ABDÜLHAMİD HAN’I SEVİP ÂKİF VE BEDİÜZZAMAN’A KIZMAK
Mehmed Âkif ve Bediüzzaman’a, Sultan İkinci Abdülhamid’e muhalif olduklarından buğz etmek doğru değildir.
Hem Abdülhamid Han (aleyhirrahmeti ve-l-gufran) hazretlerini hem de Mehmed Âkif ve Bediüzzaman’ı sevmek de acayip değildir; bazı önemli meselelerde birbirlerine karşıt oldukları halde.
Siyasiler ve Muhalefet, Ulema ve Tenkit
Evet, biz Sultan İkinci Abdülhamid’i seviyoruz; son büyük İslam halifesidir; ittihad-ı İslam siyasetinin son ve en büyük uygulayıcısıdır; mübarek bir padişah efendimizdir.
Evet, Mehmed Âkif ve Bediüzzaman, hayatta ve devleti yönetir iken Abdülhamid Han’a muhalifti (ve bu, bize göre yanlıştır.)
Lakin ilk olarak şunu söyleyelim ki, bunu biz bugün düşünüyoruz ve o günün şartlarını tam olarak bilmiyoruz. İkincisi, Abdülhamid Han, aynı zamanda bir siyasetçidir, bir liderdir ve her lidere muvafık veya muhalif olanlar vardır. Ve bu da tabiidir, bütün tarih boyunca böyle olmuştur; günümüzde de böyledir.
Bugün de siyaset sahnesinde olanlara muvafık veya muhalif olan kardeşlerimiz var. Muvafık olanlar daha iyi Müslüman olmadığı gibi, muhalif olanlar da kötü olmuyor elbette; hatta böyle düşünmek çok yanlıştır.
Mehmed Âkif’le Bediüzzaman, Abdülhamid Han’a muhalefet etmekle, bize göre, hata etmişlerdir; lakin onlar da bizim gibi bazı liderleri beğenmek ve beğenmemek hakkına sahiptirler.
Abdülhamid Han hazretleri, Osmanlının son büyük millet-devlet-medeniyet-birlik atılımını yapmıştır velakin aydınları yanına alamamıştır. Bu da onun siyasetinin anlaşılıp takip edilmesini imkânsız kılmıştır. Böylece o büyük atılım, istenilen düzeyde başarılı olamamıştır. Aydınların ona yakınlık göstermemesinde, onun aşırı şüpheciliğinin bir payı yok mudur… Ülkeyi demir yumrukla –istibdatla- yönetmesi, aydınlara çok mu sevimli gelmiştir… Onun bu tavırlarını, devrin şartlarını okuyup öğrenip düşünüp bugün anlıyor ve ona hak veriyoruz. Fakat o devirde yaşayanların bizim gibi anlamasını nasıl bekleriz… Onun için o devri kendi şartları içinde anlamaya çalışmak, hakikate en uygun yaklaşım olacaktır.
Beğendiğini külliyen beğenmek, sevmediğini de külliyen reddetmek, kötü bir hastalıktır; ne yazık ki bizde bu hastalığa duçar olan nice aydın, profesör, gazeteci vardır. Tarihteki büyük şahsiyetleri, liderleri, zatları putlaştırmak ise azim bir yanlıştır. Sultan İkinci Abdülhamid’i hatasız mı kabul ediyoruz ki Âkif’le Bediüzzaman’ı ona muhalif olduklarından külliyen reddediyoruz. Mehmed Âkif’le Bediüzzaman’ı, onları çok sevmekle, okumakla ve onlardan çok istifade etmekle beraber, yanlışsız kabul etmiyoruz. Doğruları yanlışlarından çok çok fazladır; doğrularını alır, hatalarını bir kenara bırakırız ve hatalarına göre onları yargılamayız. Ölçü, Kur’an ve Sünnet’tir; hakikattir; bu ölçüye göre sever ve buğz ederiz. İslam’a hizmet edenleri sever, hatalarını değil doğrularını görmeyi yeğleriz; İslam büyükleri de hep bu ahlâkı takip etmişlerdir.
Bugün Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in üzerlerinde ittifak ettiği mesela Hârûn Reşîd, Sultan Alpaslan, Selahaddin Eyyubî, Sultan Kılıçaslan, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim (aleyhimürrahmeti ve-l-gufran), yaşadıkları zamanda az mı tenkide uğradılar; muhalifleri-muvafıkları olmadı mı? Muhalif olan bazı büyük âlimlerin kabirlerine gidip diriltip ellerinden icazetlerini mi alacağız, hâşâ.
Aynı şekilde Muhyiddin Arabî, Mevlana Celaleddin Rumî, İmam Gazalî, İmam Rabbanî, Ebussuud Efendi, İmam Birgivî, Mevlana Halid Bağdadî gibi vb. (kaddesallahu esrarahum) büyüklerimizi de, devirlerinde “aman efendim, sizler ne büyük âlimlersiniz; Rabbimizden bize hediyesiniz” diye mi karşılanmıştı. İmam Gazalî, sapık cereyanlarla ilgilendiği için ne kadar eleştiri almıştı; ama iyi ki ilgilendi, yazdığı reddiyelerle o sapıklıkları kesin bir şekilde hezimete uğrattı. Şunu da ekleyeyim ki İmam Gazalî, bugün aramızda olsa kadim felsefeyle ilgileniyor diye Müslüman camianın bir kısmından acımasız tenkitler alırdı. Fakat iyi ki felsefeyle ilgilendi ve iyi ki Tehâfütü-l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) eserini yazdı da bu konudaki küfür ve bidatlerden korunmuş olduk.
Her büyük insan, devrinde övgü ve yergilerle karşılaşır, tarihin tartısında tartılır ve vefatından sonra yavaş yavaş hataları büyük ölçüde unutulur, çoğunlukla doğruları kalır. Abdülhamid Han, Âkif’le Bediüzzaman hakkındaki tartışmalar da bir süre sonra böyle olacak ve hepsi de büyük olarak anılacaklardır. [Ayrıca bu iki mübarek zatın, mübarek padişah hazretlerine karşı yaptıklarından ötürü nadim olmadıklarını nereden biliyoruz da bir sürü gereksiz lafı ardı ardına diziyoruz. (1)]
Cemaleddin Efgaanî ve Abduh’a Buğzedip Âkif ve Bediüzzaman’a Kızmak
Âkif ve Bediüzzaman’a, Cemaleddin Efgaanî ve Abduh’tan etkilendiklerinden ötürü de haksız tenkitler gelmektedir.
Evet, bunlar üzerinde çokça tartışma olan kişilerdir; fakat çoğu insan bunlar hakkında tamamen yüzeysel ve kulaktan dolma bilgilere sahiptirler; bu da ilim ve fikir sahiplerine yakışan bir tutum değildir.
Evet, bu şahısların birçok fikir ve tavırlarını biz de beğenmiyoruz; lakin ‘külliyen reddedicilerden’ olmak da istemiyoruz. Abduh, sonradan Ehl-i Sünnetten iyice ayrılmıştır; ama Âkif’le Said Nursi’nin ondan etkilenmesinden sonra. Cemaleddin Efgaanî’yi kabul edenlerden değiliz. Lakin İttihad-ı İslam söz ve fikrini ilk defa ortaya atan odur, bu konuda ilk temelli görüşler ileri süren de odur. Biz de, Âkif ve Bediüzzaman (2) gibi İttihad-ı İslamcıyız. İttihad-ı İslam için Efgaanî önemli fikirler öne sürdü diye bu davadan vaz mı geçeceğiz. Elbette, hayır… Bediüzzaman gibi deriz: “Onun İttihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim”, diğerlerini kabul etmedim. Bu kadar.
Bu durumu da yani, Âkif’le Bediüzzaman’ın birtakım fikir adamlarından etkilenmesi meselesini, yaşadıkları devrin şartlarına bakarak anlamaya çalışmak gerekiyor. ‘Geleneğimizden neden ayrı fikirlere ihtiyaç duymuşlar’ diyecek olanlara şunu deriz: Devlet-i aliyye, çökmek üzeredir; bunu koca bir not olarak bir kenara yazalım. Bütün kurumlar gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin kalesi durumunda olan medrese ve tekke, yani ilim ve irfan da genel gidişattan uzak değildi, bozulmaya yüz tutmuştu (Ehl-i Sünnet ve Cemaate büyük hizmet etmiş olan bu iki mühim müesseseye olan büyük hürmetimden ötürü ancak bu tabirleri kullandım, yoksa vaziyet daha da ağırdır.) Bir inkılap ve teceddüt arzusu, bunun için, Âkif ve Said Nursi’de bir gaye halini almıştı. O iki şahsa, bunun için ilgi duymuşlardır.
Âkif de Said Nursi de beşerdir, lakin büyük insandırlar, İslam’a büyük hizmetler etmişlerdir.
Âkif de Said Nursi de hakiki Müslümandı, muvahhid idi, mücahid idi, Ehl-i Sünnet ve Cemaattendi. Modernist falan değillerdi. Hem hal-i hayatlarında hem de bugüne kadar büyük bir sel gibi gelen materyalizme, modernizme, pozitivizme, ateizme güçlü setler oldular.
Yeni devletin İslam’a olan olumsuz tutumları, onların hoşuna mı gitmişti; onların istediği inkılap ve teceddüt “devrimler” miydi… Elbette değildi. Âkif, hisli adamdı, şairdi; Mısır’a gitmeyi tercih etti. Bediüzzaman, o kadar cevval ve cebbar olmasına rağmen, o da Van’da bir dağda uzleti seçmişti; sonra sürgün edildiği Barla’da başladı Nur Risalelerini yazmaya ve akabinde yeniden dava adamlığına.
Safahat’ı çıkarınız, şiirimiz öksüz kalır; sadece şiirimiz mi, meal ve tefsir ilmi dahi eksik kalır, mealin ve manzum tefsirin harikulade örnekleri vardır çünkü Safahat’ta. Unutmayınız: İstiklal Marşı, Cumhuriyetin İslam’la olan bağını neredeyse tek başına sağlamıştır.
Risale-i Nurlar, İslam medeniyetinin Osmanlı ırmağının ilim ve irfanını; dilini, kelime hazinesini ve yazısını bugüne kadar getiren bin gözlü büyük bir köprü hizmetini yapmıştır.
***
(Yüce Devlet’in dört büyük üstadından ikisi olan) Âkif’le Bediüzzaman ve eserleri ne kadar övülse azdır. Onlardan Allah ve Resulü razı olsun, âmin.
Hataları vardı, büyüktü-küçüktü… Allah teala onları afv u mağfiret buyursun, âmin.
Bizler, hata ve kusur araştıran değil, güzeli görmeyi seven bir medeniyetin evladıyız. Aynı zamanda, kişileri oluğundan fazla büyütmeyin diyen ve onların beşer olduklarını da unutmamayı öğüt veren uygarlığın torunlarıyız.
Şimdi koltuklarında oturup da bugünün rahatlığıyla “şöyleydi, böyleydi” diyenlere ise zerrece itibarımız yoktur. İslam gençliği, onlara daha da kesin, net ve derin cevaplar verecektir; inşallah hem de yakında…
***
Bediüzzaman, Âkif ve Elmalı Hamdi Yazır merhumlara günümüzde yapılan eleştiri kampanyasının ardında bir şer komitesi vardır. Risale-i nurları, Safahat ve İstiklal Marşı’nı, Hak Dili Kur’an Dini eserlerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. İçimizden bazı saf-diller de bu kampanyaya destek veriyorlar. Bu çok üzücüdür. Bizim her an ve her alanda uyanık olmamız gerekiyor. Yoksa elimizden her şey gidiverir. İki yüzyıldan beri üzerimize gelen bu şer komitesi devletimizi, halifemizi ve daha nelerimizi elimizden aldı. Elimizde kalanlara sahip çıkalım bari…
Haydar Murad Hepsev
Bu yazı, Yüce Devlet Dergisi’nin 25 Mayıs 2015 tarihli 14. sayısında yayınlanmış; Eylül 2021’de yeniden gözden geçirilmiştir.
____________________
Dipnotlar:
(1) Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi ve vefatından sonra birçok aydın pişman olmuş ve bu nedametlerini çeşitli şekillerde dile getirmişlerdir.
Rıza Tevfik, 1927’de Kahire’de neşredilen Müsâvât gazetesinde “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” şiirinde “târihler ismini andığı zaman, / sana hak verecek ey koca sultan; / bizdik utanmadan iftira atan, / asrın en siyâsî padişâhına.” diyerek pişmanlığını ifade etmiştir.
Âkif de (1912’de Sırât-ı Müstakim’de) 1924 yılında yayımlanan Âsım başlıklı şiir kitabında Semerci şiirinde “«giden semerciyi» derler; «bulur muyuz şimdi? / ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi. / nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş: / semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!” demiş ve hatalarını itiraf etmiştir.
Hocam merhum Mehmed Serhan TAYŞİ’den bizzat dinlemiştim: “(Hocamın da bulunduğu bir mecliste) Kadir Mısıroğlu, (II. Abdülhamid’in torunu Nemîka Sultan‘ın kızı Sâtı’a Hanımsultan evli olan) Profesör Osman Turan’dan şu hatırayı nakletmiş: Bediüzzaman, Osman Turan’dan Nemîka Sultan’la görüşüp Sultan hazretlerine muhalif oluşundan ötürü pişmanlığını dile getirip özür dilemek istediğini beyan etmiş; Osman Turan, Sultanhanım’ın evde bir odada ibadetle meşgul olduğunu, kendisiyle bile kapı ardından konuştuğunu ama bu dileği ona ileteceğini söylemiş. Sultanhanım, Said Nursi’le görüşmeyi kabul etmiş; aralık bırakılan kapı arkasında yapılan mülakat esnasında, Bediüzzaman, babası Abdülhamid Han hazretlerine karşı yaptıklarından pişman olduğunu; bunu hal-i hayatında Padişah hazretlerine söylemesi gerektiğini, ama bunun mümkün olmadığını; bu pişmanlığını Hanımsultan hazretlerine ifade etmek istediğini ve özür dilediğini söyleyince; Nemîka Hanımsultan ‘Özrünüz kabul edildi, Hocaefendi’ demiş.
Şöyle bir temennide bulunmak istiyor insan: Âkif de Bediüzzaman da bu pişmanlıklarını, Rıza Tevfik gibi, daha açıktan yapsalardı, ne iyi olurdu; kalbinde maraz bulunanların ağızlarını bir güzel tıkamış olurlardı…
(2) Bediüzzaman’ın bu konudaki görüşlerini buraya almakta yarar var: “Sultan Selim’e biat (bir hükümdara itaat) etmişim. Onun İttihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi (doğu valiliklerini) ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir … Divan-ı Harb-i Örfî (Eserin tam adı İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi yâhûd Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî) [Bediüzzaman’ın 31 Mart (12 Nisan 1908) olaylarından sonra çıkarıldığı mahkemede (1909’da) yaptığı müdafaadır.]