İSLAM BİRLİĞİ BİR ZİHNİYET MESELESİDİR !
Evet, İslam Birliği bir gönül ve fikir birliğidir, gönül birliğinin fikir birliğine dönüşmesiyle şekil birliğinin de sağlanması gayesidir.
Aynı zamanda bir zihniyet meselesidir, bir düşünme biçimidir, farklı olayları bir çerçevede değerlendirme bilincidir.
Tabii ki bilgiyle, bilinçle, akıl ve tecrübeyle; doğru görüş ve sağlam teraziyle.
İslam Birliği penceresinden bakmayan, doğru bakış açısıyla bakmayanın göreceği manzara farklıdır. Sağlam bir zihniyet, ciddi düşünme biçimi, kapsamlı değerlendirme gücüyle olaylara yaklaşmayanların bulacağı sonuç çok farklı olacaktır.
İslam Birliği gayesinden kıl ucu kadar sapanlar, göreceklerdir ki ana yoldan fersah fersah uzaklaşmışlar, bir dağın başında kala kalmışlardır.
Sapkın ideolojilerin etkisi altına girenler, bu tesir az dahi olsa, karanlıkta kalırlar ve etraftaki insanları da zulmette bırakırlar.
Kalpteki niyette küçücük bir oynama, insanı yakar; kendini yakmakla kalmaz, etraftakileri de yakar, hatta bütün bir ülkeyi yangın yerine çevirebilir. İfadeyi abartılı bulanlar tarihe bir bakmalıdırlar. Haçlı işgalini ve Moğol istilasını hatırlamalıdırlar. O kadar uzağa gitmek istemiyorlarsa yedi düvelin Anadolumuzu paramparça etmeye ramak kaldığı günleri şöyle bir anımsamalıdırlar.
İş bu kadar ciddidir. Bu kadar temellidir. Bu derece önceliklidir. Ülke ve milletimizin birinci gündem maddesi birliktir, dirliktir; İslam Birliğidir.
Dört Tarz-ı Siyaset: Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık
Konuyu daha anlaşılır kılmak için 1914 yılından bir iktibas yapalım:
Ziya Gökalp`in (1) şiir kitabı hakkında, İslam Mecmuası’da (2) (14 Muharrem 1333 [1914] tarihli 16. sayı, s. 471-472), Ayın (Abdüllatif Nevzad) imzasıyla yayınlanan ve ‘Kızıl Elma Kitabına Dair’ başlıklı yazıda şöyle denilmektedir:
“Dünyadaki bütün Müslümanlar kardeştir.’İttihad-ı İslam (İslam Birliği)’ denilen büyük ve manevi rabıta (bağlılık) Hıristiyanlığa karşı “İslam beynelmileliyeti (uluslararasıcılığı)” halinde daima mevcuttur. Müslüman bir millete vurulan bir darbe, bütün diğer Müslüman milletleri etkiler. Bugünkü cihad-ı ekberde (büyük cihadda) görülen heyecan ve asabiyet (akrabalık, kandaşlık; milliyet duygusu) bu “İslam beynelmileliyeti”nin kuvvet ve azametine şahittir. Müslüman milletler kendilerini idrak edip kuvvetlendikçe, kuvvetlenip maddi ve manevi terakki ettikçe “İttihad-ı İslam” daha ziyade feyz bulacak ve bir gün arz üzerinde hiçbir Müslüman fert, Hıristiyanların esiri olmayacaktır.
Milli inkişaf (gelişme) adeta dini bir vazifedir. Çünkü kuvvetlenmek ve diğer Müslüman milletlerle birleşmek onları zillet ve esirlikten kurtarmak demektir. Din, milletlerin selameti için Allahımız tarafından ihsan buyrulmuştur. O halde dinsiz bir millet olmadığı gibi milletsiz bir din de tasavvur olunamaz.
100 milyonluk Türk milletini uyandırmak, birleştirmek “İttihad-ı İslam” yani “İslam beynelmileliyeti” için en büyük bir hizmettir. Türk milleti tabii kuvvet ve miknetini (güç, kudret, iktidar) kazanırsa artık dünyada ne Arap, ne Fars, ne Berberi hiçbir Müslüman esir kalmaz, istiklal ve hâkimiyete nail olur (istediğine erişir). Türk milleti bizzat esirlikten kurtulunca ilk düşüneceği şey diğer din kardeşlerinin istiklal ve hürriyeti olacaktır. Bugünkü zayıf halinde bile başka bir şey mi düşünüyor? … Hacmi küçük fakat manası pek büyük bu kitapçık Türklüğün Müslümanlıktan başka ve ayrı bir şey olmadığını bize tekrar gösterdi.”
Bu kısa yazıda, birçok yanlış vardır:
Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük vb. ile İslam Birliği’ne varılamaz. Türkçülük ya da başka milliyetçilikler, ideoloji ve doktrin olarak Batıdan gelmiştir ve asla İslam birliğinin bir basamağı olamaz. Ayrıca, bir ırkın ya da cinsin birliğini sağlamak, daha büyük birliğe ulaşmak anlamına gelmez. Türkçülüğü, İslamlığın ardına koyarak hiçbir yere varılamaz. Irkçılık, şirktir. Bir buçuk asırdır başımıza bela olan ırkçılık batağına, milletimizi sürüklemek ancak hüsran getirmiştir. İslam’a sarılmaktan başka bir çare yoktur. İki yüzyıllık acı tecrübe, ırkçılığın ne olduğunu, ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunu öğretmiştir.
Doğru bakış açısı ve sağlam zihniyet derken bunu kastediyoruz.
İktibas ettiğimiz yazı, Türkçülüğün ilk yıllarında yani 20. asrın başında, yani Osmanlı’nın son yıllarında; şimdiki siyasi, felsefi, sosyolojik problemlerimizin başladığı zamanda kaleme alınmıştır. Yani Bu dönemde, dört ana tarz-ı siyasetin (Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık) ortaya atıldığı ve yoğun olarak tartışıldığını ama Batıcılık ve Anadolu’yu esas alan Türkçülüğün yeni kurulan devlete temel tarz olarak seçildiğini, Osmanlıcığın tamamen tasfiye edildiğini, Müslümanlığın ise devletin zorlu kontrolü altına alındığını biliyoruz. 1990’lı ve 2000’li yıllar ise 80 yılın sonunda temel felsefenin zayıflayarak çökme noktasına geldiğine tanık olmuştur ki tasfiye edilen Osmanlıcılığın temel konuları yani Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu meseleleri yeniden önümüze gelmiş oturmuş; kontrol altında tutulmaya çalışan İslamcılık ise yeniden ana tarz olmaya doğru atılım yapmıştır.
Dil Birliği, Irk Birliği, Türki Cumhuriyetler ve Ulusçuluk
Yağmur Atsız’da bir iktibas yapalım ve konuyu biraz daha açalım:
“Ben (Y. Atsız) ömrümde Aymatof’la (3) üç kere yüz yüze geldim. … yıl 1992’ydi, ona muhtelif Türk kavimleri arasında bir “tek devlet” düşüncesine nasıl bakdığını da sormuşdum.
“İdea yahşıdır” (fikir iyidir.) dedikden sonra meâlen şunları eklemişdi:
“Öte yandan bu değişik Türk boyları yüzyıllardır birbirlerinden zorla ayrı tutuldukları için aralarında farklar teşekkül etmişdir. Çok önemli farklardan biri ayrı lehçelerdir. Bizler önce bu lehçeleri aşağı yukarı birbirinin aynı kılabilirsek o zaman politik birlik düşünülebilir. [Yağmur Atsız, “Bozkırda Bir Eşkin At”, Türk Edebiyatı Dergisi, sayı 418 (Cengiz Aytmatov özel sayısı), İstanbul, Ağustos 2008]”
Dillerin lehçelerini nasıl birbirinin aynısı kılabileceksiniz? Haydi, birbirine yaklaştırdınız diyelim, sadece dil birliğiyle siyasi birliğe nasıl ulaşacaksınız? Mesele daha derindir, mesele gönül birliğidir, mesele büyük projelerde ortak olabilmektir, mesele ortak zorluk ve düşmanlara karşı beraberce karşı koyabilmektir.
Araplar, aynı dili konuşmaktadırlar ve bir Arap birliği vardır ama ancak adı vardır. Gerçek bir birlikten söz edilemeyeceği gibi, üye ülkelerin toplantıları adeta kurtlarla tilkilerin toplanmalarına benzemektedir; karar almaları ise neredeyse mümkün değildir (Ve bu sureta birlik, İslam Birliği’nin önündeki engellerden birisidir.)
Bir Türk birliği de kurulamamıştır. Sovyetlerin 1990’daki dağılmasından sonra böyle bir birlik belki kurulabilirdi ama T.C. özgürlüğe kavuşan Türki cumhuriyetlere laiklik ve Latin harflerinden başka bir şey öneremedi. Siyasi ve iktisadi projelerde ABD’nin yedeğinde kaldı. Çünkü hazırlıksızdı ve Panislamizm gibi Pantürkizm de devletin kısır politikasına tersti; ülke dışındaki Müslümanlar ve Türklerle sadece kültürel açıdan ilgilenmek bile irticanın ta kendisi sayılırdı. Kendilerine bir şey veremediğini ve ağabeylik yapamadığını görünce bu cumhuriyetler Rusya’ya, Çin’e, AB ve ABD’ye yanaştılar; tabiat boşluk kabul etmez çünkü. (Yakın tarihte bu konuda bazı sevindirici gelişmeler oldu. Türk Konseyi’nin ilk zirve toplantısı “Ekonomik ve Ticari İşbirliği” temasıyla Ekim 2011 tarihlerinde Almatı’da gerçekleştirildi. Toplantı vesilesiyle, Konsey’in kurumsallaşmasına ilişkin anlaşma ve tüzükler sonuçlandırıldı. Ayrıca üye ülkelerin iş çevrelerini bir araya getirecek Türk İş Konseyi tesis edilmiştir. Üye ülkeler şunlardır: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye’dir. Gözlemci ülkeler; Macaristan, Türkmenistan. Bu teşkilatın daha da güçlenmesini dileriz.)
Türki cumhuriyetlerinde yaşayan halkların hepsinin başka bir ismi var: Azeri, Özbek, Kırgız, Kazak vb. Onlar kendilerini Türk olarak tanımlamıyor. Özbek ben Özbek’im diyor ve tabii ki doğru yapıyor. Evet, bizimle ve dilimizle akraba olduklarını söylüyorlar ama kendilerini “Türk” demiyorlar. Bunun tarihten gelen birçok sebebi var. Ülkemizin bazı milliyetçi aydınları, bu tarihi olgunun farkında değiller. Türki cumhuriyetlerin Rus emperyalizmi altında kaldıklarından kendilerini böyle ayrı ayrı adlandırdıklarını zannediyorlar ve Özbek’in kendine Özbek değil de Türk demesini bekliyorlar. Bu zihniyet Kürde de “Sen Kürt değil Türk’sün ama bilmiyorsun, kart kurt edeceğine Türkçe konuşsana” diyen sakat anlayışın devamıdır.
Türki cumhuriyetlerin ve bizim dillerimizin akraba olmasının bir avantaj olduğu düşünülebilir, doğrudur ama yeterli değildir. Yakınlaştırabilir ama birleştirmeye yetmez. Türki cumhuriyetleri birlik olmaya itecek iki mühim olgu vardır. Birincisi İslam’dır, diğeri de Rus ve Çin tehlikesidir. Rus ve Çin devletlerinin planlı bir şekilde, Orta Asya Müslümanlarını İslam’dan uzaklaştırma politikasına ve bu çalışmanın bir ölçüde başarılı olmasına rağmen, hâlâ büyük bir ortak değerdir ve halk şimdilerde daha çok İslam’a yönelmektedir.
Diğer yandan Ruslar Türki cumhuriyetleri baskı altında tutmaya devam etmekteyken Çin ise düpedüz katliam uygulamaktadır. Rus ve Çin ortaklığı, Orta Asya Müslümanlarını bir kıskaç gibi sıkmaktadır. Çinliler Urumçi’de katliam yaparken Ruslar, Çinlilerle birlikte askeri tatbikat yapmakta ve Çin’e açık destek vermekten çekinmemektedir. O halde yapılması gereken bu iki emperyalizme karşı birleşmek değil midir? Anadolu Müslümanlarının yani bizim görevimiz de, bu ülkelerin İslam’a dönmesi ve ortak düşmanlara karşı birleşmesi için çaba göstermektir.
ABD ise Obama’lı yeni dönemde Çin’i kendine ortak seçmiştir, Türki Cumhuriyetlerle özellikle Özbekistan’la yakından ilgilenmektedir, Afganistan ve Pakistan’da tehlikeli oyunlar tezgâhlamaktadır. Hindistan da bu büyük oyunun içindedir.
Onun için bize düşen, büyük düşünmek ve büyük politikalar üretmek, dünyanın her yerindeki Müslüman kardeşlerimizle yakınlık kurmaktır. (Konumuzla doğrudan irtibatı olmadığından Afganistan ve Pakistan’a değinmekle kalıyoruz; bu iki mübarek ülke kardeşlerimizdir ve İslam Birliği’nin öncelikli değerlerindendir.)
***
Küçüklük Bitmiştir!
Dünyanın bugün geldiği küresel konumda, artık küçüklük bitmiştir. Ulusalcılık ve ulusçuluk bitmiştir. Hele Doğu ve Ortadoğu’da tamamen çökmüştür. Batının olanca çabası ve Arapların ırkçılığa varan milliyetçiliğine rağmen, Arap birliği fos çıkmıştır. Türk birliği de kurulamamıştır. Türkçü politikalarla doğudaki kardeşlerimize yönelmek bir fayda da getirmemiştir, ne onlara ne de bize. İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin birleşmesi ve tek devlet olması hayali, zorlamadır. Batının Müslümanları bölme, İsrail’in Büyük İsrail hayaline ulaşması gayesinin bir süreğidir.
ABD birleşik ve güçlü bir devlet iken, AB birleşen ve güçlenen bir organizasyon iken, Rus ve Çin ortaklığı günden güne güçlenirken Türkler, Kürtler, Araplar ve Farslar ne olacaklardır? Irkçılık veya milliyetçilikle birleşemeyeceklerine göre elde yalnızca bir çözüm kaldığının farkında olmaları gerekmez mi…
Haydar Hepsev
Ocak 2022
___________________________
Notlar:
(1) M. Ziya Gökalp (1876-1924), yazar, toplumbilimci, şair ve siyasetçidir. Kürt ya da Zaza olduğu hakkında rivayetler vardır. Osmanlı zamanında Meclis-i Mebusan’da ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği yapmıştır.
Kürt kökenli siyasetçi ve yazar, materyalist ve ateist olan Doktor A. Cevdet (1869-1932), orta öğrenimde Gökalp’in düşüncelerine farklı bir istikamet vermiştir. Aile büyüklerinin onunla görüşmesini yasaklamalarına rağmen Gökalp, A. Cevdet’in etkisiyle Fransız pozitivistlerini ve sosyologlarını tanımış, Athéisme adlı bir kitap ise zihnini iyice bulandırmıştır. Abdullah Cevdet, kendisine ayrıca siyasî düşünceler de aşılamış, İstanbul’da yönetime karşı meşrutiyetçi faaliyetlerin bulunduğunu haber verip onu, henüz gelişme halindeki gizli İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne üye kaydetmiştir.
Aynı yıllarda Diyarbakır belediye doktoru olan ve idâdîde (lisede) fen, tabiat bilgisi ve tarih dersleri veren Yorgi Efendi de genç Ziya’yı etkileyen birisidir. Bir Ortodoks Rum olan Yorgi, ona milliyetçilik fikirleri aşılamış, sosyolojinin önemini kavratmış ve Yunan filozoflarını tanıtmış ve hayat ve kâinatı mekanik bir sistemden ibaret gösteren ilkel materyalist fikirler de telkin etmişti.
A. Cevdet, 1909’da Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Kongresi’ne Diyarbakır delegesi olarak katılır ve örgütün Selanik’teki merkez yönetim kuruluna üye olarak seçilir. [İttihat ve Terakki Cemiyeti, sonraları İttihat ve Terakki Fırkası (günümüz Türkçesiyle: Birlik ve İlerleme Partisi), Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet’in ilanına önayak olup 1908-1918 yılları arasında kısa kesintilerle devleti yöneten, 1889’da kurulmuş bir siyasal hareket ve iktidar partisidir.]Selanik’te kalmayı sürdürerek çevresinde bir kültür hareketi oluşturmaya çalışır. Lise programlarına sosyal bilimler dersi koydurtarak bu disiplinin okullara girmesini sağlar. II. Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki’nin Diyarbakır şubesini kurar ve “Peyman” gazetesini çıkarır.
Dünyadaki Türkleri birleştiren, güçlü bir Türk devleti kurulmasını tasarlayan Ziya, bu ideali dile getirdiği Altun Destanı’nı 1911’de Genç Kalemler Dergisi’nde yayımlar.
1912’de Derneğin merkezi İstanbul’a taşınınca, Ziya Gökalp de İstanbul’a gelir, Diyar-ı Bekir mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçilir. Meclis kapatılınca Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olur ve kurumda onun eğitimle ilgili görüşleri kabul görür. 1915’te İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe bölümünde İctimâiyyât müderrisi (sosyoloji öğretim görevlisi) olarak atanır. İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk sosyoloji profesörü olur.
Düşüncelerini Türkçülük etrafında şekillendiren Gökalp, İstanbul’a gelir gelmez Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer alır. Derneğin yayın organı “Türk Yurdu” başta olmak üzere birçok dergide yazılar yazar. Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak başlıklı bir yazı kaleme alır.
1923’te Maarif Vekâleti, Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı’na atanıp Ankara’ya gider. Aynı yıl Türkçülüğün Esasları isimli ünlü esrini yayımlar. Ağustos’ta, önemin cumhurbaşkanı tarafından aday gösterilerek İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır milletvekili olarak seçilir. 1924’te İstanbul’da hayatını kaybeder.
Osmanlı Devleti, parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik arayışına girmişti. Gökalp de bu arayışta, Türk toplumunun kendine özgü ahlâkî ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşmaya çalışmış; bundan ötürü Batı düşünce ve edebiyatının tesirinde kalmıştır.
“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” diye özetlediği görüşlerinde, kültür olarak Türkçülüğü, ahlâkî olarak da İslâm’ı alır. Uluslararası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu savunur. Saray edebiyatının karşısına halk edebiyatını koyar. Batı’nın teknolojik ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimser. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendirir.
Gökalp toplum modelini, sosyolojinin kurucularından Fransız Émile Durkheim’dan (1858-1917 alır. Bireyi temel alan liberalizm ve kapitalist toplumun sınıf mücadelesiyle yıkılarak sınıfsız toplumun kurulmasını hedefleyen Marksizm’e karşı çıkar. Sınıf ayrımlarını değil mesleki örgütlerini temel toplum birimi olarak kabul eden (sınıf çatışmasını reddeden sınıflar arasında birlik ve ortak çıkarlarla bağlanma demek olan) solidarizmde karar kılar. Toplum ve siyasi görüşlerini anlattığı makaleler yazar ve “Türkçülük” düşüncesini sistemleştirir. Milli edebiyatın kurulması ve gelişmesine çalışır.
Gökalp önce Turancılık sonrasında Oğuzculuk daha sonra ise Türkiye Türkçülüğü fikirlerinin destekçisidir. Mustafa Kemal, kendisinden “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir” diyerek söz etmiş ve milliyetçi düşüncesini benimsediğini belirtmiştir.
(2) İslam Mecmuası, 1914 -1918 tarihleri arasında 63 sayı yayımlanmış bir fikir dergisidir. Sloganı “Dinli bir hayat, hayatlı bir din” olan dergi, dönemin din sosyolojisi kaynaklarından birisidir. İttihat ve Terakki Partisi’nin malî desteğiyle çıkarılır. İslâm Mecmuası’nın çizgisi, modernist-İslâmcı ve Türkçü-İslâmcıdır. Onu dönemin diğer İslâmcı dergilerinden ayıran husus şudur: İslam’a ait millet kelimesini, Türk kavmi olarak anlayıp İslâmî düşünceyi bu kavramla birlikte ele alması, İslâm’ın sosyal yönü ve ilgili meselelere yoğunlaşmasıdır. Dergide Ziya Gökalp başta olmak üzere dönemin ünlü ilim ve fikir adamlarının yazıları yayımlanır.
(3) Cengiz Aytmatov (1928-2008): Kırgız asıllı II. Dünya Savaşı sonrası yazarlarından edebiyatçı, gazeteci, çevirmen, diplomat ve siyasetçidir. Eserlerini önce Kırgızca yazıp Rusçaya çevirirdi, sonralar tersini yapmıştır. Romanlarında efsanelere yer vermiştir, ancak onunki masalsı hisleri çağdaş bir zeminde birleştirip yeniden oluşturmaktı. Eserleri 176 dile çevrilmiştir. Aytmatov, edebi çalışmalarının yanı sıra; Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinin Kırgız delegeliğini üstlenmiştir. Eserleri ülkemizde de tanınmaktadır.
* Bu yazı, Yüce Devlet Dergisi’nin 1 Eylül 2009 tarihli 1. sayısında yayınlanmış, Ocak 2022’de yeniden ele alınmıştır.