ELMALILI HAMDİ YAZIR’IN [1] SON DEVRİN EN MÜHİM KUR’AN TEFSİRİ HAK DİNİ KUR’AN DİLİ’NDE GEÇEN ‘İKAAN’ KELİMESİ ÜZERİNE
Metnin Aslının Çeviriyazısı
“Îqân [2], yaqîn sâhibi olmaktır. Îqân, istîqân, teyaqqun, yaqîn hepsi bir ma’nâya gelir. Yaqîn, vâqı’a mutâbıq ve herhangi bir teşkîk ile zâil olmayacak sûrette şekk ve şüpheden ‘ârî olan sâbit ve câzim bir i’tiqâd demektir. Ta’bîr-i âharla yaqîn, şekk ve şüphe bulunmayan ‘ilm-i mutqan, rayb karışmayan ‘ilim, naqzına ihtimâl bulunmayan ‘ilimdir. Ma’amâfîh yalnız cezm-i qalbî ma’nâsına da yaqîn ıtlâq edildiği vardır. Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ileride, şüphe edilmez, bu böyledir. Başka türlü olmak mümteni’, bu böyledir. Bunun üçüne de yaqîn denir. Fakat asıl yaqîn ikinci ve üçüncüdür; yani birinci ta’rîftir.
‘İlm-i İlâhî’ye yaqîn ıtlâq edilmez. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye tevqîfîdir. Kitâb ve Sünnet’te ise ‘ilmullâha yaqîn ıtlâqı görülmemiştir. İkincisi, yaqîn ve îqân, şekk ve şüphe şânından olanlar hakkında kullanılır. Bunun için ‘ulûm-ı zarûriyeye ya’nî huzûrî olan bedîhîyâta, bedîhîyât-ı evveliyeye yaqîn denilemeyeceğine zâhib olanlar bile vardır. Yaqînde matlûb olan, vâqı’a mutâbaqat ve ‘dem-i raybdir. Fakat bu vâkı’ın zarûrî olması değil ancak vakî’ olması şartdır. Binâen’aleyh müşâhedât, mücerrebât, mütevâtirât ve istidlâlât-ı sahîha dahi yâqîn ifâde ederler. Bazı Garb feylesoflarının iddi’â ettikleri gibi yâqîn yalnız ‘ilm-i zarûrî ve huzûrî demek değildir.
Yâqînin merâtibi vardır. Meselâ riyâziyât, istintâcât-ı mantıqıye yâqînî ve zarûrî olduğu gibi ‘ulûm-ı ‘âdiye ve mücerrebe, ulûm-ı tabî’iye miyânında kimya ve fizik ilimleri zarûrî olmayarak yâqînîdirler. Ancak bunların vâk’ıât-ı mücerrebesinden istidlâlât-ı fâside ile intâc edilen nazariyât ve farziyâtın hepsi yâqînî değildir. Kezâlik ‘ilm-i hayât, tıb ve emsâli henüz yâqînî değildir. Bu esbaba mebni tayyâreleri yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkün değil midir… Mümkün olmasa idi vücûda gelmezdi. Allâh te’âlâ onları evvelen ve bizzât ve sonra maddeleri, tohumları vasıtasıyla yarattığı gibi bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapılabileceğine dâir numûneler de gösterdiğini Qur’ân haber de veriyor. “ve iz tahluqu mine-t-tîni ke-hey’eti-t-tayri fe-tenfuhu fîhi fe-yekûnu tayran bi-iznî…[3]” Bunun için ‘ulûm ve funûn-i tabî’iyye bizim qudretullâh hakkındaki yaqînimizi ve imkân-ı zâtî husûsundaki vüs’at-i îmânımızı yıkacak değil, taqviye edip tevsî’ edecek delâil telaqqî edilmek lâzım gelir. Fenleri kendi hudûdları dâhilinde ta’qîb ve teraqqî ettirmeliyiz. Fakat onlara inanırken hiçbir zaman qudretullahı tükettik, dünyâ ve âhireti bitirdik ve âhireti bitirdik zannetmemeliyiz, yaqîniyyât-ı ‘â’diyyeye yaqîniyyât-ı zarûriyyeyi fedâ eylememeliyiz. Biz var isek bizim ‘ilmimiz var ise Allah te’âla ve onun ‘ilm ve qudreti daha evvel var. Bugünkü ‘âlem-i şehâdet var ise yarınki ‘âlem-i gayb de bi-t-tab’i var.
Bugün olmayanlar yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, ye’s-i küllîye düşmemek istiyorsak hiç bir hâdisenin yıkamayacağı, hiçbir teşkîkin izâle edemeyeceği en haqq ve en küllî esâslara îmân etmeliyiz ki dâire-i yaqînimiz daralmasın, ‘ilm ve fenni boğmayalım, sâha-i imkânı kısaltmayalım. Mümküne muhâl demeyelim, hayr yerine şerre koşmayalım. Muhâl zannettiklerimizin imkânını, hatta vuqû’unu gördüğümüz zaman perîşân oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı bi-iznillâh çıkar, hayât yapılır mı bi-iznillâh yapılır. Göklere çıkılır mı bi-iznillâh çıkılır. Kabirde suâl sorulur mu bi-iznillâh sorulur. Ölen dirilir mi bi-iznillâh dirilir. Lakin iki kere iki tek olur mu olmaz. Cüz’ küllünden büyük olur mu olmaz, ma’lûl ‘illetini geçer mi geçmez, insan bizzat hâlık ve bizzat ma’but olabilir mi olamaz. O Allâh’ın izniyle kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur yine kuldur. Bütün imkânlar kudretullâhtadır. Ve istiqbâl dediğimiz zaman nâ-mütenâhîdir. Ve o nâ-mütenâhîde bizim nice serencâmımız ve mes’uliyetlerimiz olacaktır. Ve işte Hazret-i Muhammed (sallalâhu ‘aleyhi ve sellem) bize mutlak olan bu îmân-ı küllîyi bu aqîde-i tevhîdi ve buna göre ‘amel-i sâlihi ta’lîm için ba’s buyrulmuştur. Ona îmân edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn sahibi olurlar.” (Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili Türkçe Tefsir, Diyanet İşleri Riyâseti yay., İstanbul 1935, c. 1, s.201-202 ve Hak Dili Kuran Dini, Eser Kitabevi, İstanbul 1971, s.201-203)
***
SADELEŞTİRME ve AÇIKLAMALAR
İkaan, kesin bilgi sâhibi olmaktır; ‘îkaan, istîkaan, teyakkun, yakîn’ kelimeleri aynı köktendir ve hepsi bir manaya gelir. Yakîn, geçmişte olan ve sürekli olagelen olaylara uygun olan ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şüpheden uzak olan sabit, kararlı ve sağlam bir itikad (inanç) demektir. Diğer bir deyimle, yakîn, şüphe bulunmayan ‘yakîn ilmiʼ, içine şüphe karışmayan ilim, çözülüp kırılma ihtimali bulunmayan ilimdir. Bununla beraber yalnız kalben kesin ve açık bir bilgi manasına da ‘yakîn’ adlandırıldığı vardır. “a) Şu anda şüphem yok ki bu böyledir; b) şimdi ve ileride, şüphe edilmez, bu böyledir; c) başka türlü olmak ihtimali yok, bu böyledir.” Bunun üçüne de yakîn denir; fakat asıl yakîn ikinci ve üçüncüdür; yani birinci tariftir.
İlâhî ilme, yakîn denilmez, bunun iki sebebi vardır; birincisi, esma ve İlâhî sıfatlar, tevkîfîdir [4]. Kitâb ve Sünnet’te ise Allah’ın ilmine, yakîn denilmemiştir. İkincisi, îkaan ve yakîn, şekk ve şüphe ihtimali olanlar hakkında kullanılır. Bunun için zaruri ilimlere, yani hazır ve açık olan bedîhîyâta [5], evvele (yani ilk olanlara) yakîn denilemeyeceğini düşünenler de vardır. Yakînde istenilen, geçmişte olan ve sürekli olagelen olaylara uygun olmak ve şüpheden kaçınmaktır. Fakat bu olan ve olagelenlerin zaruri olması değil, ancak vaki olması şarttır. Bununla beraber gözle görülüp gözlemlenen, tecrübe edilen, mütevatir olan (yani yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda insanın aktardığı bilgi) ve sağlıklı istidlale (yani delil, belge veya verilere dayanarak sonuç çıkarıp akıl yürütmeye de yakin derler. Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi, yakîn yalnız zaruri ilim [6] ve huzuri ilim [7] demek değildir.
Nitekim peygamberlerin ellerinde yapılabileceğine dair numuneler de gösterdiği Kur’an, (meali yukarıda verilen) Mâide suresi, 110. ayette haber vermiştir [8]. Bunun için ilimler ve fenler, bizim Allah’ın kudreti hakkındaki yakînimizi ve zatı hakkındaki imanımızı yıkacak değil, takviye edip genişletecek olan deliller kabul edilmelidir.
Fenleri kendi sınırları içinde takip edip ilerletmeliyiz. Fakat onlara inanırken hiçbir zaman Allah’ın kudretini tükettik, dünya ve ahireti bitirdik zannetmemeliyiz. Âdeti yani yapıla yapıla alışılmış olanları, zaruri olan yakîne fedâ eylememeliyiz. Biz var isek, bizim âlemimiz var ise Allah teala ve onun ilim ve kudreti daha evveldir. Bugünkü şehadet âlemi [9] var ise yarınki gayb âlemi (görünmeyen âlem) tabii ki var. Bugün olmayanlar yarın olur; bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak hiç şaşmamak, ümitsizliğe düşmemek istiyorsak hiç bir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüphenin gideremeyeceği en hak ve en küll (bütüncül) esaslara iman etmeliyiz ki yakîn dairemiz daralmasın.
İlim ve fenni boğmayalım, imkân sahasını kısaltmayalım. Mümküne (olabilir) olan muhal [10] demeyelim. Hayr (iyilik) yerine şerre (kötülüğe) koşmayalım. (O zaman) muhal zannettiklerimizin imkânını, hatta vaki olduğunu gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı Allah tealanın izni ile çıkar, hayat sahibi olur mu Allah tealanın izniyle olur… Göklere çıkılır mı tabii ki Allah tealanın izni çıkılır… Kabirde sual sorulur mu Allah tealanın izni sorulur… Ölen dirilir mi Allah tealanın izni dirilir… Lakin iki kere iki tek olur mu olmaz… Parça bütünden büyük olur mu olmaz, olaylar sebepleri geçer mi geçmez…
İnsan bizzat hâlık (yaratıcı) ve bizzat mabut (kendisine ibadet edilen) olabilir mi olamaz. İnsan Allah tealanın izniyle kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur yine kuldur.
Bütün imkânlar Allah tealadadır. Ve gelecek zaman, sonsuzdur. Ve o gelecek zamanda bizim başımıza gelecek nice olaylar ve sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazret-i Muhammed (sallalâhu aleyhi ve sellem) bize mutlak olan bu külli (bütüncül) imanı, bu tevhid akidesini ve buna göre salih amelleri öğretmek için gönderilmiştir. Ona inananlar hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn sahibi olurlar.
Haziran 2022
Metni tespit, sadeleştirme ve açıklamalar Haydar Hepsev, Hayrettin Meral, A. Ragıp Akay, Cihat Top tarafından yapılmıştır.
000000000000
EKLER:
A- Kerim Kitabımızın Tekâsür suresinin 5. ayetinde “Vazgeçin. Sizin anladığınız gibi değil, eğer yakın bir bilgi ile bilecek olsa idiniz. (öyle yapmazdınız). (Ömer Nasuhi Bilmen meali)” buyurulmaktadır.
İlme-l-yakîn, ‘kesin bir bilgi, bir şeyi gerçek haliyle idrak etmek’; ilim kelimesi de ‘gerçeğe uygun kesin bilgi’ anlamındadır. İlme-l-yakîn, kesinlik açısından ilk basamakta bulunan doğru bilgiyi ifade eden bir tabirdir ve ‘kesin olan aklî ve naklî delillerin ifade ettiği bilgi’ diye de tanımlanabilir. Ayne-l-yakîn, ‘gözle görerek bilmek’, hakka-l-yakîn de ‘her şeyi ile bilmek, vakıf olmak’ anlamlarına gelirler.
Mesela, uzakta bir duman görünce orada bir ateş olduğunu anlarsınız, bu ilme-l-yakîndir, yaklaşıp gözle görürsünüz, bu ayne-l-yakîndir, elinizi uzatıp ateşle ısınırsınız bu da hakka-l-yakîndir. Her üç bilgi derecesi de gerçeğe uygunluk niteliği taşır ve bunların ifade ettikleri bilgilerin objektif mahiyeti açısından bir fark bulunmadığını, ancak insanda oluşması yönünden değişiklik arz ettiğini söylenebilir.
B– ‘Kerim kitabımızın Bakara suresinin 120. Ayetinde bize bildiriliyor ki İbrahim (aleyhisselam.) öldükten sonra dirilmeyi merak etmişti, bunun üzerine ‘Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti. Rabbi ona ‘Yoksa inanmadın mı’ dedi. İbrahim ‘Hayır, inandım. Fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim)’ dedi. Bunun üzerine Allah ‘Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azizdir, hakîmdir’ buyurdu.”
Rivayete göre Allah teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm) a, yakaladığı dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara ayırmasını emretti. Sonra başlarını yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. Bu kuşlar tavus, horoz, karga ve kartal idi. Bunların her birini dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları ‘Allah’ın izniyle bana gelin’ diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup bir cüsse teşkil edip kendilerine ait başlarla birleşerek eski hâllerini aldığını gördü. Ve böylece yakîni arttı.
C– Büreyde (radiyallahu anhumâ) babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bir adam, Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretlerine geldi ve dedi ki: Ey Allah’ın Rasulü, bana öyle bir şey öğret ki onunla yakînimi arttırayım. Bunun üzerine Rasulullah, ‘Şu ağacı çağır’ buyurdu. Adam ağacı çağırdı, ağaç da gelip Rasulullah’a selam verdi. Sonra Rasulullah ağaca ‘Yerine dön’ dedi. Ardında da adama izin verdi. Adam da Rasulullah’ın başını ve ayaklarını öptü. (Hakîm, el-Müstedrek4/19, nr.7326)
***
Notlar:
[1] Elmalılı Muhammed Hamdi (1878-1942); Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devrin büyük âlimlerindendir. Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğmuştur. Aslen Burdur’un Gölhisar ilçesine bağlı Yazır köyünden olan babası Numan Efendi, Elmalı Şer‘iyye Mahkemesi’nde başkâtiplik yapmıştır. Dedeleri, ilmiye sınıfına mensuptular. İlk ve orta öğreniminin yanı sıra hafızlığını, Elmalı’da tamamlayan Hamdi Efendi, tahsiline devam etmek üzere, dayısı Mustafa Efendi ile birlikte İstanbul’a gitti ve Küçük Ayasofya Medresesi’ne yerleşti (1895). Beyazıt Camii’ndeki derslerine devam ettiği, Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den icazet almıştır. Bundan sonra hocası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlandı; yazılarında da bu imzayı kullandı. Soyadı kanunu çıkınca babasının köyünün ismini Yazır’ı soyadı olarak aldıysa da, daha çok doğum yerine nispetle ‘Elmalılı’ diye meşhur oldu. Tahsili esnasında Bakkal Arif Efendi ile Sami Efendi’nin hat derslerine devam ederek onlardan da icazet aldı. 1904 yılında girdiği ruûs imtihanını* kazandı. Bu sırada devam ettiği Mekteb-i Nüvvâb’ı (kadı vekilliğ) birincilikle bitirdi. Bir taraftan da kendi gayretiyle edebiyat, felsefe ve mûsiki öğrendi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Yusuf Şevki Yavuz), İstanbul 1995, c.11, s.57-62; https://islamansiklopedisi.org.tr/elmalili-muhammed-hamdi (*Ruûs imtihanı, Osmanlılarda üst bürokrasi hariç bütün devlet görevlileri ile hazine ve evkaftan aylık alanlar için bir göreve başlayabilmek için zorunlu olarak girilen sınava denilir.)]
[2] Îqân: Arapça ‘yaqîn’ kelimesinden gelir ve ‘bir şeyi kesinlikle bilme, şüphe götürmeyecek şekilde bilme; inanma’ demektir.
[3] “Allah o günde şöyle buyuracak: «Ey Meryem oğlu İsa, sana ve anana olan nimetimi düşün; hani seni Cebrail ile destekledim, insanlarla hem beşikte hem de yetişkin iken konuşuyordun; sana yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat´ı ve İncil´i öğrettim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş biçiminde birşey yapıyordun, içine üflüyordun da Benim iznim ile bir kuş oluveriyordu; anadan doğma körü ve abraşlıyı Benim iznimle iyi ediyordun; hani ölüleri Benim iznimle diriltiyordun ve hani İsrailoğullarına açık delillerle geldiğinde, onlardan inkâr edenler: «Bu apaçık bir büyüden başka birşey değildir.» demişlerdi de, seni onlardan kurtarmıştım. (Mâide suresi, 110. ayet; sadeleştirilmiş Elmalılı Hamdi Yazır meali)
[4] İslâmiyet’in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan Allah teâlânın isimleridir Bunlar tevkîfîdir, şerîatin bildirdiği isimlerdir. Bunlardan başka isimler ile onu zikretmeye, İslâmiyet, izin vermemiştir.
[5] Delil ve ispat gerektirmeyen, ispata ihtiyaç göstermeyecek kadar apaçık olma durumu.
[6] İslâm mantıkçılarına göre bilgilerimiz, zihinde ya herhangi bir fikrî ve amelî çaba harcamak suretiyle veya böyle bir çaba göstermeksizin kendiliğinden meydana gelir. Bunlardan ilkine nazarî (düşünerek kazanılan bilgi), ikincisine de bedîhî veya zarûrî bilgi denir.
[7] Huzuri ilim, bir şeyi, zihinde onun görüntüsü meydana gelmeksizin bilmek demektir ve başta ana babalardan, hayatta ise öğrenme yeteneğiyle, süreçte ise varlıklardaki her türlü öğrenim ve eğitim sonucu olarak edindiğimiz nakli bilgiye denir. Bu bilgi dahi Hakk’tandır çünkü Hakk ile biliriz.
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretleri de, huzuri ilim hakkında şöyle demiştir: “Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin şeklinin görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat huzuri ilimde durum böyle değildir, insan kendisini huzuri ilim ile bilir. Çünkü kendisi, zaten zihninde vardır.”
[8] Allah teala, Peygamberlere mucizeler vermiştir. Nitekim bu ayette geçen “… insanlarla hem beşikte hem de yetişkin iken konuşuyordun; sana yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat´ı ve İncil´i öğrettim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş biçiminde bir şey yapıyordun, içine üflüyordun da Benim iznim ile bir kuş oluveriyordu; anadan doğma körü ve abraşlıyı Benim iznimle iyi ediyordun; hani ölüleri Benim iznimle diriltiyordun …” ibareleri, peygamberlerin elinde neler yapılabileceği hakkındaki örneklerden birkaçıdır. Allah teala, veli kullarına da kerametler vermiştir, İnsanlar buna tanık olmakta ve hayran kalmaktadır, lakin mucize de keramet de ancak Allah tealanın izni ve iradesiyle gerçekleşir.
[9] Duyularla idrak edilen varlıklar dünyası.
[10] Muhalin sözlük anlamı ‘olması, gerçekleşmesi mümkün olmayan’ demektir. Felsefede ise ‘anlaşılması mümkün olamayan; anlamsız’ manasına kullanılır.