OSMANLI’NIN ÇÖKÜŞÜ, SEBEPLERİ ve SONRASI
İki Dikkat
Osmanlı’nın yıkılışı çoğunlukla ekonomik sebeplere bağlanmaktadır. Diğer unsurlar göz ardı edilmektedir. Yok sayılmaktadır. Çağımızın yaygın anlayışı olarak ekonominin her şeyi kapsayan bir fenomen olarak kabul edilmesi, bu görüşü haklı çıkarıyor gibi görünüyor. Ayrıca bazı hadiseler; Osmanlı’nın dışarıdan borç almaya mecbur kalacak derecede maliyesinin zaafa uğraması, borçlarını ödeyememesi sebebiyle Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresinin kurulup Osmanlı’yı iliklerine kadar sömüren bir tekel haline gelmesi, halkın yoksulluğu, memur maaşlarının çoğunlukla zamanında ödenememesi, lüksün ve israfın artması vb. gibi gerçekler de bu görüşü büyük ölçüde destekler görünmektedir.
Lakin medeniyet, millet ve tarih açılımlarına bağlı böyle büyük çaplı hadiselerin tek sebebe, bağlanması hatalıdır. Değişik birçok sebep, altyapıdan üstyapıya bütün unsurlar ele alınmalı, dikkatli bir bakışla iç ve dış amiller gözden geçirilmelidir ki sonunda doğru ve sıhhatli bir kanaat oluşabilsin. Burada gözlerden kaçan iki önemli konuya dikkatleri çekmek istiyorum.
Osmanlı’nın çöküşü incelenirken savaş unsuru pek hesaba katılmamaktadır. Koca Ragıp Paşa’nın sadaretindeki (1757–1763) ve Sultan II. Abdülhamid zamanındaki (1876–1908) barış devirleri hariç tutulursa, devlet sürekli savaş ve isyanlarla meşgul olmaya, dışta ve içte sürekli çatışmalara mecbur edilmiştir.
Tabiidir ki, sonuçta bunca savaş ve gaileler mali imkân ve kaynakların neredeyse tamamına yakınının harcanmasına, iktisadiyatın iyice zayıflatılmasına amil olmuş, bozulan iç düzen ve denge ekonominin bir kat daha kötüye gitmesine sebep olmuştur. Ayrıca savaşların doğurduğu moral bozukluğu ve kötümserlik, düşüşü devam ettiren başlıca sebeplerdendir.
Ayrıca, hanedan (monarşi) ile yönetildiği halde Osmanlı idaresinde devam fikri ve uygulaması kaim olması gerekirken son yüzyılda bir istikrarsızlık vardır. Meselâ; Abdülmecid’in cülusu (1839) ile Sultan Mehmed Reşad’ın tahta çıkışı (1909) arasındaki 70 yılda Sadaret (Başbakanlık) makamına 33 kişi 65 defa, Seraskerlik (Başkumandanlık) vazifesine 32 kişi 59 defa ve Hariciye Nezaretine (Dışişleri Bakanlığı) 22 kişi 50 kez atanmışlardır. (Abdurrahman Şeref Efendi, Tarih Muhasebeleri, Ankara, 1985, Kültür ve Turizm Bak. Yay, s. 210). Devletin en önemli kademelerindeki bu sürekli istikrarsızlığın yol açtığı ve sebep olduğu düzensizlik açıkça bellidir.
Bunun yanı sıra, bir de Osmanlı’da devlet geleneğimize tam ters bir tutum olarak, Rusya ve Avusturya saraylarının da etkisiyle bir tür aristokratik-bürokratik hanedanlar oluşmuş ve Batı devletlerinin (İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya’nın) içimizdeki temsilcisi rolünde, bunların görüş ve çıkarları doğrultusunda hareket edip politika belirleyen devlet adamları ortaya çıkmıştır. (Mustafa Reşid Paşa ve taraftarları İngiltere, Mehmed Ali Paşa Fransa ve Mahmud Nedim Paşa ise Rusya’ya olan yakınlıklarını, burada, hatırlatmakta fayda vardır. Batılı tarihçiler, bu grupları yakın oldukları devletlere izafeten İngiliz, Fransız, Rus partisi olarak adlandırmışlardır.) Bu grupların (hiziplerin, partilerin) kendi aralarında mevki ve çıkar çatışmaları vardır; Batılı devletlerin birbirleriyle olan menfaat kavgaları da bu gruplara yansıması da eklenirse, iktidarsızlığın sebebi iyice anlaşılmış olur. 1800’lerin sonunda durum buydu.
Geçen yüzyılda Rusya, Osmanlıya karşı hırsını erken açığa vurmuştu. O zamanın süper devleti İngiltere elbette bunu kabul edemezdi. Bu da o zaman için İslam âleminin bir nevi şansı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere giderek güçlenip kendine ve hırslarına rakip olan Almanya ile kapışmış ise de, bu harbin asıl sonucu Osmanlı Devletini yok edilmesi olmuştur. Bu menfaat ve paylaşım savaşı İkinci Dünya Savaşı olarak tekrarlanmış, bu arada başsız, umutsuz ve bölük pörçük edilmiş İslam âlemi biraz nefes almış, hiç olmazsa siyasi istiklallerini elde etmişlerdir. 1900’lerin ortasında ise dünya ikiye bölünmüş olarak görünmektedir: Kapitalist ve komünist bloklar. Bunların patronları kendilerini “süper güçler” olarak kabul ettirip dünyaya hâkim oldular. Aralarındaki rekabet bu ikisini politika, teknoloji ve ideoloji bakımlarından müracaat kaynağı haline getirdi. Amerika ile Rusya arasında soğuk savaşın İslam âlemini bir parça rahat tuttuğunu söyleyebiliriz.
Her iki dünya savaşından da, enteresan bir biçimde (savaşlara son anlarda katılıp en az zararla en çok kâr elde eden ve) güçlü çıkan Amerika olmuştur. ABD kendi yönetim sistemini, demokrasiyi, bütün dünya ülkelerine empoze etmiş ve ekonomik gücünü (hatta parasını) uluslar arası ticarette kabul ettirmiştir. (Rusya’da komünist rejim varken bile ihracatta doları kullanmıştır.) 1990’da soğuk savaşı ABD kazanınca Rusya rekabetten çekilmiş ve İslam, yeniden tek hedef olmuştur
Devlet Nefsi ve Toplum Enaniyeti
Bu hazin olaylar bir bakıma tabii değildir. Batının bilinçle uzun asırlar boyu bir dizi hamle, bir sürü hazırlanışı sonunda yaptığı, bir nevi oluşturduğu bir neticedir, bu. Batı her türlü imkânı araştırmış, İslam medeniyetini oluşturan bütün birim, özellik ve yapıyı tetkik ederek çöküşü doğuracak bütün alanlarda tahribat yapmış, askerinden misyonerine, elçisinden tüccarına, gazetecisine kadar bütün elemanlarını bu işte kullanmıştır. Biz de fırsat ve imkân vermişiz Batıya. Bir taraftan da Batı ısrarlı çaba, hamle ve hücumlarıyla bizde uyuyan, sürekli dizgin altında tutulan zayıf bir yeri keşfedip, gediği ve girişi açmıştır.
Sadece dış sebebin bilmeye ve açıklamaya yetmeyeceği aşikârdır. Ruh sağlığımızı, kuvvetli iç hayatımızı ve toplum yapımızı muhafaza edemediğimizden, şimdi kendimizi sorgulama durumundayız. Düşman da dıştan içe girerek, bizimle sürekli yan yana ve beraber olma özelliğini kazanmıştır. Evet, bir iç sebebi, devamlı hesaba alma ve katma durumundayız. Batının içimizde nerede ma’kes bulduğu sualine cevap veremeyiz, çünkü.
Ecdadımız ferah bakıyordu, Batı’ya. Kendilerini her sahada gerçekleştirmişler, medeniyetin kemal manada neredeyse bütün açılımlarında üstün pozisyonlara erişmişlerdi. Şimdi durumumuz başka. Medeniyetimiz yıkılmış, toplum yapımız berhava edilmiş. Sürekli yendiğimiz ve galip olduğumuz düşmana karşı, şimdi mağlup ve sömürülen bir vaziyetteyiz.
Asırlardır içte var olan ve sürekli günaha yönelmek isteyen devlet nefsi ve toplum enaniyetinin tezahürü değil miydi, Batı’ya körü körüne yöneliş hatamız? “Bir de onu tatsan, bir defacık denesen ne çıkar” aldatmacasının üst planda yaşanışı değil miydi, bir daha önü alınamayacak olan. Ve uçurumlardan uçurumlara düşüşümüz; kırk satırın da kırk katırın da cezasına çarptırılışımız.
* Bu yazı, Haydar Hepsev’in Söz (İstanbul1991, s.12-20); Aralık 2007’de gözden geçirilerek Medeniyet Millet Devlet Birlik (Yüce Devlet Dergisi ve Yayınevi, İstanbul 2010, s. 28-31) kitaplarında yayınlanmıştır.