da kısaca anlatır. Arapçadan okuduğu kitapları ve iki ilmi beraberce nasıl yürüttüğünü sorarlar, o da bunu daha uzun ve balladıra ballandıra anlatır. Gençler, patlayıncaya kadar yemişlerdir. Bir kısmı da ağabeyleriyle masa tenisi oynamıştır. Akılları bir oraya bir buraya gidip gelerek evlerine dönerler…
***
Zihinleri bir o tarafa bir bu tarafa kayan gençler, çare aramaya başlarlar. İki taraf da şimdiye kadar, kendilerini açık etmemişlerdir ama beyinleri artık zorlanmaktadır. Derken ‘çok okuyan bilir’ grubundan Sezai’nin aklına, komşuları olan emekli Edebiyat Öğretmeni Murat Bey gelir. Arkadaşlarını arayıp ona gidip konuyu açar ve şimdiye kadar olan biteni anlatırlar. Daha önce birçok münazara idare etmiş eski kurt, beyazlamış sakallarını şöyle bir sıvazlar ve der ki ‘Onun kolayı var gençler, niye bu kadar kendinizi üzüyorsunuz’. Gençler heyecanlanır ve dikkatle dinlemeye başlarlar:
–Evliya Çelebi, İbn Fadlan, Battuta, Marco Polo ve diğerleri, çok gezip çok öğrenmişlerdir amma gezdiklerini kitaplara yazmasalar ne olacaktı. Unutulup gidecekti, dedikten sonra 90’a takmış bir futbolcu edasıyla ‘Yaaaaa işte böyle’ der, gençlerin kalbi biraz ferahlar…
Diğer grup da sözcü adayı Hüseyin’in Ankara’da Siyasal Bilimler’de son sınıfta okuyan ağabeyi Hasan’a, konuyu danışamaya karar verirler çünkü akılları iyice karışmıştır. Ve şimdiye kadar olan biteni anlatırlar, o da onlara der ki,
–Evliya Çelebi, İbn Fadlan, Battuta, Marco Polo ve diğerleri, evet, gezdiklerini kitaplara yazmışlardır lakin gezip seyahat etmeseler öğrendikleri ne olacaktı…
***
Artık Ekim ayının ortalarına gelmişlerdi ve ikinci sınavlara bir hafta kalmıştı. Gençler, okula çok yakın bir yerde oturan ve çok kitap okuyan genç, sosyal, konuşkan Hamdi adlı bir bankacıyı neredeyse hepsi tanımaktadır. Bir Cumartesi öğleden sonra ona giderler ve evine girip verilen ikramları yerken, onun kitaplığına hayran hayran bakarlar. Derler ki “Sizin Ahmet Hoca’dan daha fazla kitabınız var. Büyüklerimiz ‘Boynuz kulağı geçer‘ derler, siz epey geçmişsiniz, bize kitap okumakla seyahat etmenin neden önemli olduğunu anlatır mısınız, diye sorarlar. Hamdi Bey,
-Genç kardeşlerim, bana göre yüzde elli okumak, yüzde elli yolculuk aynı derecededir. Ben tercih yapmam. İki gruba da başarılar dilerim. Mesele, kendi konunuzu güzelce anlatıp deyim yerindeyse ‘satmakta’. Edebiyat Öğretmenimiz Haydar Bey, şöyle bir münazara konusunu söylemişti: Yoğurt, siyah mı beyaz mı… Sizce hangisi kazanır acaba?
Gençler, bir ağızdan,
-Tabii ki ‘beyaz’ derler.
-Öyle olmamış arkadaşlar, nasıl olmuştur sizce, bir tahmin edin bakalım. Gençler susup kalırlar. İçlerinden ‘Olur mu, yoğurt bembeyazdır, nasıl olur da beyaz kazanır’ derler. Bir iki dakika ortalığı derin bir sessizlik kaplar. Hamdi Bey,
-Merak etmeyin, cevabı bilmesem ben de hemen beyazın kazanacağını söylerdim ama hocamız da size yaptığımın aynısı bize de yapmış ve biz de ‘beyaz’ demiştik. ‘Beyaz’ grubu kendi sürelerini tam doldurarak konuşurlar. Lakin ‘siyah’ grubu, sadece susarlar. En sonunda, grubun sözcüsü, münazarayı idare eden hocaya,
-Müsaade ederseniz, savunmamızı şu ışıkları kapatarak yapacağız, der ve önceden hazırladığı bir yoğurt kabını, jürinin önüne koyup ışıkları kapatır ve,
-Şimdi söyleyiniz, saygıdeğer jüri üyeleri, öğretmenlerimiz ve misafirlerimiz, ‘Yoğurt, siyah mı beyaz mı’…
Ortalık karanlık olduğundan, hepsi beraber ‘Bravo’ bu gençlere, kendi sürelerinde sustular ama artık başka çare yok, yüzde yüz ‘siyah’ kazandı…
Salonu, bir alkış tufanı kaplar. Kazanan gençleri tebrik eden müdür,
-Bu etkili cevabı size kim söyledi, gençler deyince, grubun sözcüsü, “efendim, biz kura sonucu bize düşen bu seçeneğe hazırlanırken bir gün elektrikler kesildi, işte o zaman cevap bize ayağıyla gelmiş oldu, der. Ve biz artık hiç çalışmadık, ağzımıza bir fermuar takıp bu zamana kadar hiç kimseyle bunu paylaşmadık, müsaade ederseniz bu yoğurdu sizinle paylaşmak istiyoruz.” Salonu, bu sefer daha yüksek bir alkış tufanı kaplamıştır.
Gençler, anlatılanlara hayran kalırlar ama kara kara düşünmekten de kendilerini alamazlar. Evet, ne yapsalar da kazansalar… “Yolculuk yapmak zor, fazla bir zaman yok’ der, ‘gezen’ grubu, ‘okuyan’ grubunun kazanma şansı daha yüksek galiba” derler. “ ‘Okuyan’ grubu ise “Evet, başarılı olmakta belki biz daha öndeyiz ama ya ‘siyah’ grubu gibi bir bedava cevabı, arkadaşlarımız bulursa ne yaparız, gerçi kazanan da kaybeden de kazanmış olacak, çünkü çok çalıştık” diye derin derin düşünürler. Gençler bu muazzam olaydan çok etkilenmişlerdir, Hamdi Bey’e teşekkür edip derin düşünceler içinde evlerine dönerler.
Artık ikinci yazılılara hazırlanma zamanıdır. Aldıkları notları emin bir yere saklayıp çalışmaya koyulurlar. Çünkü münazaraya hazırlanacağız derken ilk sınavlarda, istedikleri notları alamamışlardır…
***
Öğretmenler odası da bu heyecanın içine girmiştir. Her iki grubun çalışkanlıkları, sosyalleşmeleri, saygıları övülmektedir. Biraz yaşlı hocalar genç öğretmenlere “Aman sakın çocukların morallerini bozmayın, şanlı cumhuriyet tarihi böyle bir münazara görmedi” diye uyarılar yapmaktadır.
Diğer yandan ailelerde heyecan artmaya başlamıştır. Anneler, çocuklar yokken onların odalarını araştırırlar ama nafile tabii ki hiçbir şey bulamazlar. Gençler karda yürüyüp izlerini belli etmemeyi öğrenmişlerdir.
Kadın toplantılarında artık birinci gündem maddesi ‘ÇOK OKUYAN MI ÇOK GEZEN Mİ’dir… Onlar da kendi aralarında bunu tartışıp dururlar, lakin bir türlü bir sonuca varamazlar. Her iki grubun aileleri, gençken duyup öğrenip defterlerine yazdıklarını çıkarıp çocuklarına verirler. Gençler, ailelerinin bu ilgilerinden çok memnun olur ve bunlardan çok yararlanırlar.
***
Okula çok yakın bir evde oturan, okumayı çok seven, işinin gücünün arasında bile sürekli okuyan Hilmi adında bir mühendis vardır, elinde kalın çantası diğer elinde içindeki ayracın yarısı dışarıda görünen kitabıyla işe giderken, öğrenciler onu görmekte ve kitap okumayı sevenler, ona imrenmektedirler. Bir sabah onunla karşılaştıklarında selam verip derler ki,
-Biz okuldaki “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı” konusunda bir münazaraya katılacak öğrencileriz, eğer müsaitseniz sizinle bu hafta sonu, sizin belirleyeceğiz ama bizim konumuzla ilgili bir kitap hakkında söyleşsek nasıl olur acaba…
-Tabii ki Cumartesi öğleden sonra, hepinizi bekliyorum, der ve o hafta, münazara konusuna uygun hangi kitabı, gençlere tanıtsam diye düşünür. İşten güçten biraz bunalmış olan ve okuduğu kitaplar hakkında konuşacak kimse bulmakta zorlanan Hilmi Bey, bu tekliften çok memnun olur ve Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun yazdığı Simyacı’da karar kılar.
Ertesi gün, işe giderken kitabı yanına alır ve fırsat bulduğu zamanlarda tekrar okur ve internetten bazı araştırmalar yapıp notlar alır, evdeki çalışma masasına güzelce yerleştirir. Cumartesi öğleden sonra, gençler ellerinde kâğıt ve kalemler, kendi harçlıklarından satın aldıkları yeni çıkmış bazı romanları hediye olarak Hilmi Bey’e verirler. Çalışma odasında, çay ve bisküvi eşliğinde konuşmaya başlarlar. “Çok gezen mi” bilir konusunu alan öğrencilerden Enes, sözü alır ve,
-Bu kadar iş güç arasında, iki çocuğunuzla yakından ilgilendiğiniz halde, bu kadar çok kitabı nasıl okuyorsunuz. Sizi kitaplara bağlayan güç nedir. Bize neler söylemek istersiniz…
-Evet, mühendisim, işim gücüm yoğun, iki çocuğum var, size şu iki hikmetli özdeyişi aktarayım o zaman… İlki bir Afrika atasözü olan “Kitap, cepte taşınan bir çiçek bahçesidir”, ikincisi de James Howell’ın “Dünyayı yöneten kalem, mürekkep ve kâğıttır.”
Gençler bu sözlerden etkilenirler ve hemen not defterlerine yazarlar. Çaylarını içip bisküvi yerken Hilmi Bey, yavaş yavaş kitabı anlatmaya başlar:
-Arkadaşlar, Brezilyalı yazar Paulo Coelho, Simyacı romanını, 1988’de yayımlamıştır ve o zamandan bu zamana, bu masalımsı ve mistik öğütler içeren roman, dünyaca tanınmış, okuyucular ve edebiyat eleştirmenleri tarafından çok beğenilmiştir. 42 ülkede, 26 dile çevrilip milyonlarca satmıştır. Bu, edebiyat dünyasında az görülen bir olaydır… Roman, yüreğinde çocukluğunu yitirmemiş olan okurlar için, bir klasik olmuştur.
Simyacı, 1996’dan bu yana, Türkiye’de de çok okundu, çok sevildi ve çok övüldü. Bu eser, Hazret-i Mevlânâmızın ünlü Mesnevi’sinde yer alan bir küçük hikâyeden yola çıkarak yazılmıştır.
Simyacı, İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitleri’nin eteklerinde hazinesini aramaya giden bir Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı hayatının felsefi öyküsüdür. Simyacı’nın dünya çapında bu kadar satmasının sebebi belki de yol göstericilik ve öğüt verme özelliğinin ön planda olmasıdır.
Romanın kahramanı Santiago’nun anne ve babası rahip olması için onu papaz okuluna gönderir. Santiago, okuldan arta kalan zamanlarında, babasına ait koyun sürüsünü otlatmaya götürür. Sonra dağ, taş, tepe demeden Endülüs’ü gezer. 16 yaşına geldiğinde rahip olmak istemediğini, okuldan ayrılmayı ve gezginci olmak istediğini babasına söyler. Bunun üzerine babası da oğluna, içinde üç adet altın İspanyol parası olan bir kese vererek ‘Git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş’ der. Kahramanın sırtında bir heybesi ve içinde de yatarken yastık olarak başının altına koyduğu bir kitabı vardır. Önce, babasının vermiş olduğu parayla bir koyun sürüsü alır ve yaşamının büyük düşünü gerçekleştirmeye başlar: Artık geziyordur…
Dünya çok büyüktü, sonu gelmiyordu. Koyunlarının kendisine yol göstermesine izin veriyor ve yiyecek ve sudan başka bir kaygıları olmayan bu hayvanlarla dağ, taş, köy, kasaba geçip akşam hava karardığında koyunları kurtlara karşı emniyete alacak müsait bir yer bulduğunda yatıyor ve sabah hava aydınlanınca da tekrar aynı şekilde gezmeye başlıyordu.
Ancak bir akşam yattığında, uykusunda gördüğü bazı rüyaların da etkisinde kalarak, gördüğü bir düşün gerçekleşme ihtimaliyle, hayatını oldukça ilginç bir hâle getireceğini düşünüyor ve o şekilde hareket ediyordu. Rüyasında, küçükten beri merak ettiği Mısır Piramitleri’ni ve orada hazine bulacağını görmüştü. Bunu önce bir falcı kadına anlatır, kadın, kendisine tatmin edici bir cevap veremez, ancak bulacağı hazinenin onda birini kendisine vermesini ister.
Bunun üzerine oradan ayrılır ve yine koyunlarıyla dolaşmaya devam eder. Ancak daha sonra geldiği kasabada karşılaştığı ve kendisini İncil’de adı geçen kutsal bir şehir Şalem kralı olarak tanıtan bir yaşlı adamla konuşur, rüya ve niyetini anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık, Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister ve onu srayına davet eder, çobanı bir teste tabi tutar. Bir yemek kaşığının içine sıvı yağ koyar ve kaşığı ağzında tutarak sarayını gezmesini ister. Bu testin amacı, ‘Mutluluğun gizi, dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan’ der. Çoban, mesajı almıştır. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet, gizemli taş verir ve siyah olanı ‘evet’ beyaz olanı ‘hayır’ anlamını taşıyan bu taşları ‘Zor duruma düştüğün zamanlarda kullanırsın, ancak kendi kararını kendin vermeye çalış’ der.
Santiago, falcı kadından ve yaşlı adamdan aldığı bilgi ve işaretlerden sonra Mısır’a gitmek için önce, koyun sürüsünü satar ve parasını cebine koyarak yola çıkar. Afrika’nın bir liman şehri olan Tanca’da, rehberlik yapan bir gençle ile tanışır ve ondan, Mısır’a gidebilmek için Sahra Çölü’nün geçilmesinin gerektiğini öğrenir. Bunun için de deve almak üzere, o gençler ile beraber bir pazara giderler, fakat o genç, paralarla birlikte kaçarak Santiago’yu bu şehirde parasız pulsuz bırakır.
Bunun üzerine Santiago, para kazanmak için bir billuriyeci dükkânında çalışmaya başlar. Billuriyeci ile ilişkilerini geliştirdikçe ikisinin de hayallerinin benzer olduğunu fark eder. Ancak, Müslüman olan billuriyecinin yıllardır Hacca gidemediğini öğrenir. 6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Santiago yeterli parayı kazanarak tekrar yola koyulur. Yolda bir İngiliz ile karşılaşır. İngiliz de aslında Simyacıyı aramak için çölü geçmek istemektedir. Simyacılık, topraktan altın ve gümüş yapmayı, ölümsüzlük iksirini bulmayı amaçlayan ve bugünkü kimya bilimin doğmasına vesile olan madencilik demektir, sevgili arkadaşlar. Birlikte bir deve kervanıyla çölü geçmek üzere yola çıkarlar.
Santiago, çölden de daha birçok şey öğrenebileceğini düşünerek dikkatli gözlemler yapmaktadır. İngiliz arkadaşı ise elindeki kitapları okumakla meşguldür. Yolda karşılaştıkları güçlüklerde kendi kişisel menkıbelerini aramak üzere yola çıktıklarını söylüyorlardı. Kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseler “Her şey bir ve tek şeydir” sonucuna varır ve neye ihtiyacı varsa onu elde edebileceğini bilirdi. Simyacı, evrendeki yolculukta en büyük sorunun “Her şeyin bir ve tek olduğunu anlamak, bu biricik şeyin kendi gerçek görevini yerine getirmesiyle her şeyin mümkün olacağını” bilir ve herkese öğretirdi.
Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam edip karşılaştıkları güçlükler karşısında, hep kendi kişisel menkıbesine güvenir ve sonunda kumullar tepesine ulaşır. Piramitler, bütün ihtişamıyla karşısında yükselmektedir. Dizüstü düşüp ağlar ve kişisel menkıbesine ulaşırken rastladığı insanlar için, Tanrı’ya şükreder. Hazinesine ulaşmak için, kumulu bütün gece boyunca kazar. Sabah gün doğarken doğrulur ve piramitlere bakar. “Kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı, hayat cömerttir” diye düşünür. Piramitlerin de ona gülümsediğini hissederek yüreği neşeyle dolu bir şekilde o da piramitlere gülümser…
Romanın kahramanı, sonunda eski, yıkık bir kilise bahçesindeki incir ağacı altında uykuya dalar, sabah uyandığında bulunduğu yeri kazar ve gerçekten içi mücevher dolu bir sandık bularak rüyasında gördüğü ve Mısır Piramitleri’ne kadar gidip bulmayı arzuladığı hazinesine kavuşur.
Gençlere gülümseyerek bakan Hilmi Bey,
-Kitabın ana teması, asıl hazinenin işin sonunda elde edilen değil, elde edene kadar yaşanılan serüvenlerdir, değerli gençler der. Hayattaki mutluluğumuz, bize bazen çok uzak gibi görünse de, aslında çok yakınımızda olabilir; bunu anlamak, bize hayatın tadına varmamızı sağlayacaktır, der…
-Arkadaşlar, evet bu roman dünyada çok tanındı ve çok okundu, ben de en az kere okudum, geçen hafta sizinle bu sohbete hazırlık için bir kere daha okudum. Sizce bu eserin asıl ilham kaynağı ne olabilir acaba…
-“Çok okuyan mı” bilir konusunu alanlardan Sezai söz alır ve der ki
-Edebiyat hocamız Haydar Bey, bize şu bilgileri verdi: Simyacı, Hazret-i Mevlana’nın Mesnevisinde geçen bir hikâyeden ilham alınmıştır hatta hikâyenin ana şeması, Mesnevi’dekiyle neredeyse aynıdır. Coelho, ilk yıllarda bu eserinde hiç kimseden etkilenmediğini söylese de İran’da katıldığı bir konferansta, Simyacı’yı, Mesnevi’de geçen bir hikâyeden yola çıkarak kaleme aldığını itiraf etmiştir. Zaten romanda anlatılanlar, Mesnevi’nin 6. cildinde, Bağdat’ta yaşayan bir Müslümanın gördüğü rüya sonucu, Mısır’a gidip rüyasında gördüğü hazineyi bulmasını anlatır. Biraz daha genişçe anlatayım mı deyince, Hilmi Bey,
-Tabii ki, ilgiyle dinleyeceğim…
–Mısır’da define arayan Bağdatlı mirasyedi vardır ve bunun hepsini yiyip fakir düşer. Miras malının zaten vefası yoktur, bırakan muradına ermez, üzerine konan da kıymetini bilmez, çünkü kolay bulmuştur, çok çalışıp çabalamamış, zahmete katlanmamıştır. Adamın elindeki her şey kısa sürede gider, yıkık yerlerdeki baykuş gibi kalakalır. Allah’a yalvarır ve der ki,
-Yâ Rabbi, mal mülk, ekmek, azık verdin, hepsi gitti. Geçimlik ver, Rabbim beni kurtar, bana yardım et…
Bir ara bir rüya görür ve ona denir ki “Senin zenginliğe ulaşman Mısır’da olacak. Yürü, Mısır’a git. İşin orada düzelecek. Duaları kabul eden Allah, seninkini de kabul etti. Falan yerde büyük bir define var. Mısır’a kadar gidip bulman gerek. Adam Bağdat’tan kalkıp Mısır’a kadar gider, ümidi artar ama geçinecek hiç parası kalmamıştır. Halktan dilenmeye niyet eder ve kendine “Geceleyin usul usul çıkarım, karanlıkta görülmem, o şekilde dilenirim” der Bu düşünceyle dışarı çıkıp mahallelere düşüp bir o tarafa, bu tarafa gidip gelmeye başlar. Derken onu bir bekçi yakalayıp açlıktan takati kesilmiş olan zavallıyı sopayla dövmeye başlar. Meğerse o karanlık gecelerde halk, hırsızlardan çok zarar görürmüş. Halife de “Geceleyin kimi sokaklarda dolaşıyor görürseniz benim adamlarımdan, akrabalarımdan bile olsa yakalayıp cezalandırın” demiştir. İşte bekçi, o adamı böyle bir zamanda yakalamış, ona adamakıllı sopa atmış, kendisini yara bere içinde bırakmıştı. “Vurma, doğruyu söyleyeceğim” diye bar bar bağırmaya başlar. Bekçi de dedi ki “Peki, söyle. Neden geceleyin sokağa çıktın, sen buralı değilsin, yabancısın, belli… Doğru söyle, neyin peşindesin bakalım” deyince “Ben ne hırsızım ne zalim. Ben Mısır’ın yabancısıyım; Bağdatlıyım” der ve rüyasını, o define işini söyler, bekçi onun doğru söylediğine inanır.
-Evet, sen ne hırsızsın, ne kötü bir adam, iyi bir adamsın ama ahmağın tekisin. Bir rüyaya inanmış, bir hayale kapılmış, şu kadar yolu aşıp buralara gelmişsin. Aklın yok mu senin, ben, yıllardır hep Bağdat’ta bir define var, filân yerde, filân mahallede gömülüdür diye rüyada görüyorum…” der demez adam kendine gelir. Çünkü bekçi, kendi mahallesinden bahsetmektedir. Bekçi sözüne devam eder “Git diyorlar, filânın evinde o define…”
Adam büsbütün ayılır, çünkü o, kendisinin evini ve adını söylemektedir. Adam kendi kendine “Meğer define benim evimdeymiş, bunca sefaleti çektim, ağlayıp sızladım. Definenin üzerinde yoksulluktan ölmüşüm meğer. Ne kadar da gaflet içindeymişim, basiretim ne kadar da bağlanmış” der ve evine gelip defineyi bulur. İşleri, Allah’ın lütfuyla düzene girer.
Hilmi Bey, bu geniş cevabı beğenir ve der ki,
-Pek güzel, buna benzer bir hikâye daha var, dinlemek ister misiniz, deyince gençler bir ağızdan ‘evet’ derler. Bunun üzerine, Hilmi Bey, çayından bir yudum daha alıp tatlı tatlı anlatmaya başlar.
1500’lü yılların Topkapı’sında, namaz takkeleri örüp satarak geçinen İbrahim Ağa adlı bir kişi vardır ve surların hemen dibinde mütevazı bir ahşap kulübede yaşar. Takkeci İbrahim Ağa, oldukça fakirdir lakin gönlü ve hayalleri zengindir. Dindar, mütevazı ve kanaatkâr bir yapısı vardır. İbrahim Ağa, hep bir cami yaptırmak ister ve bunu tanıdığı insanlara anlatır dururdu. O insanların bazısı kendisine güler ve ‘Hangi parayla yaptıracaksın camiyi be mübarek Ağa’ derlermiş.
Bir gün rüyasında gördüğü bir zat, kendisine “Rızkın iki salkım üzümdedir ey İbrahim Ağa, bunun içinde Bağdat’a git demiş.” Aynı rüyayı tam 3 kez art arda görünce, tası tarağı toplayıp rüyasının peşine düşmüş. Bağdat’a gelince, ilk gördüğü bir handan içeriye girmiş ve bir masaya oturup heybesinden çıkardığı kuru ekmeğini yemeye başlamış. Takkeci İbrahim Ağa’nın bu garip durumunu gören hancı dayanamamış ve iki salkım üzüm getirmiş. İki salkım üzümün kendiliğinden geldiğini gören bizim takkecinin içi, sevinçten kıpır kıpır olmuş. Üzümleri yerken hancı dayanamamış sormuş ‘Ey yolcu nerden gelirsin nereye gidersin’ demiş. İbrahim Ağa da gördüğü rüyayı anlatmış ve İstanbul’dan gelip geri İstanbul’a giderim demiş. Bunu duyan hancı gülmüş ve ‘E be adam, bir rüya için İstanbul’dan buraya gelinir mi hiç demiş. Ben İstanbul sur dibinde bulunan Takkeci İbrahim Ağa diye birinin kulübesinin altında gömülü, iki küp altını hep görüyorum ama gidiyor muyum’ demiş. Bunu duyan bizimkisi olduğu gibi kalkmış ve hemen İstanbul’a dönüp ve bahçesindeki altını çıkartıp bugünkü camiyi yaptırmıştır. Duvarlarını süsleyen çinilerinde de rüyasına atfen bol bol üzüm salkımı motifi kullandırmıştır.
-İşte görüyorsunuz ki üç hikâyenin teması aynı, ilk ikisi Simyacı’dan çok önce Hazret-i Mevlana’nınki bütün dünyaca, Takkeci İbrahim Ağa’nınki de İstanbullularca gayet iyi bilinmektedir. Bizim şöyle bir sorunumuz var: ‘Biz bir definenin üzerinde oturmuşuz; ilim, irfan ve medeniyet mirasımız çok kuvvetli… Lakin günümüzde bunlarla aramıza engeller girmiş. Okuyup öğrenmiyoruz, öğrensek de bunlardan yeni şeyler, romanlar, senaryolar üretmiyor, filme çekmiyoruz. Bakın elin gâvuru, Mesnevideki hikâyeyi alıp deyim yerindeyse malı götürmüş. İşte siz, münazara vesilesiyle yeni şeyler öğreniyorsunuz, size düşen ödev, bunları iyice aklınıza sokup ilgilenen herkese öğretip bunlardan üretim yapmaktır. İnşallah, bahar veya yazın Topkapı’daki Takkeci İbrahim Ağa Camii’ne gider, orada bunları bir daha konuşuruz, der.
Gençler, bir mühendisten bu bilgileri almak, onları mest etmiştir. Saygıyla izin isteyip kalkar, Hilmi Bey’in onlara hediye etmek için aldığı, Merhum Üstad Sezai Karakoç’un Yitik Cennet eserini çantalarına koyup iki ayrı parka gidip öğrenip not aldıklarını değerlendirirler. Evet, yeni şeyler öğrenmişlerdir. Öğrendikleri “Çok gezen bilir” konusuna daha çok yaramaktadır ama Mesnevi ve Simyacı kitap halindedir, Takkeci İbrahim Ağa ise camiyle somut bir haldedir.
‘Neyse, haydi evlerimize gidip sınavlarımıza hazırlanmaya devam edelim’ deyip birbirlerine takıla takıla dönerler…
***
Sınavlar bitip de öğrenciler ferahlayınca “Çok gezen bilir” grubu görürler ki “Çok okuyan bilir” grubunun omuzları pek, sırtları dik, ayakları sağlam… Birbirlerine “Bunlar galiba sağlam deliller bulmuşlar ama ne. Daha iki hafta daha var, mesele iyice hazırlanmak, bunları ezberden güzelce anlatmak, gerisi Allah tealaya kalmış. Biz elimizden geleni yaptık, iki grupta aynı kişileri dinledi. Bir haftalık tatilde, iyice hazırlanırız, Allah tealaya tevekkül ederiz” derler. ” Çok okuyan bilir” grubu da hemen hemen aynı düşüncelere sahiptir.
Okul bir haftalık tatile girince gruplar günde üç saat kadar hazırlanırlar ve Çarşamba günü gizli oylama yaparak sözcüyü belirler. “Çok okuyan mı” grubunun sözcüsü Sezai olurken “Çok gezen mi” bilir konusunun sözcüsü Hüseyin olur. Bu seçimi münazarayı tertipleyen Edebiyat hocalarına bildirip çalışmaya devam ederler.
Kasım ayında, okul başlayınca, ilk Cumartesi günü öğleden sonra münazara tertiplenir. Bu etkinlik, çevreye en yakın kültür merkezinde yapılacaktır. Önceden yer ayırtılmış, okulca davetiyeler bastırılmış, sınıf öğretmenleri velilerini tekrar davet etmişlerdir.
Salonun tamamı dolmuştur. Müdür ve yardımcıları, kapıda herkesi karşılamış, öğretmenler protokoldekileri yerlerine kadar eşlik etmişlerdir. Saat ikide program başlar. Herkes ayağa kalkar. Okulun en yaşlı Edebiyat Öğretmeni olan Kemal Bey,
-Ses veriyorum, Korkmaaa’ der ve herkes bir ağızdan İstiklal Marşı’nı okur. Sonra Okul Müdürü, herkese ‘hoş geldiniz’ der ve kısa bir takdim konuşması yapar. Sonra Kaymakam Hüseyin Remzi Bey, bu güzel etkinliği düzenledikleri için okul müdürüne, öğretmenlere teşekkür eder. Belediye Başkanı Ümran Bey ve İlçe Milli Eğitim Müdürü Şahin Bey de kısa konuşmalar yaparlar ve nihayet münazara başlar.
Gençler, en güzel elbiselerini giymişlerdir. Ellerinde notları ve kalemleri, içlerinde heyecan, kalpleri ata ata salona girerler. Herkes onları alkışlamaktadır. Yavaşça yerlerine otururlar. Jüri de ilk sırada, protokolün sağına ve solunda yer almışlardır.
Edebiyat Öğretmeni İnanç Bey, münazaranın nasıl yapılacağını güzelce açıklar ve münazara başlar. Gruplar kendi konularını güzelce anlatırlar. Sonra bir ara verilir, öğrenciler ayrı odalarda, karşı tarafın söylediklerini değerlendirip yazıp sözcüye verirler. İşte artık dananın kuyruğunun kopacağı zaman gelmiştir. Kura çekilir ve ‘Çok Okuyan Bilir’ ilk konuşma hakkını alır, ‘Çok Okuyan Bilir’ grubu da savunmasını yaptıktan onra, jüri kendi odasına çekilir, notlar sayılır, ‘Çok Okuyan Bilir’ tezini savunanlar, 2 puan farkla bu münazarayı kazanmışlardır.
Herkes heyecanla beklemektedir. İlçe Milli Eğitim Müdürü, sonucu açıklamadan önce Kaymakama, Belediye Başkanına, diğer, protokole, öğretmenlere, katkıda bulunan kişilere teşekkür eder ve sonra sonucu açıklar. Salonda ‘Tebrikler’, ‘Bravo’ sesleri yükselir. Müdür ve protokol, sahnedeki gençlerin ellerini sıkarlar. İki grup da birbirini saygıyla kutlarlar.
***
Hem okudum, hem yazdım, hem de gezdim… Okuyup yazmayı hepsinden ileri gördüm. Evet, gezmeseydim, ufkum açılmazdı. Lakin okumasaydım, cahil kalır ve gezdiklerim kuru bir görgüden ibaret olurdu…
Siz ne dersiniz ama ben böyle diyorum…
Haydar HEPSEV
Mayıs 2022