Batı Tefekkür Tarihinde Akıl
ve Aklın Cansız Aygıta Dönüşmesi
Batı tefekkürü için üzerinde anlaşılması ve tasnifi en zor olan temel kavramlardan biri “akıl”dır. Fakat bütün Batı’nın (özellikle “Aydınlanma” sonrası ki Üstad Necib Fazıl buna “akl’ın kiliseden intikâmı der) kabul ettiği temel anlayış, aklın maddî/faydalı olan ile sınırlandırılmasıdır. Felsefe ve sosyoloji ağırlıklı çalışmaları ile tanınan ve Frankfurt Okulu olarak bilinen Marksist tefekkür çatısının kurucusu Max Horkheimer‘a göre günümüz sıradan insanları için akıl, “yararlı şeylerin uygunluğu” ve akıllı insan da, “kendisine neyin yararlı olduğunu bilen“dir. Bu yazımızda Horkheimer’ın Batı’daki akıl anlayışına ve pratiğine yönelik eleştirilerini ihtivâ eden Akıl Tutulması isimli eserinin ilk ve son bölümleri tanıtılacak ve değerlendirilecektir.
İki Akıl Türü: Öznel ve Nesnel
Düşünme’ye sadece somut yönüyle yaklaşan günümüz insanı; sınıflandırma, çıkarsama ve tümdengelme ile yetinmektedir. Horkheimer buna öznel akıl diyor. Öznel akıl, esas olarak araçlar ve gayeler ile ilgilidir; bir şekilde baştan kabul edilmiş gayelere ulaşmak için seçilen araçların yeterli olup olmadığı üzerinde durur. Burada gayelerin kendilerinin akla uygun olup olmadığı sorusu sorulmaz, yok hükmündedir böyle bir soru. Onların akla uygunluğu, öznenin yani ferdin yahut topluluğun varlığının sürdürmesine hizmet ettiği kanaati ile eşit tutulur.
Öznel akıl, şahsî menfaat sunmayan düşünce ve erdeme yabancıdır. Bu akıl, Batı düşüncesinde son yüzyıllarda meydana gelen derin bir değişmenin belirtisidir. Çünkü daha evvel, akıl konusunda, uzun bir süre boyunca öznel olan akıl tanımının tam tersi bir görüş geçerliydi. Günümüzde terk edilmiş olan geçmişteki bu görüş, aklı yalnız bireyin zihninde değil, nesnel dünyada da, yani insanlar arası ve sınıflar arası ilişkilerde, toplumsal konularda, doğada ve doğanın görünüşlerinde de var olan bir kuvvet olarak görüyordu. Örneğin Eflatun ve Aristo felsefeleri, Skolastik düşünce ve Alman idealizmi böyledir. Horkheimer buna nesnel akıl diyor.
Nesnel ve Öznel Görüşlerde “Akıl” Kavramı
Nesnel akıl, insan ve insan gayeleri de içinde olmak üzere bütün varlıkları kapsayan bir sistem veya hiyerarşi oluşturmayı hedefliyordu. Bir insanın akla uygunluğunu bu bütün içindeki uyumu belirliyordu. Nesnel aklın başlıca gayesi, felsefeye göre “akla uygun” olan her şeyin nesnel yapısını kendi çıkarlarıyla beraber, varlığı koruma gayeleri de içinde olmak üzere insan varoluşu ile uzlaştırmaktır. Meselâ Eflatun, Devlet adlı eserinde nesnel akla göre yaşayan insanın aynı zamanda başarılı ve mutlu bir hayat süreceğini de kanıtlamaya çalışır.
Nesnel akıl teorisine göre “akıl”, gerçekliğin yapısında bulunan bir ilkedir. Varlık’tır, her insanda yaşan bir Ruh’tur. Yani aklın sadece insan zihnindeki öznel bir yeti olduğu iddiasından farklıdır.
Öznel akla göre bir kurumun yahut bir başka gerçekliğin akla uygunluğundan bahsedildiğinde orada anlatılmak istenen, insanların ona kendi mantıksal ve hesaplayıcı yetilerini uyguladığı ve onu akla uygun olarak düzenlediğidir. Öznelci görüş için “akıl” bir nesne yahut bir düşünceyi anlatmak için kullanıldığında, söz konusu olan bu nesnenin yahut düşüncenin kendisi değil, sadece belli bir gaye ile bağlantısıdır. Yani nesne ve düşünce başka bir şey içindir, bir araçtır bunlar! Öznelci akıl, her şeyi bir gaye için araç kılmıştır.
Öznellik ve Nesnelliğin Kökeni
Logos, ratio gibi kavramlar ve Yunanca’da aklın “konuşmak” anlamına gelişi de göstermektedir ki, aklı adlandırmak için kullanılan bütün terimler öznel ifâdelerdir.
Antik Yunan’da hurafeleri ve mitolojileri sahte nesnellik yani öznel bir kurgu olarak reddeden, bu başta öznel olan akıl, reddederken kimi kavramları kullanmak zoruna kalıyordu. Böylece bir nesnellik gelişmeye başlıyordu. Yıldız mitolojisinden Pitagoras, Sayılar Kuramı’nı çıkarıyordu. Eflatunculuk ise bu düşüncenin en yüksek içeriğini mutlak bir nesnellik olarak tanımlayan İdealar Kuramı’na dönüştürüyordu.
Aklın Şeklîleşmesi
Horkheimer’a göre aklın bugünkü bunalımının temelinde düşüncenin 16. yy’dan sonra böyle bir nesnelliği kavrayamaması yahut bir yanılgı olarak reddetmesi yatmaktadır. Bu süreç giderek bütün rasyonel kavramlara yayılmış, sonunda hiçbir gerçeklik kendi başına akla uygun olarak görülemez olmuştur ve kavramların içerikleri boşaltılmıştır. İçerikleri boşalan bütün temel kavramlar şeklî (biçimsel) kabuklara dönüşmüştür. Dolayısıyla temel kavramlar şeklî kabuklar olunca da onlar ile inşâ edilen her nesne ve düşüncenin de akıbeti aynı olacaktı.
Öznelci görüş geçerli olunca, düşünce, herhangi bir amacın kendi içinde değerli olup olmadığını belirleyemez hâle gelir. Ülkülerimizin benimsenebilirliği, faaliyet ve inançlarımızın ölçüleri, ahlâk ve siyâsetin temel ilkeleri ve bütün önemli kararlarımız, aklın dışındaki âmillere bağımlı hâle gelir.
Geçmişte toplumsal gerçekliği yöneten güç, Horkheimer’a göre hiçbir zaman akıl olmamıştır. Ama bugün aklın her türlü özgül eğilim yahut tercihten arındırılması, artık onun -yani aklın, insan fiilleri ve hayat tarzları hakkında bir yargıda bulunma görevine bile sırt çevirdiği bir noktaya ulaşmıştır. Akıl, bu görevini dünyamızı fiilen teslim almışa benzeyen çatışan çıkarlara devretmiştir. Çıkar sahiplerini tesbit bahsinde her ne kadar Horkheimer söz etmiyorsa da biliyoruz ki bunlar, Batı için dün kilise, aristokratların nizâmı idi; bugün ise bütün dünyaya şâmil olarak Yahudi-İngiliz’in çıkar nizamıdır.
Dîn’in Yerini “En Yüksek Zihnî Otorite” Olarak Aklın Alışı
İdam edilen Sokrat, Sofistler’in pagan düşüncesinin kişisel ve meslekî çıkarlara bağımlı olan göreceliğine yani öznelliğe, şeklî (biçimsel) akla karşı savaşıyordu. Akıl kavramı ilk doğduğunda ona biçilen vazifede, gayeler ile araçlar arasındaki ilişkinin düzenlenmesinin ötesinde bir şey bekleniyordu ondan; inançları belirlemesi, insanla insan ve doğayla insan arasındaki ilişkileri düzenlemesi gerektiği düşünülüyordu. Bu açıdan nesnel akıl, gerçekliğin içinde var olan bir yapıya işaret eder. Bu yapı, her özgül durumda bizi teorik yahut pratik seviyede belirli bir davranışta bulunmaya çağırır.
Nesnel akıl, geleneksel dinin yerine yöntemsel felsefî düşünce ve kavrayışı geçirmeye ve böylece başlı başına bir gelenek kaynağı olmaya doğru yönelir. Öznel akıl ise soyut ve biçimselliği ile bilim ve felsefeye yer verdiği gibi kurumsal mitolojilere de yer veriyor. Bu yüzden dine karşı girişilmiş mücadeleden kaçmaktadır. Örnek olarak, öznel akıl zemininde gelişen pragmatistlere göre “insana haz veriyorsa din de makbûldür.” Nesnel akıl ise nesnel doğru kavramına bağlı olduğu için, bu felsefe, yerleşik dinin içeriği karşısında olumlu yahut olumsuz bir tutum almak zorundadır. Bu yüzden içtimâî inançların nesnel akıl açısından eleştirisi, öznel aklın eleştirisinden çok daha iddialıdır.
16. yy.da Montaigne, Bodin, De I’Hôpital (Dölapital) gibi düşünürler, dinin yerine en yüksek zihnî otorite olarak aklı geçirmeye çalışmışlardır. Ancak işte burada aklın öznel akla doğru evrileceği yeni bir yan anlamı doğmuştur. Bu yan anlam’a göre artık “akıl”, “uzlaşmacı bir tutum” anlamında da kullanılmaya başlandı. Büyük düğüm burada atıldı!
Horkheimer’a göre bu yeni anlamı ile akıl kavramı dinî doğru kavramından daha insancaydı. Fakat aynı zamanda daha zayıf, egemen çıkarlarca daha kolay çekip çevrilebilen, varolan gerçekliğe daha kolay uyarlanabilen bir kavramdı ve bu yüzden daha başından beri “akıldışı” olana teslim olma tehlikesine açıktı. Ve artık akıl, dini tartışmaların kendi başına anlamı olmadığını ileri süren ve bunlara da çeşitli siyasi hiziplerin sloganları yahut propaganda malzemesi olarak bakan bilginlerin, devlet adamlarının ve hümanistlerin görüş açısının adıydı.
Aklın dinden ayrılması, sonradan Aydınlanma Felsefesi’nde daha iyi görüleceği gibi, aklın nesnel yanının zayıflamasında ve biçimselleşmesinde yeni ve daha ileri bir adım oldu. Dinin en yüksek hedef ve değerlerin belirlenmesinde saf dışı edilişi ardından insanlar Rönesans’tan beri teoloji (ilâhiyat) kadar kapsamlı bir doktrin elde etmeye yönelmişlerdi. Rasyonalistler Tanrı’ya sahip çıkıyor fakat onun günlük hayatı tayinine karşı çıkıyorlardı. Felsefe ve siyasetlerinde Hıristiyan ahlâkını laikleştiriyorlardı.
Nesnel Aklın Ölümü
Kilise ile metafizikçilerin çatışma noktasında, nihâî doğruyu belirleyecek ve ortaya koyacak olan gücün akıl mı yoksa vahiy mi olacağı tartışması yer alıyordu. Tartışma bir noktaya vardı ve dîn ile felsefe, ayrı birer kültür olarak kabul edildi. Horkheimer, bu görünüşteki barışçı çözümün hem felsefe hem dinin içeriğini derinden etkilediğini belirtiyor. Ona göre aydınlanma filozofları, dine akıl adına saldırıyordu; neticede öldürdükleri, kendi çabalarının güç kaynağı olan metafizik ve nesnel akıl kavramı oldu. Gerçekliğin doğasını algılama ve hayatımıza yön verecek ilkeleri belirleme aracı olarak akıl kavramı bir yana atılmıştı. Horkheimer ve Frankfurt Okulu’nun görüşü olan Eleştirel Teori’nin olumladığı ve felsefeye malzeme olarak gördükleri spekülasyon, “barış” ile sona eriyordu. Burada “hoşgörü” kavramına yer veren Horkheimer, Bir yandan dogmatik otorite yönetiminden kurtulma anlamına gelen ama öte yandan her türlü zihnî muhtevaya karşı bir yansızlık tutumu sergilediği için göreceliğe yol açtığını belirtir. Böylece akıl artık biçimselleşmişti. Yani özünü yitirmiş, şahsî, çıkarcı, nefsani gayeler için kullanılan bir etiket -Üstad Necib Fazıl’dan öğrendiğimiz benzetme ile; çıkartma kağıdı- hâline gelmişti. Bu etiketi okuyan “makine” kafayı da, okutan “makine” kafayı da artık Batı belirliyordu!
Aklın Şeklîleşmesinin Neticeleri
Her kültürel saha, modern toplum olmanın şartı olarak sunulan içtimâî işbölümleri, evrensel nesnel doğruya karşı kendi hükümranlıklarını ilan etmişlerdir. Bu manzara doğası gereği göreci ve şeklî olan aklın tergib ve tervicinin, hayata şâmil kılınmasının zorunlu neticesidir.
Özerkliği kalmayan akıl, artık bir araç hâline gelmiştir. Pozitivizm öznel aklın şekilci cephesini, pragmatizm ise araçsal cephesini belirtiyordu. Akıl, kendi dışında belirlenmiş içeriklere teslim oluyor, dinin yerini alan ulus anlayışları, ideolojiler gibi toplumsal süreçlere boyun eğiyordu. Artık aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurulmasında oynadığı rol, tek ölçüt durumundadır. Artık anlamın yerini, eşyanın ve hâdiselerin dünyasındaki işlev yahut etki almıştır. Dilde, üretim aygıtlarına yarayacak unsur bulunmayan her cümle artık anlamsızdır. Doğruluk kendi başına bir gaye değildir artık.
Aklın Yerini Alan Otorite Olarak Bilim
Aklın otoritesi elden gidince makamına bilim kondu. Yani olguların sınıflandırılması ve olasılıkların hesaplanması. Bugün artık, adalet ve özgürlüğün, kendi başlarına, adaletsizlik ve baskıdan daha iyi olduğu önermesi, bilimsel olarak doğrulanabilecek ve yararlı bir önerme değildir. Bu tür önermeler artık, kırmızının maviden daha güzel olduğu yahut yumurtanın sütten daha iyi olduğu önermeleri kadar anlamsız görünmektedir.
Akıl kavramının güçten düşüşü ile çıkarcı düzenlerin, ideolojik yapılanmaların ve en kaba yalanların yayılmasında elverişli zemini sağlanmıştır. Burada Horkheimer örnek olarak 18. yy.da Afrikalıların köleliğinin “adil, akıllıca, doğanın takdiri” olduğu şeklindeki Amerikan meclisi konuşmalarından örnekler getirmektedir. Örnekteki adalet, akıl, doğa gibi kavramlar artık biçimsel olarak kullanılmaktadır, kendinde değerleri hiçe sayılmaktadır, araçsallaşmıştır. Açık bir kıymet hükmü olarak: “Öznel akıl, herşeye ayak uydurur.”
Sun’îleşme, Sahteleşme ve Meta’laşma
Horkheimer’a göre artık yaşadığımız çoğu hissî tecrübeler dahi sahtedir. Ona göre modern toplumda mevcut kalabilmiş örneğin alçakgönüllülük, kardeşçe sevgi, adalet ve insanlık anlayışları öznel aklın ilerlemesi ile ortadan kalmış olan din, mitoloji ve rasyonal metafiziklerin kırıntılarından kaynaklanmaktadır. Önceden insanlar bu nesnel düşüncelerinde doğrunun izini gördükleri, Tanrı, aşkın bir ruh yahut doğa ile özdeş logos’u gördükleri için bağlı kalıyorlardı mücerred değerlere; yani uğraşlar içsel değerleri ile ölçülüyordu.
Öznel akıl tarafından tahrip edilen çoğu tecrübe en temel duygulara kadar Horkheimer’in tabiri ile “buharlaşıp gitmektedir.” Bahçe ile ilgilenmek önceden bahçelerin Tanrılara ait olduğu ve onlar için ekildiği görüşlerini taşıyordu. Bugün ise sosyal statü belirtisi olarak araçsallaştırılmış ve sun’ileştirilmiştir. Öznel aklın biçimselleştirmesi sonucu estetik ve sanat ölçüleri de şekilci-kabukçu olmuştur. Öz niteliğini yitirmiştir. Horkheimer en basit estetik ölçülerinin yanında özgürlük, insanlık gibi kavramların dahi “ilk mutlak anlamlılık“dan yani tapınmalardan geldiğini belirtiyor. Dün “dünyaya ne olduğunu söyleyen, nihâî bir yargıda bulunan” örneğin Beethoven’dan bir yapıt, şeyleştirilmiş, bir müze parçası hâline, star performansı için bir vesile yahut belli bir zümreye dahilseniz mutlaka katılmanız gereken bir toplantı aracı hâline gelmiştir. Eser artık kendiliğinden bir kavrayışın neticesi değildir.
Sanat, aklın öznelleşmesi ve biçimselleşmesinin tipik bir sonucu olarak kültür metaına dönüşmüştür. Rastgele ve düzensiz duyguların saçma aracı olmuştur. Sanat, politika ve dinden olduğu gibi doğruluktan da koparılmıştır. Horkheimer’ın bu eleştirisi Büyük Doğu’nun şu temel ölçülendirmelerine denk geliyor: “Doğru’nun olmadığı yerde iyi ve güzel de yoktur.” “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz.”
Sanayi Devrimi ile Gelen “Meta’laşma”
İnsan faaliyetlerinin tümünü kapsayan metaya dönüşme durumu sanayi toplumunun doğuşu ile gerçekleşmiştir. Bir eser, ekonomik aygıtta yer edinebilir ise, getirisi var ise makbuldür ve toplumda yer edinebilir.
Pragmatizm (Yararcılık), Horkheimer’ın en çok eleştirdiği görüştür. “Pragmatizm hatırlamaya ve derin derin düşünmeye vakti olmayan bir toplumu yansıtır.” der. Pragmatizmde her şey konu yahut malzeme hâline gelir ve böylece son kertede aynılaşır, araçlar ve neticeler zincirinde bir ögeye dönüşür. Pragmatist William James’e göre “Her kavramı ‘herhangi bir kimse için bu kavramın doğruluğu ne gibi duyulur farklılık yaratacaktır’ sorusuyla sınarsanız, kavramın ne anlama geldiğini öğrenebilir ve önemini tartışabilirsiniz.” Horkheimer’a göre “bu kuraldan çıkan sonuç, bir kavramın anlamının insanların davranışlarıyla belirlendiğidir. Tanrı, neden, sayı, töz yahud ruh kavramları, James’e göre, bizi eyleme yahut düşünmeye yönelttikleri için anlamlı ve önemlidir.” Bu bakış açısına göre “kapalı sınırlar içinde ve karanlıkta işlenen cinayetlerin de umursanmadığı bir gün gelirse, böyle bir cinayet kavramının da bir anlamının kalmadığını, herhangi bir ‘belirgin düşünce’yi yahut bir doğruluğu temsil etmediğini düşünmemiz gerekecektir, çünkü bu cinâyetler artık ‘herhangi bir kimse için duyulur bir farklılık’ olmaktan çıkmıştır.” der Horkheimer.
Günümüzde düşünce artık, düşünce olmayan bir şeyle, üretim üzerindeki yahut içtimâî davranışlar üzerindeki etkisiyle ölçülmektedir, tıpkı önceki satırlarda belirttiğimiz üzere, sanatın, en küçük ayrıntılarına kadar, sanat dışı bir şeyle, örneğin gişe hasılatı yahut propaganda değeriyle ölçülmesi gibi.
Aklın “Cansız Bir Aygıt”a Dönüşmesi / Etkisizleşmesi
Günümüzde akıl, modern bilim için belirlenen normlar dışında gerçekleştiriliyor ise, William James’ın deyişi ile “dünyanın hazinelerini açan bir anahtar” değil ise geçerliliği olan bir kavram olarak görülmemektedir. Buna “aklın yansızlaşması-tarafsızlaşması-etkisizleşmesi (neutralization)” adını veriyor, Horkheimer. Aklın herhangi bir şey yahut hadise karşısında tarafsızlaşması yahud etkisizleşmesinin tarihsel çerçeve içinde “budalalık ve aptallık” olduğu açıktır ki Horkheimer da bunu açıkça belirtir.
Aklın bu şekilde “cansız bir aygıt“a dönüşmesini özet olarak “nesnel içerikle her türlü ilişkiden ve bu içeriği yargılama gücünden yoksun bırakarak “ne?” sorusuyla değil “nasıl?” sorusuyla uğraşan bir yürütme organı durumuna düşürerek, olguları kaybetmesi” şeklinde açıklıyor.
Öznel akıl ve nesnel aklın akıbetleri hakkında ise Horkheimer şunları belirtiyor: “Kaba maddecilik olarak öznel aklın sinik bir nihilizme-hiççiliğe düşmekten kaçınması imkânsız gibidir; nesnel akla dayanan geleneksel evetleyici doktrinlerin ise ideolojiyle ve yalanlarla akrabalığı ortadadır. “
Felsefenin Görevi
Felsefe’nin bu vaziyet karşısında görevi birini ötekine karşı inatçı bir biçimde savunmak değil, bu ikisi arasında karşılıklı bir eleştirinin gelişmesine yardım etmektir. Eleştirilerini sürdürürken öznelci felsefenin kalıntıları değil, nesnel akıl öne çıkarılmalıdır. Aslen “iç içe geçmiştir bu iki kavram: Birinin sonucu sadece ötekinin yokluğu değil, varlığıdır da. Yanlışlık ögesi bu kavramların özünde değildir; yanlışlık, birinin ötekine karşı çıkarılıp mutlaklaştırılmasındadır… Akıl, öz-eleştirisiyle, iki karşıt akıl kavramının sınırlılıklarını görmelidir.” Aklın hastalanmasına sebep olan mikrop “insanların doğaya egemen olma mücadelesinin içinde doğmuş olmasıdır ve iyileşme de,… hastalığın bu gerçek kökeninin kavranmasına bağlıdır.”
Peki, kavramayacak olursa ne olur? Horkheimer’a göre “İnsan kendi aklını anlamadıkça, şimdi kendisini de yok etmek üzere olan çatışmayı yarattığı ve sürdürdüğü o temel süreci anlamadıkça, doğa üzerindeki tahakküm insan üzerindeki tahakküme, insan üzerindeki de doğa üzerindekine dönüşüp duracaktır.”
“Eğer felsefe insanların bu hastalıkları tanımasına yardımcı olursa, insanlığa büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır.” diyor Horkheimer, yani felsefeye itimadı devam ediyor. Bu itimadın bir şartı var; “akıl denilen şeyin yadsınması” ve bu yapılır yani bizzat akıl, aklı yargılarsa, “aklın yapacağı en büyük hizmet olur.” diyerek kitabını sonlandırıyor.
/// Abdurrahman Hacımelek’in bu yazısı, YÜCE DEVLET DERGİSİ’nin 25 Mayıs 2015 tarihli 14. Sayısında yayınlanmıştır.