HÂLBUKİ ve DİLİMİZ ve MEDENİYETİMİZ
Hâlbuki edatına, lügatlerimiz “oysa ki, şu kadar ki, şu kadar var ki, hakikat şu ki, gerçi; öyle iken, buna mukabil, buna rağmen, aksine olarak, -diği halde” karşılıklarını veriyor ve “iki zıt cümleyi birbirine bağlar” diyorlar. Her zaman kullandığımız ve birleşimi hakkında pek düşünmediğimiz bu sözcük, “hâl (Arapça)”, “bu (Türkçe)” ve “ki (Farsça)” Yani üç dilden üç kelimenin bir araya gelmesiyle oluşmuştur [1].
Hâlbuki (dilimizin en iyi sözlüklerinden olan Kaamûs-ı Türkî’yi hazırlayan) Şemseddin Sami, 1897’de yayımladığı “Lisan ve Edebiyatımız” adlı makalesinde (sadeleştirilerek) “Osmanlı lisânı üç dilden, yani Arabi, Farisi ve Türkçe lisanlarından oluşmuştur demek adet olmuştur. İlahi adet ve tabiata aykırı olan bu tabir, çoğu dilbilgisi kitaplarında ifade ediliyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hata! Üç dilden birleşik bir lisan, dünyada görülmemiş şey!” diyordu.
“Lisan-ı Osmanî (Osmanlı Dili)”, “Osmanlıca” terimleri; Tanzimat devrinden sonra Osmanlıcılık akımının dille ilgili tavrından çıkmıştır. O devirde, Osmanlı topraklarının bölünmesini önlemek için devletin tebaası olan çeşitli unsurları kaynaştıracak bir “Millet-i Osmaniye” meydana getirmek düşüncesiyle “Osmanlıcılık” siyasî fikri ortaya atılmıştı. “Lisan-ı Osmanî” terimini ilk defa kullanan âlim ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa‘dır; onunla Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’nın birlikte yazıp 1865’te yayımladıkları dil bilgisi kitabına “Kavaid-i Osmaniye (Osmanlı Türkçesi kuralları, yani dilbilgisi)” adını vermişlerdir. Böylece “Lisan-ı Osmanî” terimi oluşmuş ve Osmanlıca-Türkçe tartışmaları başlamıştır.
Şemseddin Sami, haklı olarak “Osmanlı” adının, devleti kuran kişinin adına nispetle devlete verilen isim olduğunu, hâlbuki bu devleti kuran kavmin Türk, konuştuğu dilin de Türkçe olduğunu; Türk kavminin ve Türkçenin Osmanlı devletinden daha eski olduğunu ifade ediyordu. Ahmet Cevdet Paşa ve diğer aydınlarımız bu dilin Türkçe olduğunu elbette biliyorlardı. O zaman Ahmet Cevdet Paşa ve “Lisan-ı Osmanî” tabirini kullananlar, haksız mıydı? Konuyu tarihi süzgeçten bir kez daha geçirelim.
Selçuklu ve Osmanlı devrinde, daha doğrusu Türkler Müslüman olduktan sonra (uzun asırlar içinde) Türkçeye gerçekten çok fazla Arapça, Farsça kelime, tamlama ve hatta kural girmiştir. Bunun iki önemli sebebi vardır: Birincisi İslam dini ve medeniyetinin güçlü etkisidir; ikincisiyse Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya gelinceye kadar önce İran, daha sonra da Suriye, Irak ve Mısır’da uzun zaman boyunca kalmışlar, oradaki kardeşlerinin dillerinden tabii olarak etkilenmişlerdir. Selçuklu ve Osmanlı devri Türkçesi de (Osmanlıca), bu kültürel ve coğrafi etkilenmeler ile oluşmuş; özellikle Osmanlı Devleti’nin büyük bir devlet olması ve güçlü bir medeniyet hamlesi oluşturması da dilin zenginliğini arttırmış ve “Osmanlıca” bu süreçte oluşmuştur. (Ayrıca, bilindiği gibi neredeyse bütün Arap kavmi de Osmanlı’nın tebaasıydı.)
Sadece bu iki lisandan değil, Anadolu ve Rumeli’de bulunan diğer kavimlerin dillerinden de Türkçeye zannettiğimizden fazla kelime girmiştir. Bu kelimeler Anadolu’da gelişen Türkçeye uyum sağlamıştır, biz bunları hiç farkına varmadan kullanırız. Mesela ‘kiraz, efendi ve sınır’ kelimeleri Grekçeden; ‘madımak, çılbır, örnek’ sözleri Ermeniceden; ‘çete, kumpir, patika’ ise Sırpçadan dilimize geçmiş kelimelerdir. Bu örnekleri şunun için verdim. Anadolu’da (ve Rumeli’de, hatta Osmanlı’nın hâkim olduğu coğrafyada) gelişen Türkçe; coğrafi, siyasi, etnik vb. nedenlerden ötürü Orta Asya Türkçesinden oldukça farklılaşmış ve deyim yerindeyse yeni bir dil olmuş; Kuzey Türkçesi ya da Doğu Türkçesinden (Osmanlıların tabiriyle Çağatayca’dan) büyük ölçüde ayrılmıştır. (Kaamûs-ı Türkî’nin önsözünde Şemseddin Sami bu ayrımdan uzun uzun bahseder.) Bu dil tabii ki Türkçedir, gelişmiş ve bir medeniyet dili, bir dünya dili haline gelmiştir. Tanzimat’tan sonra Batıya da açılmıştır, bu yönden de zenginleşmiştir. (Ahmet Cevdet Paşa ve onunla aynı fikirde olan diğer aydınların “Lisan-ı Osmanî” tabirini kullanmak istemiş olmalarının arkasında Anadolu Türkçesinin bu farklılığı vardır sanıyorum.)
“Hâlbuki” işte bu farklılığın en belirgin bir örneklerinden biridir. Üç dilden üç ayrı kelime birleşmiştir, yeni kelime elbette Türkçedir lakin bu kelime aynı zamanda medeniyet belirtmektedir; Türkçenin büyük bir dil olduğunu kanıtlamaktadır. Yazının sonunda bu konuya yeniden dönelim.
Akımlar, Dönemler ve Dilimiz
Lise tahsilim sıralarında (İzmir Atatürk Lisesi’nde, 1975-78 yıllarında) bize küçük bir el kitapçığı olan bir sözlük dağıtmışlardı. (Uzun bir zaman sakladım bunu, lakin kim bilir hangi taşınmada kayboldu.) Sözlükçük, belleğim beni yanıltmıyorsa, yaklaşık 200 kelimenin Öztürkçe karşılıklarını içeriyordu. Bunda ilginç ve bugün için kabullenmesi güç olan şuydu: Bütün öğrenciler, bu sözlükçükteki sözcükleri, sadece Türkçe dersinde değil bütün derslerde (yazılı ve sözlü olarak) kullanmak zorundaydılar. Benim gibi ailesi muhafazakâr olanlar, bu sözcüklere alışmakta tabiidir ki zorlandılar. İlkokuldan beri çok okuyan bir talebe olmama rağmen kompozisyon derslerinden iyi not alamamaya başlamıştım. O zamanki kitaplar, (Jules Verne tercümeleri bile) henüz yeni dile de ‘çevrilmediğinden’ epeyce eski kelime ile doluydu. Bunları okuya okuya kelime hazinemiz epeyce genişlemişti ama bu hazineyi öğretmenlerimiz beğenmiyordu.
O zamanın başbakanı Bülent Ecevit de bu tür sözcükleri kullanıyor; o zamanın tek kanalı olan TRT de bütün programlarında bunları ‘yinelediğinden’ ortalığı ‘olanak-olasılık’ vb. sözcükler kaplamış gidiyordu. Otobüste bilet sorulduğunda öğrenci yerine talebe demeyene iyi gözle bakılmıyordu. Biletçiler ve yaşlılar, öğrenci sözcüğüne alışmakta epey bir zaman zorlandılar ama sonunda kullanmak zorunda kaldılar. Yani zorlama sadece bizim liseye ait değildi, toplumun üzerinde de en azından manevi bir baskı vardı. (Bugün buna mahalle baskısı mı diyorlar?)
“Hâlbuki” de bu devirde “oysa ki”ye ya da “öyle iken”e (veya sözlüklerdeki diğer karşılıklarına) dönüşmüştü. İnsanlar başka kelimelerle düşünüp bambaşka sözcüklerle bunları ifade eder hale gelmişlerdi. “Öztürkçecilik”i, “Uydurmacılık” olarak kabul eden aydınlar, bu akıma karşı “Yaşayan Türkçe” başlığıyla karşı çıktılar. 1980 darbesi [2], bu tartışmaları da bıçak gibi kesti ve ‘Yaşayan Türkçe’den yana bir tavır aldı. Zaten tartışma da gereksiz olarak uzamıştı, her iki taraf da silahlarını indirdiler ve daha normal bir dil kullanmaya başladılar.
Dilimiz Tanzimat’tan sonra dönem dönem değişimler geçirdi. Tanzimat’tan önce yazı dili Arapça, Farsça kelime ve tamlamalarla doluydu, Fransa’da öğrenim gören aydınlarımız, memlekete dönünce dilde sadeleşme cereyanını başlattılar. Yazı dilindeki Arapça ve Farsça tamlamalar yerine Türkçeleri kullanılmaya başlandı. (Mesela, yaralı gönül anlamındaki ‘dil-i mecruh’ yerine ‘mecruh dil’ kullanıldı.) Halkın kullandığı atasözü ve deyimler edebiyatımıza girdi. Kuvvetli edebi eserlerle de bu sadeleşme akımı güçlendi. (Servet-i Fünun edebi akımı, ağdalı Osmanlıcadan da ileriye gitmişse de bu uzun sürmemiştir.) 1900’ün başlarındaki Türkçe, zorlamayla değil tabii bir sadeleşmeyle 50-60 senede ortaya çıkmış yeni bir dildi. Osmanlıca ile de uzlaşmış Batıdan gelen kavramları da karşılayabilen güçlü bir Türkçeydi. Bu dönemde hemen her alanda güçlü eserler ortaya konmuştur. (İstiklal Marşımız işte o Türkçenin ölmez meyvesidir; örnekler çoğaltılabilir, o da ödev olsun mu gençlerimize…)
Cumhuriyet’in ilk döneminde, Arapça ve Farsça kelimeler atılıp yerine yeni “tilcik”ler bulundu, millet de bunları kullanmak zorunda kaldı. (Üçgen, Yargıtay gibi kelimeler bu dönemin ürünüdür.) Güneş-dil teorisi ile bundan dönüldüyse de İsmet İnönü devrinde uygulama devam etti. Dilde sadeleşme akımı Öztürkçeciliğe, (yani daha ileri giderek ‘tasfiyecilik’ akımıyla dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelere düşmanlığa) dönüştü ve bu kimi zaman şiddetli kimi zaman da yumuşak bir şekilde sürdü[3]. Tahsilini Osmanlı zamanında almış (mesela Yahya Kemal, Necip Fazıl, Peyami Safa, Kemal Tahir vb.) bazı güçlü yazarlarımızın kullandığı ölçülü dil sayesinde dilimiz az çok korunduysa da hemen her neslin dili birbirinden oldukça farklılaştı. 90’lı ve 2000’li yılların çocukları 50’li, 60’lı ve hatta 80’li yıllarda yazılanları sözlüksüz anlayamamaktadır.
Lügatler, Ansiklopediler; Dilimiz ve Medeniyetimiz
Osmanlı’daki sadeleşme akımından önceki lügatlerde yalnızca Arapça ve Farsça kelimelere yer verilir, hatta günlük dilde yer alan kelimelere bile bunların manası zaten biliniyor diye yer verilmezdi. James W. Redhouse’ın (bizde Redhouse Lügati olarak bilinen Türkçe-İngilizce sözlük) A Turkish and English Lexicon adıyla 1890’da; Muallim Naci’nin 1891’den itibaren üzerinde çalışmaya başladığı ‘Lugat-i Nâcî” adlı Osmanlıca sözlüğü Şemseddin Sami’nin Kâmûs-ı Türkî ismiyle 1899-90’da yayınladıkları lügatler, günlük dilde de kullanılan kelime, deyim ve atasözlerine yer veren, modern anlayışı yansıtan eserlerdi. (Redhouse Lügati, Türkçenin kelime hazinesini içindeki bütün unsurları bütün unsurları dikkate alarak hazırlanmış ilk sözlüktür [4].
“Kamus, namustur” diye haykırır Cemil Meriç Üstad. Sözlükler, elbette ki, namusumuz kadar önemli. Dilimizi sağlam bir şekilde nereden öğreneceğiz; çocuklarımıza doğru olarak nasıl öğreteceğiz? Kelimelerin aslını, farklı anlamlarını nasıl bileceğiz? Dilimizi yanlış kullanmaktan nasıl korunacağız? Demagoji yapanları, ağzını eğip bükerek yanlış konuşanları nasıl ifşa edeceğiz; eski kitaplarımızı nasıl doğru anlayacağız, kök ve aslımızı nasıl tanıyacağız, Medeniyetimizin büyük eserlerini nasıl okuyacağız ve nasıl anlayacağız…
Bu yazı, bir sözlük tanıtım yazısı değil tabii ki. Bir anlayışı ortaya koymaya, uyarı görevi yapmaya, dilimizin büyüklüğüne ve gücüne yeniden dikkat çekmeye çalışıyor [5]. Lakin iki sözlük ve bir ansiklopediden bahsetmeden geçemeyeceğim. Çünkü bunlar gerçekten çok ciddi, çok kapsamlı, çok derin ve çok güçlü eserler. Medeniyetimizin kendini yeniden üretmesine temel olacak ve bu sebeple ümidimizi yeniden tazeleyen kitaplar.
Bunlardan birincisi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, 2005’te yayınlandı. İlhan Ayverdi Hanımefendi tarafından 28 yıllık çalışmanın sonunda hazırlanmış, 13. yüzyıldan günümüze kadar Türk dilinin dökümünü çıkaran bu eserin en önemli özelliklerinden birisi kelimelerin orijinal edebi eserlerden seçilen cümlelerle örneklenmesi. 3 ciltlik bu temel başvuru eserinde, “devirlerini tamamlayıp unutulmakta olan ve büyük bir gayretle dilimizden atılmak istenen kelimelere, yaşayan Türkçe kelimelere yeni türetilenlere yer verilmiştir [6].
Diğer sözlüğümüz, 5 ciltten ve 5.744 sayfadan oluşan, 246.000 sözcük içeren ve 2007’de yayınlanan Ötüken Türkçe Sözlük. Emekli öğretmen ve araştırmacı yazar Yaşar Çağbayır tarafından, Türkiye ve dünyada Türk dili üzerine yazılmış en eski eserlerden çağdaş edebî metinlere kadar yaklaşık 1700 eserin incelenmesiyle hazırlanmış. İyi niyet ve derin bir tecrübenin eseri bu lügat çünkü yazar, öğrencilik ve öğretmenlik hayatında Türkçe sözcüklerin araştırmasında yaşadığı kaynak sıkıntısını yeni nesillerin de yaşamaması için 38 yıl emek vermiş. Sözlük, Türkçe’yi doğru ve etkin kullanmak isteyen ve metin çalışmaları yapan herkes için kaynak eser niteliğinde [7].
İlhan Hanımefendi ve Yaşar Beyefendi, bir ordunun kazanabileceği büyük zaferleri, tek başlarına; dilimiz, annemizin ak sütü Türkçemiz ve dolayısıyla bizim için, medeniyetimiz için kazanmışlar. Onlara o kadar minnettarız ki kelimelerle ifade etmekte zorlanıyoruz. Bugün belki onları pek takdir eden yok, lakin bu büyük işlerin olumlu sonuçları uzun yıllar sonra görülecek, çünkü kültürel olayların neticesi zaman almaktadır. Bekleyeceğiz, çalışacağız ve inşallah göreceğiz. Şair ne güzel demiş:
“Ruhum benim oldukça bu imanla beraber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler (Süleyman Nazif)”
Bu iki büyük sözlükten önce de ciddi emek sarf edilmiş birçok lügat hazırlanmıştı elbette, lakin yazımız bir tanıtım yazısı değil. Onları da saygıyla selamlayarak ansiklopedimize geçelim isterseniz.
Rahmetli Prof. Dr. Muhammed Hamidullah [8], yazdığı bir mektupta “Bu ansiklopedi, Türklerin İslam’a diğer büyük hizmeti” diyerek işin önemini gerçekten çarpıcı bir cümleyle özetlemiş. (Mektubun aslı ansiklopediyi yayınlayan İSAM’dadır.) TDV İslâm Ansiklopedisi’nden bahsediyorum. www.isam.org.tr’de yer alan cümlelerle tanıyalım bu muhteşem eseri:
“1983 yılında hazırlık çalışmalarına başlanan ve ilk cildi 1988 yılında neşredilen TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA) tamamen telif bir eser olup İslâmî ilimler, İslâm ülkelerinin tarihi, coğrafyası, kültür ve medeniyeti gibi alanları kapsayan madde dizisi orijinaldir. İlgili ilim kurulları tarafından yaklaşık 500 temel kaynaktan taranarak tespit edilen bu liste 15.441 maddeden oluşmakta, bazı maddelerin farklı ilim dallarınca yazılan alt bölümleri de eklenince rakam 16.915’e ulaşmaktadır. Kırk ciltte tamamlanması planlanan ansiklopedimize şimdiye kadar bir kısmı yurt dışından olmak üzere, konusunda uzman 2000’i aşkın yazar madde kaleme almıştır[9].
Ansiklopedimiz, İslâmî ilimlerle İslâm-Türk kültür ve medeniyetine ait kavramları, sahalarında eser vermiş ilim ve sanat erbabını, geçmiş İslâm devletleri ve yöneticilerini, önemli tarihî olayları, dinî ve sosyal hayatta etkili olan akımları, tarihî, ilmî ve kültürel müesseseleri, önemli yerleşim merkezlerini, diğer büyük dinleri, Müslüman olmadığı halde İslâm dini, kültürü ve medeniyeti ile ilgisi bulunan şahsiyetleri madde dizinine dâhil etmiştir.
TDV İslâm Ansiklopedisi ne sadece akademik çalışma yapanları ilgilendiren bir ihtisas kaynağı ne de yalnızca popüler bir eserdir. Ansiklopedide titizlikle uygulanmaya çalışılan temel ilke, bütün maddelerin güvenilir kaynaklara dayanması ve doğru bilgiler ihtiva etmesidir. Bu ilkeden taviz vermemek ve gerek muhteva gerekse bibliyografya açısından akademik seviyede araştırma yapan uzmanların beklentilerini karşılamaya çalışmak şartıyla kültür seviyesi farklı insanların bilgi edinme ihtiyaçları maddelerin yazımı sırasında göz önünde tutulmaktadır.
Maddeler son derece titizlikle hazırlanmakta. İlmi olarak birçok süzgeçten geçtikten sonra, dil bakımından titizlikle inceleniyor. Maddelerde kullanılan dil; temiz, berrak, anlaşılır ama ilmi bir Türkçe. Her bir maddenin sonunda verilen kaynakçalar konuyu daha geniş bir şekilde araştırmak isteyenler için yol gösterici bir mahiyette. Ansiklopedinin yayın organizasyonu da devasa bir çalışma. Altunizade’deki modern bir binada, kitap sayısı 182.000 cildi bulan büyük kütüphanesi ve (mikrofilm, CD, veri tabanlarıyla çağdaş) diğer dokümantasyon çalışmalarıyla; ilim heyeti ve araştırmacılarına tahsis edilen özel odalarıyla, işe verilen önem ve ciddiyet açıkça görülüyor.
Bilim, düşünce, sanat ve kültür ufkumuzda yeni bir Süleymaniye gibi yükselen bu eser, İslam medeniyetinin en önemli hamlelerinden biridir. 20 senedir devam eden bu değerli yayın ve titiz organizasyon, ne kadar övülse azdır. Bundan sonraki iş, okuyuculara, gençlerimize ve aydınlarımıza düşüyor.
Lügatler ve ansiklopediler elbette ki çok değerli. Lakin onlar; temel eserler, alet kitaplarıdır veya deyim yerindeyse bilgi denetleyicisidirler. Sağlam, ciddi, köklü bir taban ve önceki eserlerin anlaşılmasına anahtar oluştururlar. Bundan sonrası tabii ki daha önemli: Bu temelleri edebi ve ilmi eserlerle yükseltmek; sanat eserleriyle süslemek, kültürel çalışmalarla geliştirmek… Medeniyetimizi yeniden üretmek…
Bil Ey Milletim…
Hâlbuki, bizi nereden aldı, nerelere kadar götürdü. Üstad Bediüzzaman hazretlerinin bir cümlesini biraz değiştirelim ve şöyle diyelim mi: Bil ey milletim, bu mübarek kelime İslam…
Medeniyetimizin üç büyük dilinden birisidir Türkçe. Kendini geliştirmiş, büyük devlet dili olmuş; ilim, sanat ve edebiyatta geniş ifade imkânlarına ulaşmış bir uygarlık dilidir. İçinde bulunduğu medeniyetin büyük bir dilidir, içinde bulunduğu coğrafyanın en güzel çiçeklerini bahçesinde toplamış bir dildir, cennet vatanımızın dört mevsimi bir arada yaşattığı gibi dünyanın dört köşesini içermeyi başarmış bir lisandır.
Hâlbuki, onun için medeniyetimizin mübarek bir kelimesidir; Türkçemizin özellikli bir sözcüğüdür. Uygarlığımızın daha nice kelimeleri var; hazineleri, kökleri, dalları ve bin senelik ağaçları var. Ulu sıradağlar misali büyük eserleri, cilt cilt kitapları bulunmakta. Artık mazeretimiz de yok, değerli sözlükler, güçlü ansiklopediler elimizin altında.
Kurtulalım bu sığ sulardan deryalara dalalım artık. Alçaklarda gezmekten bunalmadık mı, dağlara çıkalım artık. Terlemeye, yorulmaya, çalışmaya var mısınız? Okumaya, incelemeye, araştırmaya var mısınız? Anlatmaya, yazmaya, söylemeye var mısınız?
Haydar Hepsev
Mart 2022
/// 8 Haziran 2008’de yucedevlet.com sitemizde yayınlanan bu yazı, Mart 2022’de yeniden gözden geçirilmiştir [‘Türkçemizin Tam Bir Lügati Hâlâ Yok, Maalesef’ başlıklı yazımız, bu konuları desteklemektedir (bkz. http://yucedevlet.com/turkcemizin-tam-bir-lugati-hala-yok-maalesef.html); ayrıca ‘Dilin İmanı ve İmanın Dili’ yazımız da dilin iman vechesine işaret etmektedir (http://yucedevlet.com/dilin-imani-ve-imanin-dili.html).
[1] Keşke dilimizdeki kelimelerin tarihini (yani ilk olarak hangi yer veya yörede, hangi kitapta ve nasıl kullanıldığını) bildiren bir lügat olsaydı da bu kelimenin ne zaman ortaya çıktığını da öğrenebilseydik. Farsçada aynı anlama gelen hâl-ân-ki’den tercüme olan bu kelimenin ilk olarak hangi yüzyıl ve eserde kullanıldığını bu lügatten tespit edebilseydik.
[2] Bu darbeye tamamen karşıydım, hâlâ da öyleyim. Fakat dilimizin ‘ÖzTürkçecilik’ akımına karşı yaptığı bu hamleyi doğru buluyorum.
[3] Dilimizin son iki yüzyılda geçirdiği değişim, ortaya çıkan akımlar ve etkileri hakkında ne yazık ki doğru dürüst bir çalışma bulunmamaktadır. Bu akımlara (en azından son yüzyıla) ilim adamları, ciddi araştırmalar yapsa ne kadar iyi olur…
[4] W. James Redhouse bu kitabı, misyoner Amerikalı teşekküllerin isteği üzerine hazırlamıştır. Batılılar Osmanlı’yı ve Anadolu’yu tanımak istiyorlardı; bunun için çok kapsamlı çalışmalar yaptılar, bu sözlük de onların süreğidir. Osmanlı’yı ve Türkü daha iyi tanımak için elbette daha pratik, içeriği daha geniş bir çalışma yapmak gerekiyordu. Lakin bu çalışmanın sonuçta dilimize iyi bir hizmet olma gibi bir yönü de vardır. Şunu da ilave etmek gerekir ki dilimiz ilk dilbilgisi kitapları da Batılılar (özellikle Fransız ve İngilizler) tarafından hazırlanmıştır. Konu, çok önemlidir; elbette ki daha geniş araştırmalar, tezler ve kitaplarla ortaya konulmalıdır. Üniversitelerimize ve aydınlarımıza diğer önemli konularda olduğu gibi bu konuda da büyük görev düşmektedir.
[5] Şimdiye kadar yazılan lügatler, onların kelime hazineleri, hazırlanma biçimi ve anlayışları hakkında araştırmalar yapılsa ne iyi olurdu. Bu çok da zor değil, çünkü her sözlüğün önsözünde gerekli bilgiler var; yeniden yayınlanan eski lügatlerin başına onunla ilgili ciddi sunuş yazıları konuyor. Yani malzeme hazır sayılır; kanaatimce doktora tezi yapılması gerekli olmayabilir, bir ciddi hazırlanıp hocası tarafından sağlam kontrol edilmiş bir yüksek lisans tezi yeterli olur.
[6] 400’ü eser sahibi toplam 1,000 kişiden 100,000 misal 200’ü aşkın yazarın 350’ye yakın eseri taranmış. Çeşitli sözlüklerde ve kaynaklarda geçen yaklaşık 250 eserden misaller alınıp 800’ü aşkın yazar ve şairden alıntılarla 96,000 açıklamalı kelime, madde başı ve ara madde olarak 61,000 kelimeye yer verilmiştir. Bu kelimelerle oluşturulan yaklaşık 35,000 deyim ve kelime açıklanmıştır. Sözlüğün kısaltılmışının tek cilt olarak yayınlanması da kullanışlılık açısından yararlı olmuştur. Bir heyet tarafından geliştirilen bu sözlük, nette ‘lugatim.com’ adresindedir ve edebiyatımızın seçkin şiir ve nesir örneklerinin verildiği bu eserden biz de çok yararlanmaktayız. Emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.
Bir de mühim bir eser olarak Mustafa Nihat Özön*ün gerektiği kadar bilinmeyen Türkçe-Yabancı Kelimeler Sözlüğü (1962) vardır. Topkapı Sarayı, Osmanlı ve Vakıf vd. arşivlerindeki evrakı, özellikle Rumeli’ye ait belgeleri çözmekte çok yararlıdır. Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ün kaynakları arasında bu eserin de olmasını arzu ederdik. Ayrıca arşivlerdeki evrakın Türkçe kelimeler yönüyle de ele alınmasını (dilimizi seven ve arşivlerin engin malzemenin kültür, edebiyat, sanat ve ilim dünyamıza çok şey kazandıracağını) temenni ediyorum. Ümidimizi yukarıda bahsedilen lügatler ve ansiklopedi yeniden tazeledi, neden daha ilerisini de istemeyelim. (Bu dipnotta konu edilen iki nokta sakın ola ki eleştiri ya da eksik arama olarak telakki edilmesin. Bir hatırlatma varsa daha iyisi olsun diyedir, bir sonraki baskıların daha mükemmel olması içindir.
* Mustafa Nihat Özön (1896-1980), Türk edebiyat tarihçisi, yazar, eğitmen ve çevirmen)
[7] Bu mühim eser de otukensozluk.com adresinde, ilgililerin istifadesine sunulmuştur. Araştırmalarımızda karşımıza çıkan ve arayıp bulduğumuz kelimeleri, Yaşar Bey’e bildirmekteyiz. Kendisi de bunları netteki sözlüğüne eklemektedir.
[8] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002) 20. yüzyılın önde gelen İslâm âlimlerindendir. Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi (madde yazarları: Salih Tuğ, M. Kamil Yaşaroğlu), İstanbul 2005. C.30, s.534-537)
[9] Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) tarafından 1983 yılı sonunda kurulan İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü çalışmalar ilk meyvesini verdi ve TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1. cildi 1988 yılında yayımlandı. Otuz üç yıllık özverili bir çalışmanın ürünü olan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin tamamlanması onuruna 25 Ocak 2014 tarihinde İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen “Yüzyılın İslâm Kültür Hizmeti, Onur ve Hizmet Ödülleri” töreninde ansiklopedi dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ücretsiz olarak internet kullanımına açıldı. TDV İslâm Ansiklopedisi’ni hazırlayan kurum olarak İSAM da 2014 yılı “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri” kapsamında ödüle lâyık görüldü. (bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/hakkinda/kisa-tarihce). Kırk dört ciltte tamamlanan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin bir kısmı yurt dışından olmak üzere, konusunda uzman 2000’i aşkın yazarın maddesi bulunmaktadır. İngilizce ve Arapçaya da çevrilmesi düşünülmektedir.