ŞİİR BİLGİSİ
Şiiri, zamanımızda toplum pek umursamıyor. Şiirin ve şairin büyük bir önem verilerek el ve baş üstünde tutulup yüceltildiği, toplumda ilgi, sevgi ve hürmetle karşılandığı bir zaman diliminde milletçe yaşamış olmamızdan ötürü bugünkü durumdan üzülüyoruz.
Medeniyetimizin yeniden dirilmesi için şiirimizin de eski derecesini tekrar kazanması gerekir. Zaten şiir, bizzat sanat ve kültürün en önemli ve kuvvetli bir unsuru olduğu gibi, diğer kurumlara da ruh üfleyen güçlü bir nefestir. Sanatın birinci basamağıdır, etkileyendir, doğurandır, müjdeleyendir, savaşandır, galip gelendir. Şimdi basamak basamak şiirin konularını ele alalım.
1. Şiirimiz; gerek milletteki devam fikrini ve gelenekle irtibatı kıran tahribatın etkisiyle, gerekse buna sebep olan batı kültürünün okul-basın-radyo-televizyon-internet yoluyla daha yaygın bir biçimde sunulmasından bir çıkmazın içindedir. Ayrıca kültürler arasındaki etkileşimin basın-yayın imkânlarının hızla gelişmesi ve birçok kültürün ifade vasıtalarının etkin güç kazanmasından yeni bir durumla karşı karşıyadır. Bu, bir tarihi süreç içinde, toplum ve kurumlarının diğer unsurlarının değişimi ile birlikte düşünülmesi gereken bir olgudur.
Bu değişim, Tanzimat’tan Osmanlı’nın çöküşüne kadar, bir derecede şimdikine kıyasla daha tabii bir şekilde seyrettiyse de harf devrimiyle bu tabiilik de sona ermiştir. Ve şiirimizin geleneği bozulmuştur. Ortada sadece yeni vardır ve köksüzdür. Dünya şiirinin bütün etkilerine açıktır ama kendi tarih ve geleneğine kapalıdır. Bu sebeple ve ‘Garip[1]‘ gibi garip bir şiir akımı doğdu ve etkisi pek uzun sürmedi.
Yenilik zaruridir. Klasik şiirimiz de şekil, tarz ve üslup bakımlarından yeni kuşaklara yeterince tanıtılamamaktadır. Ama Merhum Üstad Sezai Karakoç’un şiiri gibi, bırakılan yerden özge bir biçimde devam etmektedir. Bütün sırlarımız edebiyatımızda saklıdır, âb-ı hayatımızı yeniden tekrar onda bulacağız. Lâkin bizi derinden sarsmışlardır, tepeden tırnağa her şeyimiz alt üst olmuştur. Biz de sahip çıkamamışızdır. Yeniden başlama ve karışıklıkların arasından sıyrılıp yolumuzu bulma aşamasındayız. Her şeyi ölçüp biçerek yeniden anlamlandırma, bütün kavramları bir daha tanımlama dönemindeyiz. Hareket noktalarının tespiti, esas alınacak merkez ve odakların seçimi gibi güç problemlerin aşılması vaktindeyiz.
2. Şiirin ve şairin toplumda bir vazifesi, toplumun da ona ihtiyacı vardır. İlkel toplumlardan bu yana bu böyledir ve devam edecektir. Şair, her insan gibi bir görev ve hizmete memurdur. Diğer insanlardan bir farkı yoktur. Şair bir mesleğin adamıdır aslında. Kundura yapan ve satan adam kadar alelade ve yine onun kadar fevkalâdedir. Yapılan işte ayrımdan ziyade benzerlikler bulunmaktadır. Tanınma ve etkinin fazla olması işin mahiyetini değiştirmez. Şiirse mubahtır. Yapılan her eylem gibi sevap ve günah açılımlarına sahiptir. Niyete ve ortaya koyuşa göre, hayrı ve şerri doğurur. Lakin etkisinin geniş olması hasebiyle ceza ve mükâfatının da o oranda artacağını kavramak zor değildir.
Her işin iyisi-kötüsü, değerlisi-değersizinin bulunduğu meselesi, şairler için de geçerlidir. Bu ilâhî cilvedir. Bu sebeple- şairi olduğundan fazla büyütmek doğru değildir, yok saymak da, görevini kabul etmemek de o ölçüde yanlıştır.
3. Herkes şiir yazabilir. Her insan sanatkâr olabilir. Bir kumaştan herkes elbise yapabilir. Sağlıklı bir toplumda, şair çok çıkar. Çünkü şiir huzurdur, huzur erdemden doğar; erdem hikmetin çocuğudur ve şiir de erdemle ikiz kardeştir; babaları hikmettir. İlâhî cilve, insanlardan bir kısmına bu sıfatı vermiş, onların arasından da yalnız bazılarını kumandan, sadece bir kaçını başkumandan yapmıştır.
Şiir yazmanın bir ön koşulu, şair olmanın da belli bazı şartları yoktur. Herkes kendi yolunun yolcusudur. Bazı ortak yanların bulunması, bir rengin tonlarındaki asıldan gelen benzerliğin meydana getirdiği bir yakınlıktandır. Bütün oğullar babalarına benzer, lâkin hepsi farklıdır.
Yalnız bazı insanlar, belli özellikleri taşıyan/taşıyabilen kişiler şair olur demek, kaba bir genelleme yapmaktan başka bir şey değildir. Doğru bir önerme gibi görünse de sonuçta tosladığı hakikat karşısında, saçmalıktan başka bir yeri yoktur.
Zaten şair, şiirini yaşadığı ve yazdığı zamanlarda şairdir. Bu unvanı o zaman, bir sıfat olarak taşımaz, işte o zaman asıl ‘şair’dir. İlham denilen kutlu alış ve veriş devrelerinde, tecrübe ve birikimin hasat döneminde, yoğun ve keskin insicamlı anlarında şairdir. Diğer zamanlarında biriktiren, toplayan, algılayan ve geliştirendir. Bir de, kendindeki iç-tepkileri biraz harekete geçirebilen, varlıktaki düğümü biraz çözmeye çalışan, anlama-kavrama-bilme-olma çabası gösteren bir şahsın şair olması, fevkalade bir özellik yoktur. Herkesin belli ölçüde birçok şeye kabiliyeti vardır. Bu ilâhî bir sırdır. Bize kabullenmek düşer. Herkes lütuf görür, nimet herkesedir.
4. Şiirin ilk kaynağı insandır, fıtrat burada anahtar kelimedir. Yani yaradılış ve birey oluş, kişinin odağı ve merkezidir. Fakat herkes diğer insanlarla beraberdir, onlarla iç içedir. Diğer yandan, birey olarak insan, hemcinslerinin arasında bir değer ifade eder. Toplumdan soyutlanmış insanın büyük bir anlamı yoktur. Böylelikle şiir, şairin toplum ile beraber yürüttüğü bir eylem gibidir. Yani şiir, insanlığın ortak tecrübelerinin, tek fert üzerinde giderek yoğunlaşan bir histir. Hayatın içindeki ben’in özgün ve kuvvetli katkısıyla ortaya çıkardığı duyguların dışa vurumudur. Geçmişi ve geleceğe güçlü atıflar yapan hisli gerçektir. Kısaca, şiirin meydana gelişinde tek ferdin ve toplum ben’inin karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz demektir.
Bütün bunlar ferdin arka plana atılışı anlamına gelmez. Tabii ki şiir, ben’e en çok yakın olan bir ortaya koyuştur. Fert ve toplum, ayrı olmaktan çok iç içedir. Bu yüzden en şahsi bir ortaya koyuş olan şiir, insanlıktan ayrı düşünülemez.
5. Şairler iki ana ayrımda bulunurlar: Ruh ve Nefs. Biri yücelerde dolaşır, diğeri alçaklarda uçar. Biri kendini aşar, diğeri ben’de hapis kalır. Biri parıldar, biri siyahlar içindedir. Gerçek şair, sadece şiir yazan değil, hayatını da şiir yapan insandır. Sadece eser bir kıymet ifade etmez, ona ruh üfleyen hayattır. İnsan zamana girmez, onun zamanı doğunca başlayıp ölünce biten bir parantezdedir. Onun için ruh ve nefs ayrımına tabi tutulurlar.
Gerçek şair yüceliklere rastlayan değil, onları çağırandır. Bunu var olma yoğunluğunu ve yaşama potansiyelini koruyarak ve bütün hayatına yayarak yapar. Kendi merkezinde toplanandır. Hassasiyetini yitirdiği anda biter. Bu, onu ‘bir hayat’ yaşamağa iter ki o da her şeyiyle temiz ve doğru olmaya gayret ederek gerçekleşir. Pozisyonunu seçmelidir insan. Ne için yaşayacaktır, bir ömrü değerli kılan nedir, bütün bir yaşamayı dolduran hangi şeydir…
Korunma ve sakınma yolunda iradesini kullananlar, büyük olma sıfatına lâyık olabilirler. İnsanlık erişimleri için çaba sarf edenler, yeteneklerini kutlu çabalarla birleştirenler, yüceliğe doğru adım atabilirler. Kendisine iyiliği yol olarak seçenler büyüğün büyüğü olabilirler.
6. Şiiri yüceltebiliriz, alelâde bir uğraş değildir. Geçmiş ve gelecek arasında, içle dış, diple zirve, başkayla özge arasında kucaklayıcı bir konumdadır. Ruh, beden ve toplumun ilâhî bir üfleyişle ortaya koyduğu deruni bir göstergedir. İnsanın gerçekleştirdiği en yüksek duyuş ve ürperiştir.
Lakin şairler aldanmasınlar, onlara hikmetin bir kısmı verilmiştir. Hepsi değil. Onun da şartları vardır, Bunun için büyük şairimiz Fuzuli “İlimsiz şiir, temelsiz duvar gibi olur” demiştir. Hikmetin çoğunu elde etmek isteyen niyete, dikkatli yaşamaya; ilme ve çabaya sarılsın. İlk kıvılcımın aslında büyük bir önem taşımadığı, onu yangına dönüştürmenin asıl marifet olduğu ortadadır. Yangına dönüşmek üzere olan ateşin de söndürülmemesi lâzımdır. Şiir çabadır. İlham da çabadır. Yalnızca ilham kaynaklı şiir güdüktür. Başlangıçta ilginç ve değişik pırıltılar getirse de erimeye mahkûm olmayı baştan kabulleniştir.
7. Her ‘oldum’ sanısı, değersiz ve olumsuza düşme tavizini beraberinde getirir ve bu, büyük bir aldanıştır. “Denize atılan bir taş, denizin derinlik veya büyüklüğüne bir halel getirmez” diye düşünülebilir. Bu önerme yanlıştır ve asıl gerçeği anlatmaz. Doğruyu savunmanın örneği ise şu olabilir: Su kayayı, duvarı yavaş yavaş ama etkili bir biçimde çürütür. Diğer tabiat şartlarının da etkisiyle yok oluş süreci hızlanır.
8. Şiir, bir nevi arınmadır. Doğru. Ama nereye kadar, hangi şartlar çerçevesinde? Yaşanırken karşılaşılan güçlükler, zorluklar, yaşandıktan sonra artık değiştirilemezler. Lâkin yorumlanır ve öyle kabul edilir. Herkes hayatın içindedir ve hayatın bin bir yüzü vardır. Şair de, tarihi olan bir bireydir. Kendi hayatının gerektirdikleri, diğer insanlarla paralellik taşıyan, birliktelik sağlayan gerçeklerdir. Bir farkla ki şair kendi içi ve yaşantısının iyi ve doğru yanlarını kendinden çıkarıp abideleştirmeye çalışan kişidir. Bunu herkes yapmak ister ama şairinki yüceliğe yöneliktir. Bunu yaparken de insanlığın ortak duyuş ve düşünüş tarzından kendi hayatıyla benzerlikler taşıyanları seçip eser olarak sunar. Kendi şahsi algılama, kavrama ve düşünme tavrını toplumunkilerle birleştirerek eserini takdim eder.
Zavallı bir çıkarış veya üstün bir fırlatış… Olanca kuvvet ve kudretle olumlu veya bayağılıklarla menfi kutuplar…
9. İlhamın da iki yönü var: Rahmani veya şeytani. Ruhun inanç ve kulluk duygusuyla kalbin ve aklın hükümran oluşu, rahmani ilhamı doğurur. Nefsin aldanış ve aldatışı, akıl ve ruha başkaldırısıyla hudutları zorlayıp aşması da şeytani olanı meydana getirir. Rahmani ilhama, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) Efendimizin duası vardır. Diğer tarafta olanlarınsa şeytandır arkadaşları.
İlham, hassasiyetin ürperişidir. Şairde varlık bilincinin yoğun bulunduğu zamanlarda onun şahsiyetinden yücelere çıkıp kanatlanmasıdır. Duygudan yüksek, düşünceden büyük tefekkürün şahikasıdır. Kesif bir zaman dilimi olan an’da, ben’in dıştan uzaklaşarak kendi gerçekliğini bulması, özgelerle irtibat kurmasıdır.
10. Şiirin saha ve imkânlarını geliştirmek ve büyütmek için şairlerin şiir ve toplum için çaba içinde bulunmaları gerekir. Bu, zanaatkârlığı da gerektirecektir. Lakin bu, zannedildiği gibi olumsuz, gerçek sanattan uzaklaştırıcı bir şey değildir. Sanatkârı da besler.
11. Osmanlı şiirin pratik alanını olabildiğince genişletmiştir. Doğan bir çocuk şiirle kutlanır. Yeni inşa edilen veya tamiri yapılan cami, medrese, saray, çeşme, han ve hamam şiirle taçlanır. Vefat eden bir kimse, öte dünyaya şiirle uğurlanır. Şehir böylece başlı başına şiir gösterisine dönüşmektedir. Hele mezarlıklar adım başına ‘hece taşları’ ile dopdoludur. Diğer kavimlere göre, milletimizin şairi daha çoktur. Bazı yerlerde hatta doğan çocuğun adıyla beraber mahlası da verilmektedir. Osmanlı hanedanına bir bakınız, hiçbir ailede bu kadar şair yoktur; baba da, oğul da, torun da şairdir.
12. Şiiri en geniş muhteva ve imkânlarla topluma yayıldığı iki dönem olarak Saadet Asrı’nı ve İslâm Medeniyeti’nin Osmanlı açılımını kabul ediyorum. Hz. Peygamber (aleyhisalatu vesselam) Efendimiz döneminde şiir ve şair desteklenmiştir. (Yerilenler ise nefs kaynaklı olanlar, şeytani ilhamın etkisinde bulunanlardır.) Sahabelerin bir kısmı şairdir, şiirden haberdardır, bazısının şiirleri vardır. Bu dönemde, şiirin ayırıcı vasfı ‘şifahi’ olmasıdır. Şiir, kulak ve hafızadadır. İslâm yeni bir medeniyet olması hasebiyle, şiire yeni bir açılım daha getirmiştir: Kitap. Bu, şiirin serüveninde yeni bir dönemdir. Dinlemenin yanında okumakla da şiirin alanına girilmesi, şiire yeni bir vasıta ve boyut kazandırmıştır. Osmanlı da şiiri abideleştirmiştir.
13. Müslüman sanatkârlar tamamen farklıdırlar. Aslında müslüman farklıdır. İslam şairleri de batı şairleri gibi sadece sanat kaygısı veya delicesine bohem yaşantı tarzlarıyla değil hizmet ve iyiliği esas alarak yola çıkıp topluma faydayı vermişlerdir.
İslâm, insanı kendi merkezinde tutarak insan, doğa ve eşyaya açmıştır. Her şeyi yerli yerindedir, müslümanın. Batı insanı gibi dağılmamış, kendini kaybedip aşırılıklara kaçmamıştır. Öte yandan muharref hristiyanlığın mistikliğiyle bulanıklaşan batı şairi, Rönesans döneminde eski çağ putperest filozoflarının materyalizmini benimseyerek kimliklerini karmakarışık bir hale koymuşlardır. Yani, kısaca, toplum içinde-toplumla beraber varlığı idrak etmek varken, toplum içinde-toplumdan uzak anlayışının batağına saplanmışlardır. Ferdiyetçi tutumları, varlık bilinçlerini zayıflatmış, materyalist anlayışları insanlık hassalarını azaltıp tüketmiş, ahlâkla bağlarını yitirmeleri kendine saygı duyma özelliğini yok ederek insanın Tanrı’ya, topluma ve kendisine karşı olan pozisyonlarını parçalamıştır. Kadere isyanla da dünya ve öte dünyalarını mahvetmişlerdir.
Hâlbuki müslüman sanatkâr, nefs kalkanını gönüllü olarak indirerek rıza yüceliğiyle yolunu açmıştır. Nefislerini akıl ve ruhun emrine verip asıl kimliklerini bulmuşlardır.
14. Şiir, niyete bağlı olarak hayra veya şerre vesile olabilir. Bir eserimiz varsa, ona ancak bir sadaka-i cariye veya bir salih amel gözüyle bakmalıyız. Hayırlı olanı seçer, şerre götürecek olandan uzak durmaya çalışırız. Bazı hakikatler vardır ki şairlerin diline verilmiştir. Böyle olunca, şiirle iletilen hakikat ve duygu alanları, iyiliğe vesile olabilir. Bu, nefs’in hayra götüren motor gücü durumunda kullanılmasıyla olur. Ayrıca, yaşanılan hayatın temizliğine, niyetin doğruluğu ve sürekli gözden geçirilmesi, gözetilen gayenin halisliğine bağlıdır.
Kendini bilen Rabbini bilir, Rabbini tanıyan onu sever. Seven kimse hizmet eder. Gerçek mutluluğa erişenler de onlardır. [Yazının buraya kadar olan kısmı, Söz kitabında (İstanbul 1991, s.35-46) yayınlanmış, Ocak 2022’de yeniden gözden geçirilmiştir.]
***
SERBEST ŞİİR, ŞİİRDE BİÇİM ‘YENİ GELENEKÇİ ŞİİR’
15. Serbest şiir, vezin ve kafiyeye tam olarak bağlı olmaksızın ve yeni çağın ürünü olan yeni bir tarzdır. Buna birim yani beyit, kıt’a (şiir cümlesinin) duygu ve öz ile belirlendiğini eklemek lazımdır. Tarihi serüveni içinde, şiirin dış yapısında içe ve öze de kuvvetle yansıyan farklı biçimiyle yeni bir açılım olmuştur. Dünyada ve bizde bir yüzyıla yakın zamandır süren kullanımı şiirde yeni ve taze bir hamle sağlamıştır…
16. Serbest şiire geçiş, uzun bir dönemde sosyal değişime paralel olarak gerçekleşmiştir. Hayatın değişmesiyle, toplum ve şehir yapısının farklılaşmasıyla bağlantılıdır. Müstakil evden apartmana geçiş, belirgin bir göstergedir. Bu edebiyata da yansımıştır. Klasik şiirimizin birimi beyt’tir, yani evdir. Koca divanlar, cilt cilt mesneviler hep müstakil beytlerden oluşur. Şehirler de aynıdır, bu yüzden onlar da eser gibi donanmışlardı.. 17. Serbest şiirin birimi farklıdır. Tek değildir, birimlerden söz edilebilir, hayatın karmaşıklığı çeşitlilik de getirmiştir. Ayrıca insanların dünyanın büyük coğrafyasını algılaması, yani fiziki büyüklüğü görebilme imkânı elde etmeleri, bir ruh genişlemesi doğurmuştur. Bu, edebiyatta etkilenme ve bilgilenmenin boyutlarını iyice artırmıştır. Bir de ayrıntıların çoğalıp eşyanın açılımlarının edebiyata yansıması, edebi eserin gücünü farklılaştırmıştır. Bu, derinlik fikrinin azalması sonucunu doğurmaz.
18. Serbest şiir, edebiyatın genel havasını değiştirmiş, mana ve hikmetin şiirdeki yerini farklı bir tarza çekmiştir. Vezin ve kafiyeye sıkı sıkıya bağlı olmanın kayıtlarından kurtulma, değişik konu ve temaların, duygu ve anlamların, düşünce ve hassasiyetlerin işlenmesini kolaylaştırmıştır. Diğer yönden de şiiri konuşmanın, günlük dilin büyük zenginliğine yaklaştırarak imkânlarını şiire taşımış ve yeni bir veçhe meydana getirmiştir. Böylece dilin en ince, en derin ve esrarlı bölgelerine serbest şiir sayesinde girilebilmiştir.
Diğer bir açıdan, serbest şiir insanın kendisine, ruhuna daha yakın bir ses sağlamış; derinliklerine daha fazla nüfuz eden bir imkân vermiştir. Ayrıca vezinli ve kafiyeli şiirin birçok imkânları serbest şiire aktarılabilirse de tersi mümkün olmamaktadır.
19. Dünyada ve bizde büyük bir ölçüde serbest şiirin yerleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünya şiiri için bir hüküm vermekten kaçınarak, bizde sahasının, şekil ve formlarının iyice oluşup gelişmediğini, bir rotaya oturup merkezini bulamadığı eklenmelidir. Halka, eski şiir kadar kendini kabul ettirememiştir. Bir diğer deyişle yaygın olarak mevcuttur da kurallarıyla beraber bir gelenek oluşturabilecek sağlamlığa kavuşmamıştır…
20. Evet, serbest şiir bize batıdan gelmiştir. Bu şu şekillerde anlaşılmalıdır: Serbest şiir dünyaca yaygın bir kabule mazhar olmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Biçim olma durumuyla muhteva ve öz bakımlarından ruh ve sesle yaşayabilecektir. Yani onu işleyecek, geliştirecek ve içini dolduracak olanların emek ve çabasına bakar. Medeniyetler birbirlerinden faydalanır ve alış veriş yaparlar. Yalnız aldıklarını kendilerine göre düzenlerler. Sunuşları da böylece yeni olur.
Kubbe fikri, İslam Medeniyetinden önce de (mesela Küçük ve BüyükAyasofya’da) vardı. Ama onu geliştirip mükemmeliyete kavuşturup yaygınlaştıran ve muhteşem eserler meydana getirenler müslümanlar olmuştur. Batı medeniyetinin de İslam’a borçlu olduğu unsur ve özelliklerin sayısı bir hayli çoktur. Alınan şekil, medeniyetin umumi ve hususi çerçevesiyle baş başa bırakır şairi ve dolayısıyla okuyucuyu. Şimdiye kadar genel hatlarıyla biçim meselesinin araştırılıp tespit edilmemesi, serbest şiirin bizdeki serüveni içinde kendini tam olarak kabul ettirememesi sonucunu doğurmuştur. Divan ve halk şiirinin hemen her şeyi bilinmektedir; şair de bilir, halk da bilir ve zevk alır. Serbest şiirimiz ise henüz bu seviye ve derecede yaygınlaşıp sahasını genişletememiştir.
Bunun sebebi, sürekli yenilik arayışıdır, zannediyorum. Serbest şiirimizin odağını ve rotasını bulmasını engelleyip hamle yapmasını devamlı geciktiren en olumsuz sebeplerden biri de budur. Şairlerin kendi şiir serüvenleri içinde bile sağlam bir gelenek oluşturamadıkları görülüyor. Zaman zaman yalpaladıkları ve kendileriyle tezada düşüp önceki yönlerinden saptıkları gözlemleniyor. Bir yerden ve zamandan sonra bu mesele aşılmalıdır ki şiirimiz yerine oturabilsin, kazanımlar yerleşsin ve devam fikri oluşabilsin.
Bunun için, bir defa her şair en başta kendi konu ve temalarını geliştirmeli, söyleyiş tarz ve üslubunun üzerine bilhassa yüklenmelidir. Bu, orijinal şahsiyet ve şiiriyetin de ortaya çıkmasını ve yerleşmesini sağlayacaktır. Devamlı yüzen bir şiirin devamı, kendini tekrarlama gibi bir tehlike ile karşı karşıyadır. Hedefi görmek gereklidir. Büyük ilhamlar kuvvetli depremlere benzerler, tekrarlanıp devam eder. Asıl zorluk bir yöne saplanıp kalmak şeklinde anlaşılmalıdır.
Şair, geniş konu ve alanlarda, kendi sözünü söylemeye zorlamalıdır. Doğum, ölüm; kader; sevgi; dostluk; toplum, vatan, millet; medeniyet; din gibi evrensel geçerliliği olan konuları kavramlara dökmelidir. İçten ve dıştan boşluk ve avarelikten kurtulmaya gayret sarf etmeliler. Divan şairlerimizin hayat hikâyelerine genel bir bakış bize yeterli bir fikir verecektir.
21. Serbest Şiir, biçim olarak bir düzene girmelidir. Bu arada kendini devam ettiren formları geliştirmek gerekir. Bu çerçeveden olarak anlaşılıyor ki gazel formu yeni şiirde tutmuştur, zaten Türk Edebiyatında unutulmaz ve vazgeçilmez bir yeri vardır. Eski formlar da (müstezad, rübai, mesnevi, kaside, terkib-i bend vb.) yeni bir anlayış sevkiyle diriltilebilir. Mesela rübai formu, mısra sayısı (küçük şiir havasını koruyacak bir şekilde) arttırılarak mani ve hoyrat gibi halk edebiyatına mahsus çeşniler bu yeni forma, zenginleştirici bir biçimde katılıp ses ve mana yüklü bir hale getirilebilir. Dünya edebiyatlarından da buna benzer formları (mesela haiku) değerlendirerek bize özgü bir tür yeniden meydana getirilebilir. Bu da kalıcı olur, çünkü zaten yerleşmiş geleneği olan bir türdür ve milletin hafızasında yer etmiştir.
Kaside ve mesnevi bugün uzun şiirler olarak mevcutturlar denilebilirse de konu olarak tam yerini bulamamış ve verilen örneklerin sayısı da oldukça az olmuştur. Hiciv ve medhiye, yeniden ele alınmalıdır, yeni şiirin ilgisini beklemektedir.
22. Cumhuriyet dönemi şiir tarihimizde (önce aruz, sonra hece devirlerini bir nevi doldurdular. Aruzda Yahya Kemal, hecede Necib Fazıl son sözleri söylediler. Serbest şiir önceleri bunların arasında kendine yer edinmeye çalıştı. Yavaş yavaş kabul gördü ve bu, devam ediyor. Başlangıçta gelip geçici anlık durumlar, birdenbire hislenip düşünmeler, mısralarla ifadenin şiir sayıldığı zamanlar oldu.
Daha sonraları ideolojiyle şiirin ortak paydasının araştırıldığı bir devrede, şiir sloganla dolduruldu. Bu ikisi şiirden sapmadır, serbest şiirin de aleyhine olmuştur. (Bunların arasında yalnız İkinci Yeni’yi Merhum Üstad Sezai KARAKOÇ’un deyimiyle Yeni Gerçekçi Şiir’i, güçlü bir atılım ve açılım sayıyorum.) Ondan öncesi bir girişin ön sözüdür. (Bazı Servet-i Fünûn şairlerinin, Ahmed Haşim ve diğerlerinin manzumeleri, Tanzimat sonrası şiirimizin devamıdır. Harf inkılabından sonra iş değişmiştir. Ondan sonrası her şeye yeni bir başlangıç yapma zorunluluğunu getirmiştir. İkinci Yeni, Cumhuriyet devrinin büyük, kaliteli ve en güçlü şiir hamlesi olmuştur. Gelenekten ve folklordan yararlanmayı ilk olarak gündeme getirenler de onlardır ve bu, aydınlar arasında yaygın bir kabul görmüş, şiirimizde kalıcı bir etki bırakmıştır.
Günümüzde ise serbest şiirin geldiği yer ve seviye, yeni bir hamleyi gerektiriyor. Fakat İkinci Yeni’den sonra neredeyse yarım yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde, derin bir soluk ve atılım görülmüyor. Bunun sebebi hem temeldedir yani felsefidir, hem de tekniktedir yani şeklidir.
Serbest şiirimizin kuşbakışı manzarasını çizmeye çalışmış, İkinci Yeni’ye kadar olanı ‘girişin mukaddimesi’ olarak belirtmiştim. İkinci Yeni, aslında bir arayış akımıydı. Aradığını sonunda buldu. Lakin gözlerden ırak tutuldu ve hakkı teslim edilmedi. İkinci Yeni’nin asıl ve ilk kurucu ve doğurucularından olduğu halde Sezai Karakoç’un şiiri bu arayış şiirine saplanıp kalmamış yeni hamle ve ilham alanlarıyla aslında gerçek yeni şiirin örneklerini vermiş ve yönünü göstermiştir. Serbest şiirimiz onunla nefha bulmuştur diyebiliriz. Bu şiir hem ‘yeni’dir, hem de ‘yeni gelenekçi’dir. Tekniği ve işleyiş tarzıyla yenidir, içinde taşıdığı öz ve ruh itibariyle gelenekçidir. Hızırla Kırk Saat bunun en muazzam misalidir diyebiliriz. Ve bu titreşim durmamış yeni eserlerle asıl şiirin ne olduğunu göstermiştir.
Bu şiir yalnız da değildir. Temelleri, kökleri ve şekilleriyle bir yandan Necib Fazıl, Yahya Kemal ve Mehmed âkif yoluyla Tanzimat sonrası edebiyatımıza, öte yandan Şeyh Galib’i günümüze taşıyan yapısıyla Divan Şiiri geleneğine ve bir taraftan da çağın Batı şairlerine uzanan kollarıyla dünya şiirine bağlıdır. Cumhuriyet sonrası edebiyatımızdaki yerini de yukarıda belirtmiştik.
Yön ve hedef belirlenmiş örmekler sunulmuştur. Bakmak ve dikkati teksif etmek, bulmak ve yürümek kalmıştır.
Haydar Hepsev
Ocak 2022
___________________
Not:
(1) Garip akımı (Birinci Yeni), biçim açısından serbest şiire yoğun bir ilginin olduğu 1930-40’lı senelerde Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat Horozcu, Melih Cevdet Anday tarafından başlatılır. Üç arkadaş, 1936’da vezinsiz-kafiyesiz ve şairanelikten uzak yeni bir şiir akımı başlatır. Şiirlerini Garip kitabında toplarlar. Bu yeni akımı, eleştirmen Nurullah Ataç destekler. Orhan Veli’nin yazdığı “Garip” önsözü, bir bakıma bu yeni şiirin bildirisidir. Bu üç şairin birlikteliği uzun sürmez. Kitabın ikinci baskısı, yalnız Orhan Veli’nin şiirleriyle yayımlanır (1945). Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın şiiri ayrı bir çizgide sürdürmüşlerdir.
* Yazının ikinci bölümü, Şiir Bilgisi kitabında (İstanbul 1992, s.62-69) yayınlanmış, Ocak 2022’de yeniden gözden geçirilmiştir. (Metni yazıya geçiren M. Enes Biçer Bey’e teşekkür ederim.)