Risâle-i Yiğitbaşı (Çeviri yazı)
el-Faslu-s-Sâminu fî Beyâni-r-Rûhi ve-n-Nefsi ve-l-Ervâhi ve-n-Nüfûsi.
Sekizinci Fasıl
Ruh, Nefs ve Ruhlar, Nefsler Hakkında
Her insân içün rûhun ve nefsin aqsâmı, Rûh ve Nefs demekle iki kısma münqasem oldu. ‘Ulvî ve Süflî ve İzâfî demekle üçe münqasem oldu. Rûh-ı Cismânî ve Nefs-i Cismânî, Rûh-ı ‘Ulvî ve Nefs-i ‘Ulvî, Rûh-ı İzâfî ve Nefs-i İzâfî dimekle altı kısma münqasem oldu. Ammâ quvâlarının a’dâdı nâ-ma’lûmdur. “Nihâyet ‘ulvînin de ve süflînin de quvâlarının a’dâdı berâberdir ve cümle eşyânın a’dâdıncadır” dimişler. Meselâ Haqq’un celâlî esmâsına nefs içün ‘illet-i quvâ dinür; ammâ envâr-ı nefs içün mâdde-i quvâ dinür. Ve ammâ asl-ı ‘illet-i nefs Haqq’un “lâ” kelâmıdır ve asl-ı mâdde-i nefs bu “lâ” kelâmınun nûrıdur ve ol mâddeler bu mâddeye, mâdde-i quvâlardur. Ammâ cemâl esmâsına rûh içün ‘illet-i quvâ dinür, ammâ envârına rûh içün mâdde-i quvâ dinür, ammâ asl-ı mâdde-i rûh Haqq’un “illâ” kelâmıdur ve aslı-ı mâdde-i rûh bu “illâ” kelâmının nûrıdur ve ol mâddeler bu mâddeye, madde-i quvâlarıdır. Ammâ asl-ı ‘illet-i câmi ve ‘illet-i qavî’ ve ‘illet-i ism-i a’zâm Haqq’un “lâ” kelâmıyla “illâ” kelâmının nûr-ı vahdetidür ve cümle esmânun envârı bu câmi’a mâdde-i quvâlardur. Zîrâ Haqq’un celâlî esmâsıyla cemâlî esmâsının mâ beyn-i zıddıyetinden “lâ” kelâmıyla “illâ” kelâmının mâ beyn-i zıddıyeti qavîdir. Ya’nî nihâyeti ihtilâfdadur, bu bî-nihâye zıddiyetün vahdeti, cemî’-i esmânun zıddiyetini quvâ idinüp ve envârını cem’ idüp nûr-ı vâhid ve vücûd-ı vâhid kılmaga hikmet budur ve nûr-ı câmi’ dimekde hikmet budur. Ammâ ‘ulvî ve süflî kim zikr olundu, rûhiyyete ve nefsiyyete câmi’likde ikisi de berâberdir. Zîrâ ikisi de bu nûr-ı câmi’den mahlûqdur. Nihâyet-i süfliye, süflîlik ‘anâsırdan ‘ârazdır. Ammâ ‘ulvîye ekseriyâ Rûh-ı ‘Ulvî dinür, ‘ulvîde kaldığıyçün. Ammâ bu ‘ulvî kaçan muqaddes olsa Rûh-ı İnsânî denir; Rûh-ı ‘Ulvî ve Nefs-i ‘Ulvî de dinür, celâle ve cemâle müte’alliq olan quvâlarınun vâqı’a ta’bîrinde ma’nâlarını beyân içün. Ammâ süflîye ekseriyâ nefs denir, süflîde kaldığıyçün. Ammâ letâfetini beyân (için) her bârı süflî vücûdınun kesâfeti letâfete tebdîl oldukça bir isim dahi zamm olunur. Meselâ Nefs-i Emmâre ve Nefs-i Levvâme ve Nefs-i Mülhime ve Nefs-i Mutma’inne ve Nefs-i Râdiyye ve Nefs-i Mardiyye ve Nefs-i Sâfiye dinür. Bir nefs mahalline göre bir isimle tesmiye olunur. Zîrâ quvâlarınun aqbah muqtezâları, ahsene tebdîlâtla Mutma’inne’ye var(ır)sa Nefs-i İnsânî dinür. Ammâ Rûh-ı Cismânî ve Nefs-i Cismânî de dinür. Celâle ve cemâle müe’alliq olan süflî quvâlarınun vâqı’ada ta’birâtı beyânıyçün ve eczâ-i asliyye de dinür, haşre mebnî olduğuyçün. Ammâ Rûh-ı ‘Ulvî bunun gayrıdır. Meselâ Rûh-ı ‘Ulvî’nün Hâliq kelâmına mazhariyyeti dâ’imdir, bir ân ve bir sâ’at münfek olmaz. İnsânın bedenini ihyâ eden bu kelâmın feyzidir ve bu feyze Emr-i Rabbânî ve Rûh-ı Rabbânî ve Rûh-ı İzâfî ve Nefs-i İzâfî dahi dinür. Gayr-ı mahlûq olan rûh, bu feyz(den)dir ve eczâ-yı asliyyeye bu feyz dâ’imdir. Ammâ celâl esmâsından gelen kelâmî füyûzına nüfûs-ı izâfîler dinür ve cemâl esmâsından gelen kelâm füyûzına ervâh-ı izâfîler dinür. Ammâ asl-ı câmi’ olan izâfî, Haqq’un tevhîd kelâmından gelen feyzdir, ol hem Rûh-ı İzâfîdir ve hem Nefs-i İzâfî’dir; sâ’ir izâfîler buna Quvâlardır. Ammâ bu Rûh-ı ‘Ulvî her insânın muqâbelesinde olur ve her nefes ki virür, ana virür ve her nefes ki alur, andan alur. Bu rûh-ı ‘Ulvînin akbah olması ve ahsen olması quvâ-yı nefsânîleri quvâ-yı rûhânîleri birbirine gâlib ve maglûb olmaları ve imtizâc etmeleri ve Haqq’un envâ’ıyla kelâmına lâyık ve mazhar olması insânun ihtiyâr-ı cüz’isiyle bu rûha nefes virmesinden olur. Ammâ eczâ-yı asliyyenin akbah olması ve ahsen olması quvâ-yı rûhânîleri ve quvâ-yı nefsânîleri birbirlerine gâlib ve maglûb olmaları ve imtizâc etmeleri ve envâ’ıyla sûretde haşr olması ve sâlih ve ‘âsî olması ve kâfir olması ve mü’min olması ve veled-i qalb olması ve sülûk etmesi ve muqarreb olması ve ehlullâh olması, Rûh-ı ‘Ulvî’den nefes aldugınca Haqq kelâmından gelen feyzün envâ’ından olur. Ammâ “lâ” kelâmı feyzi yeksân olmakdan Haqq saklaya. Ammâ ihtiyâr-ı cüz’î Nefs-i Beşer’ündür ki ‘Aql-ı beşer ve ‘Aql-ı ma’âş anun sıfatıdır. Bu nefs haşr olmaz ve âhirete bile gitmez. Ammâ bundan alınan hâssa eğer hatâ ve eğer sevâb bile gider. Ya’nî eczâ-yı asliyye, bu dünyâda lezzâtı ve elemleri ve cehenneme ve cennete lâyıq olmaları bu nefs-i beşerden öğrenir ve tahsîl ider. Ammâ Nefs-i Ma’âd eczâ-yı asliyyedir ki ‘Aql-ı Ma’âd merâtible bu nefsin sıfatıdur. Kaçan bu nefs-i ma’âd ol beşeriyye evsâfından aldugı hâssiyeti temyîze irgürse ‘Aql-ı Ma’âdı da temyîze irer; adgâsdan ve ahlâmdan arınup hâtırâsında ve rü’yesinde temyîze irer. Bu temyîzün mukaddemât-ı beyânı budur ki meselâ ba’zılar “nefsün mâddesi “lâ” kelâmı nûrındandur, muqtezâsı basît-i inkârdır” diyüp kâfir nefs-i basît dimeği câ’iz görmişler. Ammâ ba’zılar “celâl esmâları envârı bu “lâ” kelâmı nûrıyla mürekkeb-i ma’nevî olduğı sebebden basît-i inkârı münkirdür” diyüp şaqî dimeği câ’iz görmişler. “Zîrâ nefs, celâl esmâlarıyla Allâh’ı zâkirdür ve muqırdur ve celâlinden umucıdur ve havfı da vardur” diyüp şaqî dimeği anun içün câ’iz görmişler. Ve ba’zılar da “rûhun mâddesi “illâ” kelâmı nûrındandur, muktezâsı basît iqrârdur” diyüp basît mü’min dimeği câ’iz görmişler. Ammâ ba’zılar cemâl esmâları envârı bu “illâ” kelâmı nûrıyla mürekkeb-i ma’nevî olduğı sebebden basît mü’minliği münkirdür” diyüp sa’îd dimeği câ’iz görmişler. “Zîrâ rûh, cemâl esmâlarıyla Allâh’ı zâkirdür ve muqırdur ve cemâlinden umucıdur ve cemâl hizmetine mutî’dür” diyüp sa’îd dimeği anun içün câ’iz görmişler. Ammâ ba’zılar rûh ayru nefs ayru değil ki bunlara nicesine kâfir veyâ nicesine mü’min veyâ nicesine şaqî veyâ nicesine sa’îd dirler. Belki bunlar qudret kenzinde nûr-ı câmi’-i vâhiddür ki mürekkeb-i ma’nevîlerdür. Zikr olunan sıfatlar bu nûrda ma’nen münkesirlerdür. Nihâyet ol esmâlar bu nûrda bi-l-kuvvedür. Ya’nî bu nûr bir qâbil-i mâddedür ki cümle esmâ bu maddeye ‘illetdür. Ammâ Haqq’un “Lâ ilâhe illallah ve lâ ilâhe illâ hû” didüği kelâmı ‘illet-i qavîdür ki bu cümle envârı nûr-ı vâhid kılmışdur. Bu kelâm insân sûretini anun içün muqtezîdür. Bu mâddeden Haqq, her âdem içün birer sûret halq eyledi. Bu suretlere haqâyık-ı insân dinildi ve cümle qâbiliyyetde câmi’liği cihetinden her birine kâfir dimek ve mü’min dimek ve şaqî dimek ve sa’îd dimek ve cümle eşyânun isimleriyle tesmiye eylemek câ’iz oldı. Ba’zı isimler bunlara ‘âr geldüği sebebden “Elestü” su’âline imtihân olundılar. Cümlesi de “Belî” diyüp tevhîd ile cevâb viricek Hak’dan hitâb olundu ki “Bu cevâbınuz size ‘illiyet-i kavînüz kuvvetiyledir” didi ve “Cümle esmâsında ‘illetdir ve sizler de cümle esmânun muqtezâları bi-l-fi’ile gelmek âlete muhtâc qâbiliyyetleri vardur” didi. “İmdi sizlere bir âlet vireyim ki ana âdem dirler ve ihtiyâr-ı cüz’î de vireyin, ol âlet ile kangı qâbiliyyetinüz dilersenüz bâtında bi-l-fi’ile gele” diyüp beden mülkine imtihân içün gönderildi. İmdi bilgil ki insânın düşinde gördüği, bu imtihânun Hak’dan işâretleridür; ya’nî Hakk te’âlâ gösterür, qâbiliyyetlerün kangısı bi-l-fi’ile geldüğin bildirmek içün. Bu takdîrce her insân vâkı’alarınun ma’nâlarını bilmek gâyetde lâzımdır ki fesâd mıdur veyâ salâh mıdur, bileler. Zîrâ pâdişâh bir kişiye muqâbeleden işâret eylese ol işâreti bilmeğe ziyâde becid olur. Siz dahi bu işâreti bilmeğe mecd olmak gerekdür. Ümmîddür ki biline; zîrâ cehl, ‘özür değildir. Gaafil olunmaya.
***
Risâle-i Yiğitbaşı
Sadeleştirme ve Açıklamalar
Sekizinci Fasıl
Ruh, Nefs, Ruhlar ve Nefisler Hakkındadır
Her insan için ruhun ve nefsin kısımları, Ruh ve Nefs olarak iki kısma bölündü. Ulvi, Süfli ve İzafi (1) şeklinde üçe taksim olundu ve Cismani Ruh, Cismani Nefs, Ulvi Ruh, Ulvi Nefs, İzafi Ruh ve İzafi Nefs olarak da altı isim verildi, lakin bunların kuvvetlerinin sayısı bilinmez. Âlimler ‘Ulvinin de süflinin de kuvvetleri beraberdir ve cümle eşyanın adedindedir’ demişler. Meselâ Hak tealanın celâl esmasına, nefs için kuvvetlerin illeti denir amma nefsin nurları için kuvvetlerin maddesi denir. Nefsin var olmasını sağlayan asıl sebep Hak tealanın ‘lâ’ kelâmıdır ve nefsin aslı, bu ‘lâ’ kelamının nurudur ve o maddeler nefse, maddi kuvvetlerdir. Amma cemâl esmasına ruh, için kuvvetlerin sebebi, nurlarına da ruh için kuvvetlerin maddesi denir. Lakin ruhun asıl maddesi, Hak tealanın ‘illâ’ kelâmıdır ve ruhun asıl maddesi, bu ‘illâ’ kelâmının nurudur ve o maddeler bu maddeye, kuvvetlerdir. Asıl birleştirici ve kuvvetli sebep ve Hak tealanın İsm-i Azamı’nın ‘lâ’ kelâmıyla ‘illâ’ kelâmının vahdet nurudur ve cümle esmanın nurları bu birleşimin kuvvetleridir. Zira Hakk’ın celâl esmasıyla cemâl esmasının (2) zıt oluşlarından “lâ” kelâmıyla ‘illâ’ kelâmının karşıtlıkları kuvvetlidir. Yani nihâyeti ihtilaftadır, bu nihayetsiz zıtlığın vahdeti, bütün esmanın zıddiyetini kuvvet edinip ve nurlarını toplayıp bir tek nur ve vücut kılmaya hikmet budur ve cem edici nur demekteki hikmet de budur. Amma ulvi ve süfli ki zikr olundu, ruhiyet ve nefsiyetin birliğinde, ikisi de beraberdir. Zira ikisi de bu büyük nurdan mahlûktur. Süfliyetin nihâyeti, unsurlardan arazdır (3), Ulvi’ye yücelerde kaldığı için ekseriya Ulvî Ruh denir. Amma bu Ulvî Ruh ne zaman mukaddes olsa celâl ve cemâle müteallik olan kuvvetlerinin gerçek tabirinde manalarını beyan için İnsani Ruh denir, Ulvî Ruh ve Ulvî Nefs de denir, Amma süfliye, orada kaldığı için çoğunlukla Nefs denir. Amma letafetini beyan için her zaman süfli vücudunun kesafeti letafete tebdil oldukça, bir isim dahi eklenir. Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülhime, Nefs-i Mutma’inne, Nefs-i Râdiyye, Nefs-i Mardiyye ve Nefs-i Sâfiye (veya Kâmile) denir ve bir nefs yerine (makamına) göre bir isim alır. Zira kuvvetlerinin gerektirdikleri, en güzele yani Mutma’inne’ye varırsa İnsani Nefs denir, İnsani Ruh ve Cismani Nefs de denir. Celâl ve cemâle taalluk eden süflî kuvvetlerinin gerçek tabirini beyan etmek ve haşre mebni olduğu için ve asli eczâ (cüzler, parçalar; kısımlar) da denir. Ulvî Ruh bundan başkadır. Ulvî Ruh’un Hâlik (Yaratıcı) olan Allah tealanın kelâmına nail olması daimdir, bir ân ve bir saat ayrı olmaz. İnsanın bedenini ihya eden bu kelâmın feyzidir ve bu feyze Rabbani Emr, Rabbani Ruh, İzafi Ruh ve İzafi Nefs de dahi denir. Gayr-ı mahlûk olan rûh, bu feyzdendir ve asli eczalarına bu feyz (manevi bilgi, irfan, ilham) daimdir. Celâl esmasından gelen kelâm feyzlerine izafi nefsler ve cemâl esmasından gelen kelâm feyzlerine izafi ruhlar denir. Amma aslı câmi olan İzafi Ruh ve Nefs, Hak tealanın tevhit kelâmından gelen feyzdir, o hem İzafi Ruh ve hem İzafi Nefs’tir, diğer izafiler buna kuvvetlerdir. Ammâ bu Ulvî Ruh her insanda olur ve her nefes verip aldığında ondan alır. Bu Ulvî Ruh’ın vücuttaki her boşlukta ve en iyi olması, nefs ve ruh kuvvetlerinin galip ve mağlup olmaları ve imtizaç etmeleri ve Hak tealanın kelâmına lâyık ve mazhar olması, insanın cüzî ihtiyarıyla (4) bu ruha nefes vermesinden olur. Asli cüzlerin içinde ve en iyi olması, ruhi ve nefsi kuvvetlerin birbirlerine galip ve mağlup olmaları, imtizaç etmeleri, suretleriyle haşr olmaları, salih veya asi olmaları, kâfir veya mü’min olmaları, veled-i kalb (kalb çocuğu (5)) olması ve seyr-i süluk (6) etmeleri ve Allah tealaya yakın ve ehlullâh olmaları, Ulvî Ruh’tan nefes aldıkça Hak tealanın kelâmından gelen çeşitli feyzlerden olur. Lakin ‘lâ’ kelâmının feyzinin müsavi olmasından Hak teala saklasın. Cüz’i ihtiyâr, beşer nefsinindir, beşer aklı ve Akl-ı Maaş (7) onun sıfatıdır. Bu nefs haşr olmaz ve ahirete bile gitmez. Ama yaşadıklarından etkilenir ve ders alırsa hata ve sevabıyla gider. Yani asli cüzler, bu dünyada lezzet ve elemleriyle cehenneme ve cennete lâyık olmaları bu beşer nefsinden öğrenir ve tahsil eder. Fakat Nefs-i Ma’âd asli cüzlerdir ki Akl-ı Maad mertebe mertebe bu nefsin sıfatı olur. Ne zaman ki bu Nefs-i Ma’âd beşeriyet vasıflarından aldığı özellikleri kötüden iyileri seçebilirse Akl-ı Ma’âd’ı da iyi ve kötüyü ayıt eder; kötü ve açık saçık rüyalardan (8) arınıp hatırına gelenler ve rüyalarında iyi ve doğruyu, çirkin ve güzeli seçebilir. Bu ayırt etmenin başlangıcına, bazıları nefsin maddesi ‘lâ’ kelâmı nurundandır, gereği basitçe inkârın yayılmasıdır deyip kâfir ve basit nefs demeyi caiz görmüşlerdir. Amma bazıları celâl esmalarının nurları, bu ‘lâ’ kelâmının nuruyla manevi olarak karışmış olduğundan inkârını basit kabul eden münkirdir deyip şaki (9) demeği caiz görmemişler; zira nefs, celâl esmalarıyla Allah’ı zikr eder ve günahlarını itiraf ve Allah tealanın celâlinden ümitvardır, O’ndan korkusu vardır deyip şaki demeyi, onun için caiz görmemişlerdir. Ve bazıları da ‘ruhun maddesi ‘illâ’ kelâmı nurundandır, gereği basitçe günahlarını itiraf ve ikrardır’ deyip orta halli mümin demeyi onun için caiz görmüşlerdir. Amma bazıları, ‘cemâl esmalarının nuruyla bu ‘illâ’ kelâmı nurunun manevi olarak karışmış olduğundan müminliğini inkâr etmek doğru değildir’ deyip sait demeyi caiz görmüşlerdir. Zira ‘ruh, cemâl esmalarıyla Allah tealayı zikreder, günahlarını itiraf ve ikrar eder, Allah tealanın cemâlinden ümitvardır ve O’nun hizmetine itaat eder’ deyip sait demeyi onun için caiz görmüşlerdir. Lakin bazıları, ‘ruh ayrı nefs ayrı değil ki bunların nicesine kâfir veya nicesine mümin veya nicesine şaki veya nicesine saittir’ diyelim. Belki bunlar kudret hazinesinde, manevi olarak birleşmiş büyük bir nurdur. Zikr olunan sıfatlar, bu nurda manen kırılmış haldedir. Nihâyet o esmalar, bu nurun içinde henüz öz halindedir. Yani bu nur bir maddeyi kabul eder ve cümle esma bu maddeye illet yani sebeptir. Amma Hak tealanın “Lâ ilâhe illallah ve lâ ilâhe illâ hû” dediği kelâmı kuvvetli bir sebeptir ki bu, cümle nurları bir kılmıştır. Bu kelâm, insan suretini onun için gereklidir. Bu maddeden Hak teala, her âdem için birer suret yarattı. Bu suretlere insanın hakikatleri denildi ve bütün kabiliyetlerde toplayıcılığı cihetinden her birine kâfir demek, mümin demek, şaki demek ve sait demek ve cümle eşyanın isimleriyle isimlendirmek eylemek caiz oldu. Bazı isimler bunlara sıkıntı verdiğinden ‘Elestü’ sualiyle imtihan olundular. Hepsi de ‘Belâ’ deyip tevhit ile cevap verince Hak tealadan hitap olundu ki ‘Bu cevabınız, sizi kuvvetli illiyetinizdendir ve cümle esmâ da illetdir, sizde bütün esmanın gerekleri ortaya çıkmak için âlete muhtaç olan kabiliyetleri vardır’ dedi.
‘Şimdi sizlere bir âlet vereyim ki ona Âdem derler ve cüz’i ihtiyar da vereyim, o âlet ile hangi kabiliyetiniz dilerseniz bâtından fiile gele’ deyip beden mülküne imtihan için gönderildi. Şimdi bil ki insanın düşünde gördüğü, bu imtihanın Hak tealadan işaretleridir, yani Hakk teala kabiliyetlerin hangisinin fiile geldiğini bildirmek için gösterir. Bu takdirce her insan rüyalarının manalarını bilmek lâzımdır ki fesat mıdır veya salih midir, bilsin. Zira padişah bir kişiye karşısından bir işaret eylese o işareti bilmeğe çok ciddi olur. Sizin de bu işaretleri bilmeye istekli olmanız gerektir. Ümid vardır ki bilinsin, zira cehalet özür değildir. Gaafil olunmaya.
***
Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî (kuddise sirruh, vefatı h.910 / m.1504): Hicri 839’da, miladi1436’da Şimdiki Manisa ilinin Akhisar’ın Göl Marmarası veya Marmaracık köyünde doğan Halvetiye tarikatının Ahmediye şubesini kuran büyük âlim ve âriftir. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi (madde yazarı: Süleyman Uludağ), İstanbul 1989, c.2, s.135-136; https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-semseddin-yigitbasi ]
Ahmediyye: Halvetiyye tarikatının Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin hazretlerine nisbet edilen ana kollarından biri. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi (madde yazarı: Süleyman Uludağ), İstanbul 1989, c.2, s.171; https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmediyye–halvetiyye ]
***
Dr. Muhsine Börekçi, Risâle-i Tevhîd eserini TDK’nın Tarihsel Sözlük Projesi kapsamında (38 yazmasını bulduğu nüshalardan) üç nüshayı karşılaştırarak bir metin hazırlamış ve yayınlamıştır (RİSÂLE-İ TEVHÎD İnceleme-Metin-Dizin, Akçağ yay., Ankara 2003, s. 456-459). Risâle-i Tevhîd, bu neşirde sadece dil yönünden ele alınmıştır. Birçok hata ve eksikliklerin bulunduğu metnin hazırlayan tarafından anlam bilgisi gözetilmeden oluşturulduğu açıkça anlaşılmaktadır. Biz bu neşri dikkate almakla beraber hepsi Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan Hacımahmud 2826 (37a-41a), Hacımahmud 2886, (34a-37b), Hacımahmud, 2509, (21a-23a), Laleli 1371, (28b-31a) yazmalarını karşılaştırarak metni doğru tespit etmeye gayret ettik. Gördük ki Laleli nüshası, doğruya en yakın nüshadır, okunmasında zorluk çekilebilecek bazı kelimeler hareketlenmiştir ve pek istinsah hatası yoktur. Bizim gayemiz çeviri yazı oluşturup sadeleştirme-açıklama yapmak yani eseri anlamak-aktarmak olduğu için nüsha farklılıklarını göstermedik.
Haydar Hepsev
Temmuz 2022
____________
Notlar:
(1) İzafi Ruh, Hakkın zatına mazhar olan ruhtur. Hayvani Ruh, ruhun bedende görmek, işitmek gibi melekelerin makamını, onları sadece yemeye, içmeye hasrederek zapt eden, akletmeyi, tefekkürü kabul etmeyen keyfiyetidir.
(2) Tasavvuf ehli, Allah’ın isim ve sıfatlarını celâl ve cemâl olmak üzere ikiye ayırırlar. Allah’ın kahr ve gazabına delâlet eden isim ve sıfatlarını celâl, lutuf ve rızâsına delâlet eden isim ve sıfatlarını da cemâl tabiriyle ifade ederler.
(3) Araz kelimesinin asıl anlamı ‘alâmet, belirti, işaret’tir. Felsefede ‘kendi kendine var olmayıp görünmesi için bir asla, bir cevhere muhtaç olan şey’ manasında kullanılır. Tasavvuf ilminde ise ‘maddî âleme ait şeyler, mal mülk, dünyalık’ şeklinde kabul edilir.
(4) Cüzî İhtiyar, ihtiyar etme, seçme manasına gelir. İnsan iki şeyden birisine meylederek onu yapmayı seçer ve diğerinden vazgeçer. Yani, cüzî ihtiyarinin esası, meyillerdir. İnsanın fiilleri, meyillerinden doğar. İhtiyar ve irade kelimeleri birbiri yerinde kullanılmakla birlikte, aralarında az bir fark da vardır. İrade, insan ruhuna takılan sıfatlardan biridir, insan gözüyle gördüğü, kulağıyla işittiği gibi, bu irade sıfatıyla da bir şeyi seçer ve ihtiyar eder. Yani esas olan iradedir, bu irade ile ‘ihtiyar etme, seçme’ olayı gerçekleşir. Yani, irade seçme kabiliyeti, ihtiyar ise bu kabiliyetin fiile (eyleme) dökülmesidir, denebilir. Bu manadan bakarsak aralarında fazlaca bir fark olmadığı anlaşılır. Cüz’î İrade: Bir anda ancak bir şeye yönelebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen irade, insan iradesi demektir. İnsan bir anda, ancak bir şey irade edebilir; iki kelimeyi birlikte söyleyemez, iki yöne aynı anda bakamaz, iki manayı birlikte düşünemez. Bu hale ‘teakubi’ denilir, yani, önce bir iş görülüyor, onu takip ederek bir başka iş görülmeye başlanıyor, ikisi bir anda ve birlikte yapılamıyor.
(5) Tasavvuf ehli, bazı manevi hallere, tıfl (çocuk) adını taktılar, bunlar tıfl-ı mana (mana çocuğu) veya veled-i kalb (kalp çocuğu) olarak da bilinir. Bunlara tıfl denmesi, bazı sebeplerden ileri gelmiştir. Şöyle ki a) O hal, kalpten doğar ve orada büyür, terbiye görür. Nasıl ki anne de yavruyu doğurur, besler, büyütür ve erginlik çağına erdirir. b) İlim tahsili, çok kere çocuklara özgüdür. Marifet ilmi ise, o kalp yavrusuna öğretilir. c) Çocuk, dıştaki günah kirlerinden temizdir. O, kalbin yavrusu ise, ortak koşma (şirk)’ten uzaktır. d) Sözü edilen temiz şekil, çocuklarda daha çok görülür. Bu yüzden çoğu kez mana âlemlerine ait temiz hal, melekler şeklinde görülür. e) Yapılan her iyi amelin karşılığı, bir mana çocuğudur. Bu çocuk, o güzel davranışın hayırlı sonuçlarının, mana âlemindeki görüntüsü ve mükâfatıdır. f) Ona çocuk denmesinin diğer bir nedeni de, incelik (letafet) ve temizlik halidir.Allah’ı, iyi ameller işleyerek cennete girenleri, yavrularla ödüllendireceğini bildirir. Tasavvuf ehli, bu manaları şu ayetlerden almıştır: “Çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır; (Vakıa suresi, 17. ayet; Diyanet Vakfı meali)”. / “Hizmetlerine verilmiş, (kabuğunda) saklı inci gibi gençler etraflarında dönüp dolaşırlar. (Tur, suresi, Diyanet Vakfı meali)”.
(6) Seyr-i süluk, manevi yolculuktur, insana Allah teala tarafından verilen gizli kabiliyetlerini ortaya çıkmasına yardım eder. Seyr-i süluk ile insan Hakk telanın halifesi olabilecek kemale yani olgunluğa erer. Bu ise bir kâmil (olgun) ve mükemmil (olgunlaştıran ) bir şeyhin irşadı ve yardımı ile olur. Seyr-i Sülûk esnasında, mürşid insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin sıkça kullandığı ‘Kendini bilen rabbini bilir’ sözü bu manaya işaret eder.
(7) Akl-ı maaş, sadece yeme-içme aklıdır, nefsin hüküm sürdüğü Hayvani Akıl’dır. Akl-ı Maad ise, korku duyan ve duyduğu korkunun neticesinde dinin emir ve yasaklarına boyun eğmiş akıldır.
(8) “Onlar da dediler ki: “(Bunlar) (edgâsu ahlâm) karma karışık (ve yalancı) düşlerdir. Biz böyle düşlerin ta’birini bilici (kimse)ler değiliz (Yusuf suresi, 44. ayet; Hasan Basri Çantay Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Kerim)”.
(9) Şaki, her türlü kötülüğü işleyebilecek yaratılışta olan, kötü huylu kimse demektir, cehenneme gidecek olanlara da denir. Said ise iyi ve güzel yaratılışı, üstün ahlâkı sebebiyle Hak teala katında makbul olan, kurtulmuşlardan sayılıp cennete gidecek mümin kişilere denir.
#Kuran #Sünnet #Akıl #İlim #İrfan #Hikmet #Zikir #Nazar #Tefekkür #Nefs