ŞEYH MEHMED EMÎN TOKADÎ’NİN RİSALE-İ RÛHİYE ADLI ESERİNİN ÇEVİRİYAZI METNİ
E’ûzübillâhi mine-ş-şeytâni-r-racîm Bismillâhi-r-Rahmâni-r-Rahîm
Allah te’âlâ dedi ki;
“Ve yes’elûneke ani-r-rûhi quli-r-rûhu min emri rabbî (1) … (sadeqallahu-l-‘azîm)”
Rûh, ‘Âlem-i Emr’dendir. ‘Âlem-i Emr; mikdâr ve kemiyet ve mesâha kabul etmez, ‘alâ hilâfi ‘Âlemi-l-Halqi. Ve rûhun şânı azîm ve vasf ve ta’rîfi cesîm ve nâ-qâbildir. Ve vasfında bu kadar kâfidir ki: Âlem-i Şehâdet, Melekût ile qâim; ve Ervâh, Rûh-ı İnsânî ile qâim; Rûh-ı İnsânî, sıfat-ı qayyûmiyetle qâimdir. Onun için süfliyât ve ulviyâtda hâkim ve müessirdir. Ve bu ecilden Halîfe-i Haqq’dır. Lâkin bu’Âlem-i Şehâdet’de müntamisü-n-nûr, külliyât-ı ‘ulûm ve ma’ârifden mehcûr, zîr-i tabî’atla makhûz olmak ile tahliye ve terbiye lâzım geldi. Çünkü rûh-ı cenîn, misâl-i rahm-i gaybde “Ebîtu ‘inde Rabbî yut’imunî ve yuskinî (2)” gıdâsıyla envâ’-i agdiye ve mükâşefât ile perverde olmuştur. Mehd-i şehâdette qadem-nihâde oldukta dâye-i şerî’at bend-i tekâlîfle muhkem takayyüd edip harekât-ı tabî’iyyeden men’ ve zecr ve rev-bestân-ı tarîqat ve haqîqatdan şîr-i tasfiye ve tahliye ile irzâ’ eder. Ta ki agdiye-i mütenevvi’a-i hilâfet(t)e müsta’id ola.
Ve rûhun beden-i insâna ta’alluqu def’a olmayıp tedrîci olmakla hîn-i nefhden hadd-i bülûga gelince tertîb üzeredir. Nihâyet-i ta’alluq, zuhûr-ı şehvettir. İmdi tıfl-ı rûhun hadd-i bülûga qadem-nihâde olması bi-‘aynihi dest-i qâbilede tıflın ‘uzv ‘uzv ve cüz cüz zuhûr ederek belki infisâlinde velâdet hâsıl olup ‘Âlem-i Şehâdet’e qadem-nihâde olması gibidir ki meşîme-i gaybdan infisâl-i küllî ile ‘Âlem-i Şehâdet’e tamâmen vaz’ olmasıdır. Bu ecilden dâye-i şerî’at dest ü pâyini qayd-ı tekâlîfle muqayyed eder ki harekât-ı tabi’iyye ile kemâlât-ı zâtiyesine tegayyür gelmeye ki bu kemâlât a’zâ mesâbesindedir. Tebeddül-i a’zâya, tebeddül-i hilqat lâzım geldiği gibi, tebeddül-i kemâlâta tebeddül-i hey’et-i rûh lâzım gelip kemâlât noksâna mübeddel olmakla mecâzî imdâd-ı feyz-i bi-l-külliye mesdûde olup zevq ve şühûd-ı cemâl ve istişmâm-ı qurb-ı visâlden mahrûm olur.
Ama qayd-ı şerî’atle muqayyed olup bostân-ı tarîqatden şibr-i qat’-ı ta’alluqât ve me’lufât-ı tab’ u şibr ü terk-i mâsivâ ile tagaddî ile bostân-ı haqîqatden şibr-i vâridât ve levâmih ü levâmi’u-l-envâr-ı hazret tenâvül eylese habs ve sıfât-ı beşeriyeden âfât-ı tasarruf-ı vehm ü hayâlden hâl-i halâs ve ser-hadd-i fıtrat-ı asliyeye resîde olup hitâb-ı eleste, belâ der. Ve âyîne-i âfâq ve enfüsde, âfât-ı mülk ve melekûtu mütâla’a eder. Ba’dezâ sultân-ı ‘aşq, bürde-i ‘ayn u şîn ü qâfdan bîrûn olup rûh ile ‘aşq ittihâd edip ikilik miyânından ref’ olup her çend rûh, kendini taleb-kâr olsa ‘aşqı bulur. Ve evâil-i halde hayât, qâlıb-ı rûh ile qâim idi. Bu halde hayât, qâlıb ve rûh, ‘aşqla qâim olur. Ve ‘aşq, bu maqâmda nâ’ib-i menâb-ı rûh ve rûh pervâne-i şem’-i cemâl-i Samediyet olup dü-şehîr ile ki biri zulûmi-i hevâ ve biri cehûlî-i gazabdır. Sürâdiqât-ı bârgâh-ı Ahadiyet’de pervâz eder. Ve şem’-i cemâle hücûm ve müsâdeme etdikçe sûziş-i bâl ü perinden naliş ü enîn-i ‘âşıqâne ile mükâlemede nûr-ı âfitâb-ı cemâl pertev-i şem’-i vücûd-ı rûhu mahv u nâ-peydâ edip ve harâbât-ı fenâda kem-nâm ve bî-nişân eder. Ve bu menzil ki, menzil-i vaqfa ve behişt-i sıfât-ı dûzah-ı hestî miyânında a’râfdır. Beş yüz yıl yani nısf-ı yevm-i âhirete tevaqquf eder. “Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin (3)…” sırrı zuhûr eyleye. Ve bu sır üzeredir, fuqarânın agniyâdan nısf-ı yevm-i âhiret aqdem cennete duhûlleri tâ ki âlâyiş-i dünyâ bi-l-külliye mahv olup müsta’id-i dîdâr-ı bâqî ve müte’ehhil-i liqâ-yı ebedî ola. Ve bu ihtibâs ve galebât-ı şevq esnasında envâ’-ı kerâmât ve tasarrufât zâhir ve bâtında bedîd olup “… ve esbega aleykum ni’amehu zâhiraten ve bâtıneten (4) …” haberi mu’âyene olur. Lakin mezlaqa-i qademdir. Ve sâlikân-ı Haqq’ın “nekesa alâ aqibeyhi (5)” qahqarî edeceği menzildir. Ni’ama istigrâqla Hazret-i Mün’im’den mahcûb olup yollarda kalırlar. Kerâmâtı put ve telezzüzü zünnâr edip mescidden kiliseye, Haq’dan halqa yüz döndürürler. Ammâ sâhib-i devletân-ı irs-i Muhammedî, dîde-i câna kuhl-i “Mâ zâga-l-basaru ve mâ tagâ (6)…” keşîde kılıp beyân-ı miyân-ı kerâmâtda nazarlarını Mün’im-i haqîqîye iktisâr ve bu iktisâr ecell-i ni’am-ı Mün’im olduğunu bilmekle edâ-yı şükr edip “… le in şekertum le ezîdennekum (7)…” misdâqınca ilâ nihâye teraqqiyât-ı ni’am-ı İlâhiye’ye mahal olurlar. Ve bu ‘atebe-i hazret ve Ka’be-i vuslata mülâzemet edip cemî’-i hiceb-i ni’am ve agyâr-ı nefhden ve emn-i himmete teşhir verip bu maqâm, maqâm-ı şevq-i Muhammedî’dir (sallallahu aleyhi ve sellem) ve maqâm-ı şevq-i verese-i Muhammedî’dir ki bu maqâma insâniyetle girilmez. Ve kûy-i meydân, çevgân-ı beşeriyetle kapılmaz. Ve bu maqâm, nâz-ı ma’şûq ve niyâz-ı ‘âşıq maqâmıdır ki pîş-i cenâb-ı ma’şûqda, her metâ’-ı hestî ve mâ-melek-i dü-cihânı ‘arz u fedâ kılıp müflis-i nâ-tüvân olduktan sonra terk-i cân u ser kılmak âyîn-i qadîm bâzârıdır. Ve her zamân ki meşâm-ı rûha mehebb-i ‘inâyetden nesîm-i nefehât-ı İlâhiye ve bûy-ı cezebât-ı Rahmâniye yetişir. Ya’qûb-vâr galebât-ı şevq u vecd ve qalaq-ı aşq ile kendinden bîzâr ve melûl olup Mansûr-ı dâr-ı şemşîr-i Şerî’at’a gerden gösterip ve bu maqûle ıztırâr u ‘acz u inkisâr ile derece-i ye’se resîde olup “et-Talebu raddun ve-s-sebîlu seddun” mefhûmu muhaqqak olur. Hazerât-ı Quds, rahîme dâhil olup şem’-i cemâl-i Samediyet’ten fânûs-ı hiceb berdâşte kılınıp eşi’a-i tecellisi bâl u per-i vücûdunu rübûde ve bi-l-külliye sıfât-ı şem’a mübeddel olur. “… ulâike ketebe fî kulûbihimu-l-îmâne ve eyyedehum bi-rûhin minhu (8) …” ve bu (nev) rütbe, ‘atebe-i ‘âlem-i fenâ ve ser-hadd-i memleket-i beqâdır ki beqâ, dâ’ire-i kemâldir. Ve bundan sonra anlamışdır ki bu kadarla iktifâ muvafıq-ı qadr-i tahrîrdir. Mürşid-i kâmil ve tabîb-i rûhânîye ihtiyâc sabittir. Rehbersiz sülûk, müteazzirdir. “Zâlike fadlullâhi yu’tîhi men yeşâu (9) …”
***
RİSÂLE-İ RÛHİYE’NİN SADELEŞTİRME VE AÇIKLAMALARI
E’ûzübillâhi mine-ş-şeytâni-r-racîm Bismillâhi-r-Rahmâni-r-Rahîm
Allah teâlâ dedi ki;
“Ve yes’elûneke ani-r-rûhi quli-r-rûhu min emri rabbî (10) … (sadeqallahu-l-‘azîm)”
Rûh, emir âlemindendir. Bu âlem, Âlem-i Halk’ın zıddı olarak miktar ve nicelik ve sayı ve ölçü kabul etmez. Ruhun şanı çok büyük ve vasfı ve tarifi büyük ve (nerdeyse) kabil değildir. Ve vasfında bu kadarı yeterlidir ki: Şehadet Âlemi, Melekût ile kaimdir. Ve ruhlar, İnsani Ruh ile kaimdir. İnsani Ruh, kayyûmiyet (11) sıfatıyla kaimdir ve onun için süfli ve ulvi işlerde hâkim ve müessirdir. Ve Bu sebepten. Hakk tealanın halîfesidir. Lâkin bu Şehadet Âlemi’nde nuru belirsiz olan, ilim ve irfandan ayrı düşmüş, tabiatın alçaklığıyla bulanmış olmakla temizlenme ve terbiyesi lâzım geldi. Çünkü ana karnındaki cenindeki ruh, gaybın misal âleminde “Ebîtu ‘inde Rabbî yut’imunî ve yuskinî (12)” gıdasıyla çeşitli gıda ve keşifler ile beslenip yetiştirilmiştir. Şehâdet âleminin beşiğine ayak basınca şeriat, onu sorumluluklarla sıkı bağlayarak (hayvanlar gibi) tabii hareketlerden sıkı bir şekilde engellemiştir. Tarikat ve hakikate ulaşıp gerçek insan olabilmesi için kalbini tasfiye ve gönlünü güzel ahlakla süslemeye razı eder ta ki Allah’a yeryüzünde halife olmaya yetenekli olabilsin.
Ve ruhun insan bedenine ait olabilmesi bir kerede değil tedrici yani yavaş yavaş olmakla bedene ruh üfürülmesinden buluğ çağına gelinceye kadar, tertip üzeredir. Sonra şehvet zuhur eder. Şu halde çocuk ruhunun buluğ çağına gelmesi, aynen ilk yaratılışında organlarının parça parça gelişerek doğup Şehadet Âlemi’ne gelmesi gibidir. Ve ortaya çıkıp zuhura geldiği gayb âleminden tamamen ayrılarak Şehadet Âlemi’ne konmasıdır. Bu sebepten Şerîat, onun el ve ayağını sorumluluklara bağlar (hayvanlar gibi) tabii hareketlerle olgunluğu bozulup değişmesin ki bu olgunluk aynı el ayak gibidir. Uzuvların değişmesiyle hilkatin değişmesi lâzım geldiği gibi, olgunluğa erişmekte ruhun da değişmesi lâzım gelip olgunluk noksanlıklarla değişmekle feyzin gelmesine set çekilip zevkten, hissedip mana çıkarmaktan, Cemâlullahtan ve vuslata yaklaşmaktan mahrum olur.
Şeriat bağlarıyla bağlanıp tarikat bahçelerinden bir karış alakalarını adım adım mâsivâyı terk ile hakikat bahçelerinden parlak ilhamlar ve nurlu ışıklar alsa beşeri sıfatlardan, vehim ve hayalden afetlerinden ulaşıp kurtulup ‘elest’ hitabına, ‘belâ (evet)’ der. Ve Afak ve Enfüs’ün aynalarında mülk ve melekûtu iyice düşünme yeteneği kazanır. Sonra aşk sultanı, ‘ayn, şîn, kaaf (13) hırkasıyla dışarı çıkıp ruh ile aşk birleşerek ikilikten kurtulup ruh, ne zaman kendini talep ederse aşkı bulur. Ve ilk halde hayat, ruh kalıbı ile ayakta olur. Bu halde hayat, kalıp (beden) ve ruh, aşkla kaim olur. Ve aşk, bu makamda ruha vekillik eder ve ruh Samediyet (14) cemalinin nuruna pervane olup iki şehirden ki biri heva ve heves zulmetleri ve biri de gazap cehaletinden ayrılıp Ahadiyet (15) makamına uçar. Ve cemâl nuruna hücum edip ona çarpınca kol ve kanatlarının yanmasından âşıkane ağlayıp inleyerek mükâlemede cemâl nurları, ruhun vücudunun nurunu yok edip ve görünmez kılarak fani olan âlemde adsız ve sansız eder. Ve bu menzil ki, durup kalma yeridir ve varlık cehennemiyle cennet sıfatları arasındadır, böylece beş yüz yıl yani ahiretin yarım günü, durup kalır. “Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin… (16)” sırrı zuhur eyler. Fakirlerin zenginlerden yarım ahiret günü cennete girişleri bu sır üzeredir, ta ki dünyadan kalan karışıklıklarının hepsi mahv olup Baki olan Allah tealanın didarına ebediyyen hak kazansın.
Ve bu tutulma ve şevkin galebesi esnasında, zâhir ve bâtında, birçok keramet ve tasarruflar, ortaya çıkar. “… ve esbega aleykum ni’amehu zâhiraten ve bâtıneten (17)…” haberi görünür hale gelir. Lakin bu makam, ayakların kayacağı yerdir. Ve Hak telanın yoluna süluk edenlerin “nekesa alâ aqibeyhi (18)” ayetinin manasınca arkasını dönmeden savaşarak geri çekileceği menzildir. Nimetlere erişerek Mün’im (19) olan Allah tealadan mahcup olup yollarda kalırlar. Kerametleri (20) put ve lezzetleri zünnâr (21) edip mescidden kiliseye, Hak tealadan halka yüz döndürürler. Ammâ Muhammedî mirasın nimetlerine sahip olanlar, can gözüne “Mâ zâga-l-basaru ve mâ tagâ (22)…” ayetini sürme çekip kerametlerde nazarlarını nimetleri veren Allah tealaya yöneltip ve bu yönelişle Mün’im olan Allah tealanın yüce nimetleri bilmekle şükr edip “… le in şekertum le ezîdennekum (23)…” ölçüsüyle son nefeslerine kadar İlahi nimetlere erişirler. Ve bu Hazret’in (24) eşiğine vuslatın Ka’besine vuslata varır ve nimetlere erişmeye mani olan perdelerden üfürülen ruhun gayrısından himmetin emniyetine varır ve bu makam, Muhammedî şevkin makamıdır (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Efendimizin mirasçıları olan âlim ve âriflerindir ki bu makama insaniyetle girilmez.
Ve meydan, beşeriyet çevgânıyla (25) ele geçirilmez. Ve bu makam, maşukun naz ve âşığın niyaz makamıdır ki maşuğun önünde, iki cihanın varlıklarını feda edip güçsüz bir müflis olduktan sonra baş ve canı terk etmek pazarıdır. Ve o zaman ki ruhun burnuna inayet rüzgârından İlahi nefhaların esintileri ve Rahmani cezbelerin kokuları gelir. Yakup aleyhisselam gibi şevk ve vecd galebe eder ve aşkın verdiği huzursuzluk ile kendinden bîzâr ve melûl olur. Mansur (26) gibi Şeriat kılıcına boynunu uzatıp ve bu gibi çaresizlik ve acizlik derecelerine gelip “et-Talebu raddun ve-s-sebîlu seddun [1]” manası gerçekleşir. Hazerât-ı Kuds (cennet) rahmetine girip Samediyet cemâlinin perdeleri kaldırıp tecelli nurları vücudun kol ve kanatlarını kaplayarak nur sıfatlarına dönüşür. “… ulâike ketebe fî kulûbihimu-l-îmâne ve eyyedehum bi-rûhin minhu (27) …” Ve bu yeni rütbe, fena âlemini eşiği ve ser-beka memleketinin serhaddir ki, kemâl (olgunluk) dairesidir. Ve bundan sonra anlar ki bu kadarla yetinmek yazmak için yeterlidir. Kamil mürşide ve ruhu tedavi edecek manevi doktora mutlaka ihtiyaç vardır. Rehbersiz süluk etmek yapılması çok zordur, neredeyse imkânsızdır.. “Zâlike fadlullâhi yu’tîhi men yeşâu (28) …”
***
Mehmed Emin Tokadî: Hicri 1075’te (miladi1664’te) Tokat’ta doğup h.1158 / m.1745’te vefat eden büyük âlim, büyük ârif ve Nakşibendî-Müceddidî şeyhi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Halil İbrahim Şimşek), Ankara 2003, c.28, s.467-468; https://islamansiklopedisi.org.tr/mehmed-emin-tokadi ]
***
Haydar Hepsev
Temmuz 2022
______________________
Notlar:
(1) “Sana ruhtan sual ederler. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir. …’ (İsrâ suresi, 85. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(2) Kerim Kitabımızın Şu’arâ suresinin 79. ayetinde “Vellezî huve yut’ımunî ve yeskîni. “Bana yediren, bana içiren O’dur” Hasan Basri Çantay meali)” bu şekilde geçmektedir. Hadis-i şerifte, bunun tefsiri şöyledir: “Ebîtu ‘inde Rabbî yut’imunî ve yuskinî. “Rabbimin katında meskûn oldum. Beni yediriyor ve içiriyor. (Buhârî, Savm 48; Muslim, Sıyâm 57; İbn Hanbel, Müsned c. II, 23 ve 231)”
(3) “Ve Biz onların göğüslerinden kinden her ne var ise hepsini söküp atmışızdır … ( A’râf suresi, 43. Ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(4) “… (Allah) açık ve gizli birçok ni’metlerini sizin üzerinizde bol bol tamamladı … (Loqmân suresi, 20 ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(5) “Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım” dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, “Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah’tan korkuyorum, Allah’ın azabı şiddetlidir” dedi.* … (Enfâl suresi, 48. ayet; Diyanet İşleri Meali”
(6) “Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. … (Necm suresi, 17. ayet; Diyanet İşleri Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali”
(7) “Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhîm suresi, 7. ayet; Diyanet İşleri Meali”
(8) “…Onlar, o kimselerdir ki (Allah) îmânı kalblerine yazmış, bunları kendinden bir ruuh ile desteklemişdir … (Mücâdele suresi, 22. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(9) “İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, bunu dilediğine verir … (Cum’a suresi 4. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(10) “Sana ruhtan sual ederler. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir. …’ (İsrâ suresi, 85. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(11) Kayyûmiyet: Allah tealanın ezelî ve ebedî olması ve varlığı kendinden olup var olması için bir başkasına gerek olmaması anlamlarına gelir. Allah tealanın yarattığı ruh için ise ezeli olmak yoktur; insana verilen O’nun izniyle ebedidir.
(12) Kerim Kitabımızın Şu’arâ suresinin 79. ayetinde “Vellezî huve yut’ımunî ve yeskîni. “Bana yediren, bana içiren O’dur” Hasan Basri Çantay meali)” bu şekilde geçmektedir. Hadis-i şerifte, bunun tefsiri şöyledir: “Ebîtu ‘inde Rabbî yut’imunî ve yuskinî. “Rabbimin katında meskûn oldum. Beni yediriyor ve içiriyor. (Buhârî, Savm 48; Muslim, Sıyâm 57; İbn Hanbel, Müsned c. II, 23 ve 231)”
(13) Aşk kelimesini harfleri (‘Ayn, Şîn, Kaaf).
(14) es-Samed (celle celeleuhu), Allah tealanın sıfatlarındandır ve hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ulu ve ebedî anlamındadır. Samediyet de bu kelimenin ismidir.
(15) Ahadiyet, bütün isim ve sıfatlardan mücerret olarak Allah’ın zâtının tek ve bir olduğunu ifade eder.
(16) “Ve Biz onların göğüslerinden kinden her ne var ise hepsini söküp atmışızdır … ( A’râf suresi, 43. Ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(17) “… (Allah) açık ve gizli birçok ni’metlerini sizin üzerinizde bol bol tamamladı … (Loqmân suresi, 20 ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(18) “Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım” dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, “Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah’tan korkuyorum, Allah’ın azabı şiddetlidir” dedi.* … (Enfâl suresi, 48. ayet; Diyanet İşleri Meali”
(19) Nimet veren manasında, Allah tealanın sıfatlarındandır.
(20) Keramet, Allah tealanın salih ve evliya kullarına ikramıdır. İkram ve keramet, ‘cömertlik’ demektir ve Arapçada aynı kökten gelirler.
(21) Zünnar, gayri müslimlerin dinî alâmetleri olarak takmakla yükümlü kılındıkları kuşak veya kemere verilen isimdir. İslâm memleketlerinde yaşayan gayri müslimlerin dinî alâmeti olarak takmakla yükümlü kılındıkları parmak kalınlığındaki kuşak veya kemerdir. Tasavvuf ilminde ‘dünyaya gönül vermek, benlik, bencillik’ manalarında kullanılır.
(22) “Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. … (Necm suresi, 17. ayet; Diyanet İşleri Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali”
(23) “Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhîm suresi, 7. ayet; Diyanet İşleri Meali”
(24) Asıl anlamı, ‘hazır bulunmak, yakın olmak’ bu kelime Allah teala için ‘Kat, huzur, nezd’ manasında kullanılır.
(25) Farsçada ‘değnek, ucu eğri sopa’ anlamına gelen bu kelime İslam’dan sonra mutasavvıflarca ‘Derviş asası’ manasında kullanılmıştır. Tasavvuf ilminde ise ‘Allah tealanın ezeldeki takdiri’ olarak kabul edilmiştir.
(26) Hallâc-ı Mansûr veya Mansûr el-Hallâc, Hicri 858’da (miladi 922’de) Ene-l-Hak (Hak benim) dediği için Bağdat’ta idam edilen ilk dönem zahidlerindendir. Mutasavvıflarca aşk şehidi olarak kabul edilir.
(27) “…Onlar, o kimselerdir ki (Allah) îmânı kalblerine yazmış, bunları kendinden bir ruuh ile desteklemişdir … (Mücâdele suresi, 22. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(28) “İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, bunu dilediğine verir … (Cum’a suresi 4. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
#Kuran #Sünnet #Akıl #İlim #İrfan #Hikmet #Ruh #Nefs