ALLAH TEALAYA İNANMAK
Allah’a inanmak, iman esaslarının birincisidir…
Allah ismi, O’nun yani ibadete layık olan tek mabudun zat yani özel adıdır.
Kerim Kitabımızın İhlas suresinde buyuruluyor ki ‘Allah, tektir, birdir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, fakat her şey ona muhtaçtır. Doğmamış ve doğurulmamıştır. O’na denk olabilecek hiçbir şey yoktur.’
Allah, tek ve benzersizdir, zaman ve mekândan münezzehtir yani her türlü noksanlıktan ve insan ve diğer yaratıklara özgü özelliklerden uzaktır. ‘Allah, göktedir’ veya ‘Allah, her yerdedir’ demek, O’na mekân izafe etmek yani farklı bir sebebe bağlamak demektir ki yanlıştır. ‘Allah, her yerde hazır ve nazırdır, her şeyi bilir, görür ve duyar’ demek gerekir. O’nunla yaratılmışlar arasında, zât ve sıfatlar açısından herhangi bir benzerlik yoktur. O, duyularla idrak edilemeyen yüce bir zattır.
Allah, varlığı zorunlu olan, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmayan, yokluğu asla düşünülemeyecek olandır. O, kâinatın yaratıcısı ve yöneticisidir. Bütün övgülere lâyık bulunan zatın adıdır.
Allah ‘vacibu-l-vücuddur’ yani varlığı kendinden olup başkasına muhtaç bulunmayandır. Bunun karşıtı ‘mümkin’dir yani ‘hem varlığı hem yokluğu tasavvur edilebilen, var olmak için başkasına muhtaç bulunan’ anlamına gelir, yani Allah’ın yarattığı bütün varlıklardır. Allah’ın zatı duyularla idrak edilemez ve O’nun varlığı herkesin kabul etmeye mecbur kalacağı tarzda ispatlamak da mümkün değildir.
Evren, bir kısmını duyularımızla idrak ettiğimiz, bir kısmını da ilim, gözlem ve deneyle tanıdığımız nesnelerden oluşur. Gördüğümüz ve görmediğimiz her şey, bizim gibi ‘başkasına muhtaç olma’ özelliği taşır. Yaratılan her şey, mümkindir, ona varlık veren ve fakat mümkin özelliği taşımayan ve varlığı zorunlu olan ancak Allah’tır.
***
Kerim kitabımız, Allah’ın varlığını, insanlar tarafından tabii olarak kabul edilecek bir konu olarak telakki eder. Hem İslâm âlimleri hem de Batı düşünürleri, tarih içinde gelip geçen milletlerin incelenmesinden çıkarılan sonuçlara göre, genellikle her milletin bir tanrı inancına sahip olduğunu tespit etmişler, buna bağlı olarak selim yaratılışını ve sağduyusunu koruyabilmiş insanların Yüce bir Tanrının varlığını tabii olarak benimseyeceğini söylemişlerdir. Irk, ülke, dil, dünya görüşü ve dinleri değişik olmasına rağmen, bütün insanlar, evrende hakîm bir yaratıcının eserlerini gördüklerinden şüphe etmemişlerdir. Ezeli ve ebedi bir yaratıcının varlığına, yeterli aklî kapasiteye sahip bütün insanlar, inanabilir. Bu Yüce Yaratıcıya her zaman tapınılmış, O her dilde bilinmiş, her lisanla anılmıştır. Her insan Allah’ın varlığını içinde hisseder.
İslâmiyet, tevhid dinidir. Doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı, ortadan kaldırmayı hedef almıştır. Bunun yanında, bütün insanlığa hitap etme özelliğiyle, insanlar arasında gerek o çağda bulunan gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan çok tanrıcı inançlara cephe almak, hatta diğer semavî din mensuplarının ulûhiyyet anlayışını tashih etmek gibi önemli görevleri üstlenmiştir
İslâm’da tevhide aykırı inanışlar, ‘şirk (Allah’a ortak koşmak)’ kelimesiyle ifade edilmiş ve ‘en büyük zulüm (1)’ olarak kabul edilmiştir.
***
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretlerinin kendilerine ilk hitap ettiği insanlar, yüce bir tanrının varlığını kabul ediyordu. Lakin onlar, Yüce Varlığa yaklaşmak için putları vesile kabul ediyorlardı. Kuran ayetleri iniyor ve Efendimiz de onları açıklıyordu. Asr-ı saadet ve ashap döneminde, Allah’ın varlığı, birliği, insan ve kâinatla münasebeti gibi konuları açık bir şekilde anlatan Kur’an ayetlerinin dışında, ayrı bir ispat çalışmasına ihtiyaç duymadılar. Büyük fetihlerle Müslümanlar, kuzeye, doğu ve batıya doğru, hızla ve kısa zamanda genişlediler. Müslümanlar böylece çeşitli din ve fikir akımlarıyla karşılaştılar. Yahudiliği ve Hristiyanlığı zaten tanıyorlardı. Mecusilik, Sabiilik, Hint ve Çin dinleriyle karşılaşınca Allah’ın varlığı konusu, Müslümanlar arasında ister istemez tartışılır oldu, çünkü İslam dinine yeni girenler, ilim sahibi değildi ve büyük çoğunluğu şehir dışında yaşadıklarından, iman ve İslam hakkında bilmediklerini sorup öğrenecek âlimler bulamıyorlar ve eski dinleriyle İslam’ı karıştırabiliyorlardı. Bu tehlikeyi gören âlimler, hicretin ikinci, miladın sekizinci yüzyılından sonra, âlimler bu meseleye önem vermeye başladılar.
Büyük âlim Ebu Hanife, ‘peygamberlerin irşadı ulaşmasa bile insanın aklını kullanarak kendisi ve tabiatın bir yaratıcısı olduğunu bulması’ gerektiğini söyledi. O, engin denizin ortasında azgın dalgaların ve sert rüzgârların çevrelediği bir geminin kaptansız yolunu bulamayacağı örneğini, canlıların üreme şeklini, tabiatta gözlenen değişerek yenilenme olayını ispatlayıcı deliller olarak sayar.
Bunun en güzel örneği Kerim kitabımızda, Hazret-i İbrahim kıssasında, ayrıntılı biçimde anlatılır. Doğup büyüyüp genç yaşlarına gelince, İbrahim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, ‘Rabbim budur’ demiştir. Gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince ‘Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim. (2)’ diyerek bir olan Allah’a dönmüştür. Rabbimiz teala, İbrahim’e ‘Müslüman ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin rabbine teslim oldum (3)’ diyerek bu davete icabet etmiştir.
Bununla birlikte ‘Andolsun ki biz daha evvel İbrâhîme de rüşdünü verdik ve biz onu (n buna ehil olduğunu) bilenlerdik (4) mealindeki ayetin işaret ettiği gibi, Hazret-i İbrahim, peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. Hazret-i İbrahim’in yıldız, ay ve güneş için ‘Rabbim’ demesi, onlara inandığı için değil, kavminin akıllarını başlarına getirmelerini sağlamak içindir. ‘Onlar Rabbim olsaydı, batmazdı, öyleyse ben batanları sevmem’ anlamına gelmek üzere, ders vermek için böyle demiştir. (5)
Bu ve aşağıdaki ayetlerde, Hazret-i İbrahim’in Allah’tan başkasına tapan zavallılara, gittikleri yolun yanlış ve inançlarının bâtıl olduğunu gösterdiği açıkça anlatılmaktadır. “Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü ‘Rabb’im budur’ dedi. Yıldız batınca da ‘Ben batanları sevmem’ dedi. / Ay’ı doğarken gördü ‘Rabb’im budur’ dedi. O da batınca ‘Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum’ dedi. / Vaktâ ki güneş doğmak üzere iken gördü ‘Bu imiş Rabbim, bu hepsinden büyük’ dedi, o da batınca ‘Ey kavmim’ dedi. Haberiniz olsun ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden berîim (uzağım) / Ben her dinden geçip sâdece Hakka eğilerek yüzümü o Gökleri ve Yeri yaratmış olan fâtıre döndüm ve ben müşriklerden değilim’ / Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da onlara dedi ki ‘Beni doğru yola eriştirdiği halde, Allah hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum, ancak Rabbimin dilediği şey hariç. Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz? (6)”
***
Bize düşen, önce iman etmektir…
Sonra inancımızı korumak için, iman esaslarını âlimlerimizden sağlam bir şekilde öğrenmektir…
Sonra da bu ikrar üzere kulluk görevlerimizi yapmaktır.
Allah teala, hepimize olgun bir iman, ihlas ve ihsan ile salih ameller yapmak nasib etsin, âmîn…
Haydar Hepsev
Haziran 2022
_________________________
Notlar:
(1) Ayetin tamamı şöyledir: “Hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, çünkü Allah’a ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür. (Lokman Suresi 13. ayet; Elmalılı Hamdi Yazır meali)”
(2) En’am suresi, 79. ayet; Diyanet İşleri meali.
(3) Bakara suresi, 131. ayet; Diyanet İşleri meali.
(4) Enbiya suresi, 51. ayet; Hasan Basri Çantay Meali.
(5) Doğru yolu bulma, kendi başına karar verebilme yeteneği.
(6) En’âm Suresi, 76-80. ayetler; Elmalılı Hamdi Yazır meali.
#Allah #Tevhid #Kuran #Sünnet #Akıl #İlim #İrfan #Hikmet