BERBER ŞÜKRÜ AMCA
Nice zamandır yazmak istiyordum, bu hikâyeyi. Vefatını hüzünle öğrendiğim 1992 veya 93 yılından beri. Konu var, ilham var amma… Neyse…
Soyadı da Karamuk idi. Fatih Camii’ne arkanızı verdiğinizde sol taraftaki çıkış kapısından çıktıktan sonra, sağ tarafta üçüncü sıradaki ince uzun dükkânda sanatını icra ederdi.
Üniversitedeki talebelik yıllarımdı. 1979 yılında, bir arkadaşımla Fatih’te Başmüeezzin Sokağı’nda bir kiralık ev tutmuştuk. Fatih Camii’ne de çok yakındı. Namazdan dönerken genellikle işte o sol taraftaki çıkış kapısından çıkardım. Bir gün Şükrü Amca’nın dükkânının önünden geçerken içeride Osmanlıca yazılı bir belge gördüm. Belge beni cezbetti ve “Gelip bu dükkânda tıraş olayım, belli ki berber Osmanlı’dan kalma bir kişi, ondan bir şeyler öğrenirim” dedim kendi kendime.
Bir kış günüydü. Sabah sekiz buçuk sıralarıydı. Selam verip tıraş olmak istediğimi söyledim. Şükrü Amca, o esnada bir piknik tüpünün ateşinde ellerini ısıtıyordu.
-Şimdi, ellerim soğuk, seni tıraş edemem, yarım saat sonra gel, dedi.
Afalladım, tabii. Şimdiye kadar bir berberden böyle bir ret cevabı almamıştım. Neyse, eve döndüm. Yarım saat sonra yeniden berber dükkânına gittim. Lakin umduğumu bulamadım. Şükrü Amca, saçımın nasıl kesileceğini sordu ve sonra bir kelam etmeden beni tıraş etti. Tıraş esnasında gözüm beni o dükkâna cezbeden belgenin aynadaki aksindeydi. Lakin Şükrü Amca’nın tunç gibi sert halinden çekinerek tek bir soru soramadan ücreti ödeyip kös kös çıkıp eve döndüm.
Bir sonraki sefer Cuma gününe denk geldi. Dükkânda bir müşteri vardı. Cumaya da iki saattan fazla zaman vardı. Selam verip tıraş olmak istediğimi söyleyince bana baktı ve “Ya saç ya da sakalını tıraş ederim” dedi. Ve tabii ki dediğini de yaptı…
Sakal derken sünnet üzre sakal yani… Liseyi bitirmeden bir ay önce bırakmıştım. O zaman gençlerin sakal bırakması, hele sünnet üzre sakal bırakması çok yadırganırdı. Hem de İzmir’de…
İşte o sakalı tıraş etmedi, Şükrü amca. Sadece saç tıraşı yaptı. Cumaya bir saat kadar varken tıraşı bitirdi. Sağlam Müslümandı. Güzelce abdestini tazeleyecek, camiye erkenden gidecek, dua edecek…
Zor bir adamla karşı karşıya olduğumun farkındaydım. Lakin zor adamları hep sevmişimdir. Onlardan çok şey alırsınız, öğrenirsiniz; istifade edersiniz. Biraz sabretmeniz lazım tabii ki… Neyse, konumuza dönelim.
Belki on defa daha tıraş oldum, Şükrü amcaya, lakin tek kelime etmeden. Selam, tıraş, ücret ödeme, selam. Hepsi o kadar…
Ayda bir tıraş olduğuma göre demek ki on ay kadar sonra, cesaretimi toplayıp duvardaki ruhsatnameyi sorabildim. Tabii ki en kibar ve saygılı bir şekilde. Tıraşa devam etti, sanki hiç duymamış gibi. Ama içimde cevap vereceğine dair kuvvetli bir his vardı. Ve başladı anlatmaya. Ustasının onun beline nasıl peştamal sardığını, sararken ona ne nasihatler ettiğini; ruhsatnameyi nasıl aldığını bir bir hikâye etti. Hiç acele etmeden tane tane konuşuyordu.
Tıraştan sonra eve nasıl memnun mesut döndüğümü tahmin ediyorsunuzdur. Sonunda “susam açılmış,” “dev” konuşmaya başlamıştı.
Ruhsatnamenin Osmanlıca olduğunu söylemiştim değil mi… O devirde değil dükkâna asmak evde bulundurmak bile tehlikeliydi. Cumhuriyetin ceberut zamanını da görmüş Şükrü amca. İşte böyle cesur bir adamdı.
Evet, son gidişimde ne güzel konuşmuştu lakin bir dahaki gidişimde yüreğim yine pır pır ediyordu, acaba yeniden konuşacak mı diye. Böyle iki duygu arasında yeniden gittim. Saygıyla selamımı verdim. Koltuğa buyur etti. “Her zamanki gibi değil mi” dedi, yumuşak bir ses tonuyla. İçim ferahlamıştı. Tıraşa başladıktan biraz sonra “Berberliğe nasıl başlamıştınız” deyiverdim. Annesiyle beraber yaşadıklarını, geçim zorluğu çektiklerinden annesinin onun bir yere çırak girmesi gerektiğini söylediğini, bir tanıdık vasıtasıyla bir berberin yanına çırak girdiğini; yine ağır ağır tane tane anlattı. Ağabeyleri, ablaları var mıydı, bilmiyorum. Ailesinden bahsetmekten pek hoşlanmıyordu.
Bir diğer gidişimde anlattığı olay, onun şahsiyetinin kuvvetini ispat eder derecede idi: Bir müşteri, onu fesini kalıplatmaya göndermiş. Onun için de Fatih’ten Kapalıçarşı’ya gidip fesçide sıra varsa bekleyip dönmesi gerekiyormuş. Bu arada gelen müşterilerden ve hele gitmesi gerektiği esnada tıraş olan ve herkesten fazla bahşiş veren birinden gelecek bahşişleri kaçırdığını, bu sefer biraz heyecanlı bir tarzda anlatmıştı. Sanki o anı yeniden yaşıyordu. Döndüğünde fesi kalıplatan müşteri bahşiş vermeyince, bu durumu yani gelecek bahşişlerdeki kayıplarını müşteriye deyivermiş. Fakirlik insana neler yaptırmaz ki… Gelecek her kuruşun hesabını yapmak zorunda imiş demek ki. Fakat onun kendini böyle cesurca ifade etmesi, ustanın hoşuna gitmemiş ve onun işine son vermiş. Hadi bakalım…
Karıncanın da dostu var derler. Dükkânda kalfa olan bir berber de “Çocuk haklı, neden onu işten çıkarıyorsun, ben de işi bırakıyorum” deyip önlüğünü çıkarıp eşyalarını toplamış ve iki yiğit adam beraber çıkıp gitmişler. Kalfa “Sen merak etme evlat, Allah büyük, yeni bir iş buluruz, inşallah. Sen şimdi evine git, iş bulunca seni haberdar ederim” demiş. Eve erken dönünce telaşlanan annesine olayı anlatmış. Üzülmüş tabi zavallı annesi. Ağlamış kadıncağız, ne yapsın, fakirlik var. Bir ay kadar sıkıntı çekmişler. Neyse, sonunda yeni iş bulup çıraklığa devam ederek bu sıkıntılı dönemi atlatmışlar. Dünya hayatı böyle, inişli çıkışlı. Hele mert adamlar için…
Yavaş yavaş ahbap oluyorduk. Artık dükkâna girip selam verdiğinde tebessüm ediyordu. Müşteri varsa usluca ses etmeden bekliyordum. Tıraşa başlayınca onu dinlemeye başlıyordum. Bir keresinde İstiklal Harbi’nde geceleyin nasıl silah kaçırdıklarını anlatmıştı. Dinlerken yaşadığım heyecanı unutamıyorum. Kahraman adamdı, benim Şükrü amcam…
Cumhuriyetin ilk yıllarında dört sene askerlik yapmış. İkinci Dünya Savaşı’nda yeniden askere almışlar. Büyükada’da çavuş rütbesiyle iki sene daha vatan hizmetinde bulunmuş. Kısaca deyiveriyorum ben ama benim amcam, buralardaki hatıralarını uzun uzun, tane tane anlatıyordu. Ben de dört kulağımla beraber dinliyordum.
Bir keresinde hatırlı ama yaşlı, artık evden çıkamayan bir müşterisinin evine gidip tıraştan sonra ona pirinç pilavı yaptığını anlatmıştı. Pirinç pilavının nasıl daha iyi yapılacağını da güzelce tarif etmişti. Bu, tabii ki çok işime yaradı. Bekârız, talebeyiz, en çok yediğimiz yemeklerden birisi de pilav tabii. Ondan öğrendiklerimi uyguladım tabii ki. Artık ben de güzel pilav yapıyordum, öyle ki memlekete dönünce annemin pilavını beğenmez olmuştum. Ona da anlattım, Şükrü amcamın pilav tarifini. Annecağızım da çok güzel yemek yapardı. Benim ukalalığımı dinledi zavallı. Anne işte, çocuğunun kusurlarını görmezden geliyor. Neyse…
Ailesinden söz etmekten pek hoşlanmadığımı söylemiştim ama bir keresinde kızı ve torunlarının Avusturalya’da olduğundan kısaca bahsetmişti. Damadından galiba pek hazzetmiyordu. Bunu tam olarak söylemedi ama anlatış tarzından öyle anladım. Kimsenin gıybetini yapmazdı. Sağlam bir ahlâkı vardı.
Bir ara iyice zenginleşmiş. Bayezid’de büyük bir dükkânı, üç veya dört kalfası varmış. İkindiden sonra musiki fasılları olurmuş. Nice meşhurlar gelip tıraş olurlar imiş. Fasıllara o zamanın kalburüstü insanları; hanende, sazende ve dinleyici olarak katılırmış. Sert adamdı benim Şükrü amcam amma işte böyle sanattan da iyi anlardı.
Türkçesi çok düzgündü. Özne yüklem hep yerli yerindeydi. Osmanlının son zamanındaki o güzelim Türkçe onun ağzından bir şiir gibi dökülürdü. Dinlemeye doyamazdınız. Doğru dürüst bir eğitim alamamıştı amma İstanbulluydu, Osmanlıydı.
Neyse, gel zaman git zaman fakülteden mezun oldum. O sene öğretmen almadıkları için baba evine dönmek zorunda kaldım. Yüksek lisansı kazanınca ilk sene İngilizce hazırlığın yoğunluğundan, sonra da Beşiktaş’ta bir evde ikamet etmeye başladığımdan artık pek görüşemez olmuştuk. Ara sıra uğrardım velakin, tıraşım geldiyse saçlarımı kestirirdim. Allah affetsin, sakalı koruyamamıştık. Neyse…
Sonra askere gittim, evlendim. Karşı yakada yaşamaya başladım. Yine ara sıra uğruyor, elini öpüp duasını istirham ediyordum. Artık iyice yaşlanmıştı ama yine de dükkâna devam ediyordu. İhtiyar olduğu için müşterisi azalmıştı, lakin bazen onu bir müşteriyi tıraş ederken gördüğüm oluyordu.
Bir seferinde onu pek mutlu gördüm, yüzü gülüyordu, “Hayırdır, Şükrü amca, pek iyi gördüm sizi” deyince “Kızım ve torunlarım döndü” demişti. Nasıl sevinmesin ki…
Bu, onu son görüşümdü. Fatih’e bir kez daha geldiğimde onun dükkânında iki berber gördüm. Zannettim ki artık gelemiyor. O berberlere Şükrü amcayı sorduğumda “Sizlere ömür, Şükrü amcayı kaybettik” cevabını aldım. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü, büyük bir dağ devrilmişti sanki.
Nur içinde yatsın…
Maqamı âlî olsun…
***
Öğretmenlik yaptığım yıllarda bu tür yazıları “Yaşanmış veya yaşanması mümkün olayların okuyucuya haz verecek şekilde anlatıldığı kısa edebî yazılara hikâye denir” şeklinde öğrenciye anlatırdım. Bu, bizzat yaşanmış olanlardan.
Lakin bana öyle geliyor ki bir masaldır. Şükrü amca bir dev, yaşadığı zaman çok eski zamanlardan bir zaman.
Çünkü onun gibi yani demir gibi, taş gibi sağlam adamlar galiba pek kalmadı. Kaldıysa da ben göremiyorum.
Siz, görüyor musunuz…
Haydar Hepsev
Ağustos 2021
_________________________________
Not: Osmanlı zamanındaki berberler hakkında geniş bilgi için bkz. Haluk Perk, Mahallemizin İlk Sağlıkçıları: Berberler, Zeytinburnu Belediyesi yay., İstanbul 2017; http://www.zeytinburnu.istanbul/Document/FileManager/Berberler.pdf (35. sayfada hikâyede bahsedilen ruhsatnamenin güzel bir resmi bulunmaktadır.)