BİNTASYA VE DİMAĞ
Kelimenin kökü ve karşılıkları:
Bintasiya: (aslı eski Grekçe’dir; ‘Fantazya (görüntüleme, görünüm, görüntü, hayal etme anlamlarındadır ve terim olarak ilk defa Aristo kullanmıştır)’. Suretleri idrak eden Hiss-i Müşterek, Cevher-i Mefârık (başın ortasındaki cevher); dış duyular ile hissedilen cüz’î suretlerin kendisinde birleştiği kuvve, batini idrak, ortak duyu, sağduyunun ruhu, ruhani his, ortak akıl; aklın ruhu manalarına gelir.
***
İbn Sînâ’da:
“Sende ve pek çok eğitimli hayvanlarda da, sureti muhafaza edenden başka olan bir muhafaza gücü/kuvvesi vardır. Bu kuvvelerden her birinin kendisine özgü cismanî aleti ve özel bir ismi vardır. Bu durumda birincisi ‘Hiss-i Müşterek (ortak duyu) ve ‘Fantasya (kitabın aslında bintâsiyyâ)’ diye isimlendirilmiş olandır ve onun aleti duyu sinirlerinin başlangıcında, özellikle de beynin ön kısmında, dökülmüş olan ruhtur (1).”
***
İmam Gazâlî’de:
“Sûreti idrak eden Hiss-i Müşterek’tir. Buna Bintasya da denir. Bunun hazînedârı hayaldir. Mânâyı idrak eden ise vehmî kuvvettir. Bunun hazînedârı ise hafıza ve zâkire kuvvetidir. Kuvve-i Mütehayyile hem idrak eder, hem de akleder. Vehim ve his ise akletmez. Bu söylenenlerin ispat edilmesi vicdânî bir şekilde mümkündür.
Bu konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Mesela sen aşağı doğru hızla düşmekte olan bir yağmur damlasını düz bir çizgi (hatt-ı müstakîm) olarak, süratli bir şekilde dönmekte olan bir noktayı dairevî bir çizgi olarak görürsün. Burada görme olayı tahayyülî bir surette değil, müşahede yoluyla gerçekleşmektedir. Eğer bu görme olayı göz tarafından idrak edilmiş olarak kabul edilirse düşen damlanın çizgi, dönen noktanın daire şeklinde idrak edilmesi gerekirdi. Oysaki biz bunları çizgi veya daire olarak idrak etmeyiz, öyleyse buradan şöyle bir sonuç çıkarılması gerekir: Bu olayda idrak etme işi, gözün haricindeki bir kuvvet tarafından gerçekleştirilmektedir. İdrak eden bu kuvvetle öncelikle görülen şeyin heyeti (karakteri) resm olunmakta, henüz bu heyet kaybolmadan daha başka heyetler birbiri peşi sıra ona mülakî olmaktadır. Bu sebeple de düşen damla düz çizgi şeklinde, dönen nokta daire şeklinde algılanmaktadır. Eğer dönmekte olan bu nokta ağır çekimde izlenmiş olsa, onu sen dairevî bir çizgi olarak değil de, ayrı ayrı noktalar (nokta-i müteferrika) olarak görürsün.
İşte böylece idrakin ilk önce gözle değil de başka bir kuvvet tarafından gerçekleştiği ispatlanmış olur. Yani göz müşahede ettiği şeyi ona iletir. Tüm mahsûsât bu kuvvetle toplanmakta ve idrak bu şekilde gerçekleşmektedir. İşte, bir kimse görüldüğünde veya bir ses duyulduğunda iki gözde iki suret, iki kulakta iki ses olmasına karşın onların bir tek olduğunun idrak edilmesi, gözlerin ve kulakların ötesinde bir idrak mahallinin bulunduğunu gösterir.
Bu kuvvet, gözün iki tane olarak algıladığı suretlerin bir ve aynı olduğunu idrak eden bir kuvvet olup, onda gözün ve kulağın algıladığı duyumlar ayrı ayrı bulunur. İşte mütemâsilâtın ve muhtelifâtın (benzer ve farklı olanların) toplandığı ve idrak edildiği bu kuvvete Hiss-i Müşterek denir.
Ruhun idrak edici (müdrik) olması bu kuvvete bağlı sebeb-i mahsusâtın bu kuvvette toplanması yüzündendir. Bu kuvvetin idrak etmekten başka bir vazifesi yoktur. İrtisam ve hıfz başka bir kuvvetin işidir.
Hiss-i müştereğin özelliklerinden bazıları şunlardır: (a) Mahsûsatı önce duyularda hazırlamak, daha sonra onları idrak etmek. (b) Aklî küllîleri değil şahsî cüz’îleri idrak etmek. (c) Zâhirî mahsûsâttan ve de mütehayyilâttan lezzet ve elem duymak (2).
***
DİMAĞ
İbn Bâcce’de
“Genel olarak, duyumsananların (mahsûsât) bir kısmı ortak, bir kısmı özeldir (Aristotles, De Gen. An. I. 23. 731 a 30 sq.). Özel olanlar, daha önce söylendiği gibi, duyunun edilgen olduğu şeylerdir. Genel ise, duyunun edilgen olmadığı şeylerdir. Bunlarda idrak, sadece anlamın bulunması esnasında ortaya çıkan bir güçle gerçekleşir. Bu nedenle ortak duyuları, ortak duyunun algıladığı söylenmiştir, çünkü duyu onlardan etkilenmez. Onlar bu kuvvete aittir fakat bu durum duyuya bitişik olmaları nedeniyle değil, bilfiil olmalarından kaynaklanır. Çünkü kuvvet duyudan soyutlanırsa ‘ortak duyu’ haline gelir. Duyudan ancak belli bir şey hâline geldiğinde soyutlanabilir. O ise, belli bir duyumsananı idrak etmekle olur. Öyleyse duyumsayanın varlığı, daha önce de açıklandığı gibi, duyuda zorunlu olarak bulunmalıdır. Bu nedenle kuvvetin genel olarak duyumsananlardan soyutlanması mümkün değildir. Çünkü onlar, cisimde bulunur. İmkânsız olan ise, bunların bir cisme bitişmeden ayrık bulunmalarıdır. Bu, daha önce bahsedilen şüpheden kaynaklanan imkânsızlıklardan biridir. (s. 134)”
ORTAK DUYUYA (HİSS-İ MÜŞTEREK) DÂİR
“Bu duyguların tümünün ilk olan tek duyunun güçleri olduğu ve ona hiss-i müşterek denildiği söylediklerimizden açıkça anlaşılır (Aristoteles, De Anima, III. 2. 425 b 11-22; İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’n Nefs, Ehvânî Neşri, s. 54.). Duyu hakkında özetle yazdığımız yerde bu duyunun varlığını açıklamıştık. O, sayesinde formların duyulur (mahsus) hâle geldiği bir heyûlâdır. Bu nedenle duyulardan biriyle katıştığında, heyûlânın (3) hareket etmesi gibi, o duyu da hareket eder. O, mevzu bakımından tek, söz (yüklem) olması bakımından çoktur. Aynı şey, dairenin merkezi için söylenir: O da mevzu bakımından bir, söz bakımından çoktur.
Birçok ortak duyular var olduğuna göre, onları kabul edecek ortak bir güç de zorunlu olarak olmalıdır. Bu bağlamda dokunma ve görme güçlerinde bu anlamı kabul edecek ortak bir gücün bulunması zorunludur.
Bu ortak duygu, ne olduğunu araştırdığımız duyudur. Aynı şekilde beş duyuya ait ortak duyulurlar da vardır. Onların ortak bir duyusu olduğu da açıktır. Bu güç, duyulurların hâllerinin değişimine göre hüküm verir ve onun birçok hâlini algılar (Aristoteles, De Anima, III. 2. 426 b 10; İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’n Nefs, Ehvânî Neşri, s. 54.). Öyleyse söz gelişi bu güç, elmanın her parçasında bir tat, koku, renk, soğukluk veya sıcaklık hisseder ve onlardan her birinin ötekinden farklı olduğu hükmünü vermek mümkün olmazdı. Eğer farklılık olduğu düşünülürse bu farklılığın nasıl olduğunun araştırılması gerekir.
Bu güçte, duyulur olan şey ortadan kalktıktan sonra da, geriye duyulur olanların izleri kalır. Bu durum renklerde ortaya çıkar. Çünkü bu gücün görevi, hissedileni tutmaktır ki bu, hissedilenlerin ondaki etkileridir (İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’n Nefs, Ehvânî Neşri, s. 63.). Hissedilenin bir etki bırakması söz konusu olursa, bu güç eserin idrakini elde eder. Öyleyse gayeden ibaret olan altı kuvvet ve duyulardan ibaret olan beş kuvvetin nefis olduğu açıktır. Çünkü onlar, cisimler için kemâl demektir. Yedincisi ise hareket ettirici güçtür, onun durumunu daha sonra açıklayacağız.
Herhangi bir araç kullanamayan bir kuvvetin varlığına gelirsek, böyle bir şey iştirak ile nefis olarak adlandırılır. Ortak duygu, zorunlu olarak tabii sıcaklığın sureti olunca, onun nefs olması zarûrî olmuştur. Böyle bir nispet yönüyle ona nefs denilmemiştir. Aksine kemâl olması nedeniyle nefs denmiştir. Fakat o, bileşik bedenin bütününe ait kemâl değildir. Onun bedendeki varlığı, kendine özgü heyûlâda bulunmasına bağlıdır ve bu sayede genel olarak bedenin bir parçası hâline gelir. Ortak duyunun bedende bulunmasıyla duyulara ilişmesi ve cisim sahibi olmayan şeyi hareket ettirmesi mümkün olmuştur. Hiss-i müşterek beden dışındaki bir şeye ilişmez.
Ortak duyu, ancak organlar nedeniyle araç sahibi cisim için suret hâline gelebilir. Bu durum, söz gelişi, gözle karışmasına benzer. Bu nedenle uyuyan duymaz veya görmez. Uyku esnasında gözleri kapanmayan hayvanda bu durum açıktır; çünkü o suret, cisimde değildir. Çünkü o suret heyûlâsını terk etmez. Bu suretin ait olduğu cisim duyuda bulunmadığında, duyumsama gerçekleşmez. Hiss-i müşterekin duyuda bulunması, o duyunun sureti olması gibidir. Bu durum bir gemide kaptan bulunmasının zorunluluğu gibidir. Bu suretin durumu baka bir yerden özetlenmişti.
Ortak duyu duyulardan ayrıldığında, bir cismin formu olmak gibi o duyuların nefsi hâline gelir. Bu nedenle uyku her canlıda bulunmaz. Çünkü nefse ait olan doğal sıcaklık sadece duyu organlarında bulunur. Bu nefiste, öncelik ve sonralık birdir. Bu husus, Hayvan Kitabı’nda özetlenmişti.
Hiçbir şekilde bir cismin formu olmayan bir güce sahip bir canlı olsaydı, buna ancak bir tür ortak adlılıkla nefs denilebilirdi. Buna, ortak duyum bir cisimde bulunduğunda varlığı ortaya çıkan gücü örnek verebiliriz. Bu durumda ortak duyum bu gücün heyûlâsı, bu güç de ortak duyunun formu olur fakat ilk formu olmaz. Bu nedenle bu güç, nefis ile nefs olmayan güçler arasında vasıta güçtür ve her biri ondan bir pay alır. (s. 132 ve 134) (4).
***
Şemseddin Günaltay’da:
“İlk defa Aristo tarafından kullanılan ‘Hiss-i Müşterek (ortak duyu)’ tabiri, eski âlimlerin ileri gelenlerinin kabul ettiği ‘iç duyular’dan birincisidir. Aristo’nun tarifine göre Hiss-i Müşterek, dış duyular ile hissedilen cüz’î suretlerin kendisinde birleştiği kuvvedir (faculté). Hiss-i müşterek, bütün duyuların birleştiği bir umumi bir duyudur. Aristo bu umumi duyuya Bintâsiya (Fantazya-Phantasis) adını vermiştir.
Fantazya lafzı, İslâm hukemâsı tarafından Bintâsiya şekline sokularak Arapçaya mal edilmiştir. Aristo, his ile algılanan suretlerin zihinde irade dışında vücuda gelmesine ‘Phantasia Aisthiki’ demiştir ki felsefe kitaplarımızda kullanılan Hiss-i Müşterek tabirinin karşılığıdır. Suretler ve manaların zihinde iradî olarak vücuda gelmesine de ‘Phantasia Logika’ demiştir ki bu da İslâm felsefe kitaplarındaki ‘Mütehayyile’ karşılığıdır.
Aristo, Bintâsiya’yı, görme, işitme vb gibi hakiki bir duyu sayarak buna ‘Sensorium Commune’ diye adlandırdığı verdiği özel bir uzuv olarak tasavvur etmiştir.
Hiss-i Müşterek’te, nazari (teorik) ve amali (pratik) gelişim kabiliyeti vardır. Bu gelişim, Mütehayyile ve hafıza gibi diğer yetenekleri doğurur. Duyu organlarında hareket, duyumlama sürecinden sonra da payidar kalırsa merkezi organa intişar eder ve oraya vasıl olunca kendine has maddesinin yeni bir haliyle sonuçlanır. İşte bu Mütehayyile kuvvetinin mahsulüdür. Demek oluyor ki bu nazariyeye göre Mütehayyile, Hiss-i Müştereğin idrak ettiği mahsusatı (duyumlamaları), maddelerinin kaybolmasından sonra da, koruyan ve idrak eden bir iç kuvvettir. Eğer bir ‘resmedilen suret, L’image’ geçmiş bir idrakin geri dönmesi şeklinde biliniyorsa bu da ‘Zâkire’ veya ‘Hâfıza, Le memoire’ın mahsulüdür.
Aristo, Zakire ve Hafıza’yı ikiye ayırmış ve irade dışı olana ‘Mnimi’, iradisine de ‘Anamnisi’ isimlerini vermiştir. Bunlardan ‘Mnimi’ felesefe kitaplarımızda ‘Hayal’ ve ‘Musavvire’ mukabili, ‘Anamnisi’ de ‘Hafıza’ karşılığı sayılabilir (5).”
Haydar Hepsev
Temmuz 2022
__________________
Notlar:
(1) İbn Sînâ, İşaretler ve Tembihler, terc. Muhittin Macit-Ali Durusoy-Ekrem Demirli, Litera Yay., 4. baskı, İstanbul 2017, s. 111.
(2) Gazâlî, Hakikat Bilgisine Yükseliş “Mearicu’l-Kuds”, terc. Serkan Özburun, İnsan yay., 1995 İstanbul, s. 42-3)
(3) Asıl anlamı ‘madde ve bütün varlığın esası olarak düşünülen maddedir.’ Felsefede ‘eşyanın, cisimlerin gerçek ve ilk maddesi ve dünyanın meydana gelmesinden önce evrenin içinde bulunduğu karışık durum, kaos’ anlamlarına gelir.
(4) İbn Bâcce, Kitâbu’n-Nefs İnceleme-Çeviri-Metin, terc. Burhan Köroğu, YEK Bşk. Yay., 2019 İstanbul. (Kitaptaki dipnotlar, metnin içine alınmıştır.)
İbn Bâcce (vefatı h.533 / m.1138; Endülüslü âlim, feylesof, musiki üstadı, şair, devlet adamı), Kitâbu-n-Nefs’te “nefs, beslenme gücü, duyu güçleri, görme, koklama, tatma, dokunma, ortak duyu (hiss-i müşterek), tahayyül, nâtık gücü” hakkında her biri için ayrı başlık açarak geniş izahlarda bulunmuştur (bkz. İbn Bâcce, Kitâbu’n-Nefs, İnceleme-Çeviri-Metin, terc. Burhan Köroğu, YEK Bşk. Yay., 2019 İstanbul).
(5) M. Şemseddin (Günaltay), Felsefe-i Ûlâ- İsbat-ı Vacip ve Ruh Nazariyeleri, İstanbul 1341 (1922-23), s. 266. Tarafımızdan sadeleştirilmiş ve aslındaki iki dipnot metnin içine alınmıştır.) Bugünkü yazıya aktarılmış hali de bu kitaptadır: M. ŞEMSETTİN GÜNALTAY, FELSEFE-İ ULA İsbat-ı Vacip ve Ruh Nazariyeleri, İnsan Yayınları 1994, s. 207-8 ve 419.”
#Akıl #İlim #İrrfan #Hikmet #Bintasya #Dimag #HissiMüşterek #Nefs #Zakire #Hafıza #Mütehayyile #Musavvire