BİR İRFÂN ÂBİDESİNİN ARDINDAN
O’nu ilk kez 1978’de görmüştüm, tabii ki Millet Kütüphanesi’nde. Edebiyat Fakültesi’ne yeni başlamıştım; (Edebiyat Fakültesi’ndeki bir derste ismi geçen) Muallim Naci’nin Istılâhât-ı Edebiye adlı eserin aslını merak etmiş ve bir bakayım demiştim. Matbu eseri acemi acemi okumaya çalışırken (zira ilk sınıftaydım) bir yerde “tenkîl” kelimesine rastlamış ve duraksamıştım; Osmanlı Türkçesine yeni başlamıştık, nereden bilecektim o kelimeyi. Parmağım o kelimenin üstündeyken, sanki Hızır gibi omuzumda birden bire beliriveren bir zat “Tenkîl ne demek, biliyor musun” dedi gülümseyerek. Çok mahcuptum o zamanlar; ne diyeceğimi bilemedim. O mütebessim ve sevimli kişi “Cezalandırmak” deyiverdi ve çıkıp gitti. Onun o sevecen, yardımsever ve insanı rahatlatan hali, sadece bana değil nice kimseye kitabı, kütüphaneyi, ilmi, Osmanlıcayı sevdirmiştir. Ve iyi bir kütüphaneci de tabii ki öyle olmalıdır.
Sonraları onu Fatih, Bayezid, Laleli civarında yürürken görürdüm. İçimdeki saygı, minnet, sevgi hisleriyle ona bakakalırdım ama dedim ya o zamanlar pek mahcuptum, tanışmak nasip olmadı.
MTTB’nin çıkardığı Milli Gençlik Dergisi’nde (1) makaleleri yayınlanıyordu, onları da zevkle şevkle okuyor ve çok şey öğreniyordum; yani o zamandan beri talebesiyim.
Bazı toplantılarda görürdüm kendisini; hatta bir derneğin iftarında karşı karşıya oturma lütfuna ermiştim. Kalbî muhabbetim hep vardı ama bu sevgi, maalesef, o zaman için bir tanışıklığa dönüşmedi. Emekli olunca Sahrayı Cedit’te bir ev aldı ve muhterem kayınpederim Bülend Çöllü’nün komşusu oldu. Kayınpederim, bize Tayşi Hocadan bahsediyordu, ama daha henüz iyi bir vesile ortaya çıkmamıştı.
Bir bayram ziyaretinde kayınpederimdeyken (2), o zaman Süleymaniye Kütüphanesi Müdürü Emir Eş Bey’le (3) birlikte Tayşi Hocamıza gittik. Aman efendim, o ziyarette öyle muazzam, feyzli, bereketli bir sohbet oldu ki beş-altı saatin nasıl geçtiğini anlamadım. Ayrılırken Tarikat Kıyafetleri (Yahya b. Sâlih el-İslâmbolî, Sufi Kitap, 2006 İstanbul) başlıklı kitabını (4) lütfedip imzalayarak naçize hediye ettiler.
Bir sonraki bayramda, koşa koşa ziyaretine gittim. Bayramlarda mübarek hocamızın evi dolar taşar; ama o zaman Allah tealanın lütfu olmuştu; bazı telefon görüşmeleri ve namazlar hariç, uzun uzun sohbet etmiştik. Tarih, edebiyat, sanat, tasavvuf, ilim, irfan bahislerinin zirvelerinde dolaşıyorduk. Hayranlık ile dinliyor; ara sıra sorular soruyor, aldığım cevaplar karşısında susup kalıyordum.
Sözün bir yerinde Nakşbendî Şeyhi Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî (kuddise sirruh) hazretlerinin ismi geçince (böyle bir zatın mutlaka bir kâmil bir mürşide bağlı olması gerektiği düşüncesinden hareketle) “Sami Efendi hazretlerine mi bağlısınız” diye sorunca “Hayır, biz Melâmîyiz” cevabını aldım ve üzerime bir kova soğuk su dökülmüş gibi şoka uğradım (5). Şoku biraz olsun atlatınca “Kimden aldınız” dedim, “Babamdan” cevabını aldım ve konuyu burada bıraktım. İçimde 1000 voltluk bir hisle biraz daha sohbete devam ettikten sonra müsaade isteyip ayrıldım. Hocam, ehl-i sünnet, namaz kılan, takva sahibi iyi bir Müslümandı. Hep salih insanlarla beraber olmuştu. Ama bu Melâmîlik (6) neyin nesi oluyordu…
Saat kaçta eve döndük bilmiyorum, varınca kıyafetleri yırtarcasına çıkardım. Diyanet İslam Ansiklopedisi’nden başlamak üzere o gece bulabildiğim kaynaklardan Melâmîliği araştırmaya koyuldum. Sonra uzun bir zaman Melâmîlik hakkında bulduğum bütün kitap ve makaleleri okudum. Okudukça ferahladım, öğrendikçe rahatladım (Melamilerin kelamî (amel yok, laf çok) olanları da vardır, hocam gibi salih olanları da); böylelikle hocama olan muhabbetim daha da arttı.
Sohbet esnasında, büyük veli Niyâzî-i Mısrî (kuddise sirruh) hazretlerinin Dîvân’ını bir grupla okuyup şerh ettiklerinden bahs etmişlerdi. Bir pazar günü böyle bir derse iştirak ettim; ders esnasında içime hocamla beraber ders yapma fikri düştü. 2010 yılında emekli olduktan bir süre sonra bu fikrimi kendisine açtım. Grup derslerine katılabileceğimi söylediler. “Hocam, bazı hususi suallerim var, bunları herkes anlamayabilir; onun için eğer kabul buyurursanız birebir ders yapmak nasıl olur” dedim. Lütfen keremen kabul buyurup yine nezaket gösterip takip edeceğimiz kitabı seçme hususunu bize bıraktılar. Bir hafta kadar düşündüm. Hocam, 2010 Haziranında tercümesi Şeyhulislam Mûsâ Kâzım Efendi (rahmetullahi aleyh) tarafından yapılan Vâridât-i Bedreddîn kitabını neşretmişti. Kitabı biraz okumuştum; içinde ta ne zamandır aklımı ve kalbimi meşgul eden konular vardı. Kendi kendime “neden olmasın” dedim. Sonra şu aklıma geldi: Bir ziyaretimde hocam Prof. Dr. Necdet Tosun’un İlahiyat Fakültesi’ndeki odasında, Vâridât’ın Seyyid Muhammed Nûru-l-Arabî (kuddise sirruh) tarafından yapılan şerhini (7) görmüştüm. “Bu şerhi okusak nasıl olur” deyince “iyi olur, büyütülmüş bir fotokopisini de bana getirirsin” dediler; çünkü gözleri artık çok iyi görmüyordu.
Ve böylece biz başladık, o mübarek, feyzli, bereketli, saadetli, aşklı, muhabbetli derslere…. Bir kelimeden, bir cümleden başlayıp dünya ve ötesini dolaşıveren derslere… Geçmişte, hâlihazırda hatta gelecekte at koşturan derslere… Tasavvufun misk kokusuyla dolu derslere… (Monla Hünkâr kuddise sirruh’un muazzam teşbihiyle) bir ayağı şeriatta diğer ayağıyla bütün kâinatta gezinen derslere… Ve bitirdik elhamdülillah risaleyi, zor olsa da, güç olsa da.
Neden zor dedim, çünkü Bakırköy’den -her zaman kalabalık- metrobüsle (tabii ki aktarma yaparak) karşıya geçiyor, minibüse binip Merdivenköy’e hocamın evine erişiyordum; gidişim bir buçuk saat, dönüşüm de öyle; bu da beni oldukça zorluyordu. Hastalıklar da baş göstermişti. Derslerdeki yoğun maneviyat da eklenince derslerden sonra birkaç gün kendime gelemiyordum. Sonları da hastalıklardan artık devam edemez olmuştum, ne kadar üzülsem hatta kahrolsam da ama elden bir şey gelmiyor ki…
Şuna hamd ve şükrediyorum ki o derslerin hepsinin ses kaydını almak nasip oldu. Mevlâ nasip eylerse neşrederiz de ümmet-i Muhammed istifade eder. Derste sıkça zikredilen ve Seyyid Muhammed Nûru-l-Arabî hazretlerinin muazzam cümlesini buraya derc ediyorum ki Allah tealanın tarifidir; okuyunuz, bereketleniniz ve hatta ezberleyiniz:
“Allah, ef’aliyle zâhirdir; sıfâtıyla muhîttir; zâtıyla mütecellîdir; âsârıyla meşhûddur; esmâsıyla ma’lûmdur. [Allah, fiilleriyle açık ve bellidir; sıfatlarıyla çepeçevre kuşatandır; zatıyla tecellî edendir, görünendir; eserleriyle şâhit olunandır; isimleriyle bilinendir.]
***
Sonraları yine elbette arada telefonla halini hatırını soruyor, bayram ziyaretlerinde elini öpüp dualarını istirham ediyordum. Vefatından 15 gün kadar önce telefonla aramış ve biraz uzunca konuşmuştuk; hasretimi ifade edince “Derslere yine başlayalım, Haydar Bey” buyurmuşlardı. “Evet” cevabı veremedim, maalesef, sağlık durumumdan ötürü; başlayıp da devam edememe ve hocamı üzme endişesinden. Konuşmanın sonrasında olur diyemediğim için çok üzüldüm, öyle mi böyle mi diye günlerce düşündüm. Ama ne bileyim ki “göklerden gelen kararı…” Bir gün akşam namazını evde eda ederken telefonla gelen vefat haberinin her türlü planı, programı kesivereceğini… İçimize hüzün, gözümüze yaş, gönlümüze ateş koyacağını….
Lakin elbette biz onun için üzülmüyoruz, sevgiliye kavuştu çünkü o. Kendimize üzülüyoruz. “Âlimin vefatı, âlemin ölümü gibidir” sözünün idrakiyle dünyadan büyük bir âlemin göçüşüne feryat ediyoruz.
Hocamız âlimdi, ârifti, Melâmî şeyhiydi (icazetliydi, lakin şeyhlik yapmazdı), tam manasıyla kütüphaneciydi, tarihçiydi (8) (hem de şimdiki bütün profesörlerin topunu birden cebinden çıkaracak kadar), hattattı (Merhum hattat Prof. Dr. Ali Alpaslan’dan rik’a icazeti almıştı); onun için kederliyiz.
Kamil bir mü’mindi, muvahhid ve mücahiddi, Seyyid idi (o pâk neslin bütün güzellikleri onda vardı), evliya idi, güzel ahlâk sahibiydi. Onu yeniden göremeyecek olmak, bu sebeplerle kahrediyor yüreciğimizi.
Ama kitapları var elimizde, büyük bir mirastır onlar. Nefsimle beraber bütün İslam gençliğine diyorum ki o mübarek kitapları cümle be cümle, satır be satır okuyalım. Onlardan öğreneceğimiz çok ilim, çok irfan var çünkü.
***
Merhum Hocam, Bülend Bey’e, hakkımızda “Biz Haydar’la birbirimize çok benziyoruz” buyurmuşlar. Layık değiliz elbette bu övgüye, fakat bu dünyayı -zerre kadar- bu cümleye değişmeyiz. (Şunu ekleyeyim: Evet, çocukluğumuzda biz de çocuk felci geçirmişiz; evet, çocukluk ve gençliğimizin bir kısmı bizim de İzmir’de geçti; evet, İzmir Atatürk Lisesi’nde ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde biz de okuduk. Bunlar fiziki benzerlikler, lakin biz biliyoruz ki hocamızın kesip attığı tırnağı olamayız.)
***
Hocamın vefatına düşürdüğüm tarihtir:
çıkdı ‘bir’ merd-i garîb dedi: hocamın
geldi târîh ve diz çökdü önüne
1436
(Fâ’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün)
(Bu tarih beytinin şöyle bir hikâyesi var:
Hocamın hazin vefatından iki hafta sonra, onun değerli hatırasına hizmet etmek için bir şiir yazmak-tarih düşürmek istedim. Bilenler bilir ebced ile tarih düşürmek kolay değildir.
Akşam ezanının okunmak üzere olduğu bir vakitte yürürken “Tarih düşürsem o mübarek hocama, ama nasıl” diye düşünüyordum ki aklıma “tarih mi düşürülürmüş hocama, tarih onun ayağına düşsün” manası geldi. “Bunu şiirleştireyim, inşallah tarih de düşer” dedim.
Ertesi sabah, namazı kıldıktan sonra, epeyce uğraştım ve bu beyt çıktı. Aruzla yazmaya uğraşmadım ama bir baktım ki “Fâ’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün” oluvermiş, hamd ettim.)
Haydar HEPSEV
BİR İRFÂN ÂBİDESİNİN ARDINDAN başlıklı yazı, Yüce Devlet Dergisi’inde (14. Sayı, Mayıs 2015) yayınlanmış; Ekim 2021’de gözden geçirilmiş, bazı eklemeler yapılmıştır. (Yazının sonundaki tarih beyti derginin basımından sonra düşürülmüş, ilk defa 16 Mayıs 2015 günü Kökler Derneği’nde düzenlenen anma toplantısında açıklanmıştır.)
_____________
(1) Merhum Üstadımın Milli Gençlik ve diğer mecmualarda yazdığı makaleler önemlidir; bazısı hâlâ aşılamamıştır. (Mesela; bkz. “Beyazıd Kütüphanesi Hafız-ı Kütübü AYAKLI KÜTÜPHANE İsmail Saib Sencer”, Millî Gençlik Mecmuası, Mart-Nisan 1978, 28-29. Sayı, s. 23-37) Mayıs 2009’da Ali Emiri’nin İzinde başlıklı hatıra kitabı hakkında yazdığım yazıda “Üstadın Milli Gençlik ve diğer mecmualarda yazdıklarını, yine azim ve himmet sahibi bir kişi çıksa da derlese kültürümüze ne kadar büyük bir hizmet yapmış olur” demişim; lakin yok bir şey hâlâ ortada.
(2) Kayınpederim Bülend Bey, Allah teala ondan razı olsun, hizmet ehli bir zattır. Tayşi Hocaya da çok hizmet etti. Cuma namazlarına götürür; hastalandığında yardımına koşardı.
(3) Aile dostumuz olan Emir Eş Ağabey de (uzun zaman öğretmenlik de yapmış olan) ilim, irfan ve hizmet sahibi bir kişidir.
(4) Hocamın bu yazıda ismi geçmeyen (yayın yılına göre) diğer eserleri şunlardır:
Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Tekâyâ (Mehmet Serhan Tayşi-Klaus S. Verlag-Freiburg Im Breisgau), Berlin 1980.
Muhammed Nur’ul-Arabi, Nesefi Akaidi Şerhi, haz. Mehmet Serhan Tayşi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1993 İstanbul.
Simavna Kadısı oğlu Şeyh Mahmud Bedreddin, Vâridât-i Bedreddin, terc. Musa Kazım Efendi, haz. Mehmet Serhan Tayşi, MTV yay., İstanbul 2010.
Mahmud Celaleddin el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviye Halvetî Büyüklerinin Tatlı Halleri, haz. Mehmet Serhan Tayşi, Semerkand yay., İstanbul 2013.
(5) İzmir’deki bazı melâmîlerin İslam’a aykırı hareketlerini (ki namazı terk, kadınlı erkekli meclisler, tesettüre riayet etmeme vb.) çok duymuş olduğum için onlar hakkında elbette hüsn-i zan beslemiyordum.
(6) Bu tarikat hakkında bilgi almak için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2004, c. 29, s. 29-35.
(7) VÂRİDAT ŞERHİ, Hazırlayan: Mahmut Sadettin Bilginer; İstanbul 1979.
(8) İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Tarih bölümü mezunuydu. Alanında çok derinleşmişti, yani iyi bir tarihçiydi. Tarihi konuları, o tatlı diliyle insanları hiç sıkmadan, araya konuyla ilgili ilginç hikâye ve menkıbeleri de katarak öyle bir anlatırdı ki tarihi sevmeyenleri dahi kendine can kulağıyla dinletirdi.
Mezun olduğunda ona asistanlık sözü verilmişti, lakin türlü ayak oyunlarıyla onun kırkta biri etmeyecek birisi tercih edilmişti. Hocam, merhum Prof. Dr. Şehabettin Tekindağ*dan Halvetiyye tarikatı** üzerine doktora çalışması yapmaya başlamış; Osmanlı devrinde ön planda olan bu tarikat, çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır, şubesi de çoktur. Tek bir kişinin böyle bir tezin üstesinden gelmesi bir ömrü alır. Hocası yüzyıl, coğrafya veya şube sınırlaması yapmayınca bu tez tamamlanamamış. İki tane hazin hikâye; lakin gönlü geniş hocam bunları sadece hikâye gibi anlatır, derd etmezdi.
* Geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Feridun Emecen), 2011 İstanbul, c. 40, s. 357-358; https://islamansiklopedisi.org.tr/tekindag-sehabeddin.
** Geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Süleyman Uludağ), 1997 İstanbul, c. 15, s. 393-395; https://islamansiklopedisi.org.tr/halvetiyye.