CEMİL MERİÇ ÜSTAD
Onu ilk kez Kubbealtı Akademisi’nde (1) dinlemiştim. Nedense pek az kişi vardı, o seminerde. 1978 kışıydı. Üstad, “Romanın Romanı” başlıklı (daha sonra Kırk Ambar kitabında yer alan) konuşmasını yapıyor; onlarca eserden, onların kısa özetleri ve yazarlarından bahsediyordu. Üzerimde ağır ve yoğun bir bombardıman tesiri yapan bu konuşmadan sonra, üstadı ilk defa dinlemenin verdiği bir nevi sarhoşlukla Beyazıt’tan MTTB’nin Cağaloğlu’ndaki binasına kadar ağır ağır yürümüştüm (2).
Milli Türk Talebe Birliği’ndeki bazı büyüklerimiz, nedense benim Kubbealtı’na gitmemden pek hoşlanmıyorlardı. Lakin ben İstanbul’a niçin gelmiştim: Elbette ki yazarları, profesörleri, aydınları daha iyi tanımak, onlardan daha çok istifade etmek için. O zaman konferans, seminer vb. etkinlikler pek yoktu. Kubbealtı’nda, haftada iki kere, planlı seminerler vardı, ayın başında ilan ederlerdi; biz de beğendiğimize giderdik. Okuldan çıkar, MTTB’ye uğrar, üzerimize düşen bir görev varsa yapar, sonra da bu seminerlere giderdim. Oradaki konuşmalardan çok şey öğreniyordum. (Mesela şimdi adını hatırlayamayacağım bir zat, aydın olgusundan bahsetmiş, Batı aydınıyla bizim münevverlerimizi kıyaslamış; aydının farklılığını vurgulamıştı. Aydın meselesi, hâlâ en önemli problemlerimizden biri değil mi?)
Neyse ki MTTB’nin Sosyal Bilimler Enstitüsü de bir seminer programı hazırladı da, biz Kubbealtı’na gitmekten ötürü kınanmaktan kurtulduk. Eğitimci Nahit Dinçer’den Türkiye’deki Yabancı Okullar, Prof. Dr. Servet Armağan’dan Anayasaların Tarihçesi, Prof. Dr. Sabahattin Zaim’den İslam Ekonomisi seminerlerinin notlarını tutmuşum, hâlâ da saklarım. Türkiye’deki çağdaş psikiyatrinin kurucusu Prof. Dr. Ayhan Songar’ı da dinlemiştik.
“Haklı bağırmaz, haksız bağırır. Haklı feragat etmek zorundadır.”
Bir önceki paragrafı neden yazdığımı anladınız herhalde, enstitünün programında Cemil Meriç Üstad da vardı. Gençliğin Meseleleri başlıklı konuşmayı büyük bir ilgi ve zevkle dinlemiştik (3). Aldığım notlardan bir iki cümleyi aktarmak isterim: “Mutlaka toleransla hareket etmek zorundayız. Büyük işler bizi beklemektedir. Onun için hiddetlenmeyeceğiz. Münakaşadan kaçınacağız. Haklı bağırmaz, haksız bağırır. Haklı feragat etmek zorundadır. / Slogan, üç kelimeyle düşünmektir, tefekkürsüzlüktür. Tefekkürün cendereye sıkıştırılmasıdır, ilkelin bağırışıdır. Düşünce slogan olduğu müddetçe dinamittir. Slogan acz ifadesidir, hakikatin katlidir. Slogan küfürdür, küfürle işe başlanmaz.” (Bugün de geçerli değil mi; hem de nasıl…)
Kubbealtı’nda bir kez daha dinledim üstadı, 1980 ya da 81 yılında. Konu ansiklopedilerdi (4). Fransız Ansiklopedisi ve onun ihtilale olan büyük etkisinden bahsediyor, İhvan-ı Safa’nın Risalelerinden Batıdaki ansiklopedilerin ayrıntılarına kadar anlatıyor; bizim ansiklopedi (Meydan Larousse) tercümesini dahi başaramayışımızdan hayıflanıyor, konunun medeniyet ve irfan bakımlarından önemini vurguluyordu. Öfkeli, çarpıcı, etkileyici cümleler art arda geliyor; dinleyiciler adeta sersemliyordu. Hele biçare ben… Seminerden çıkıp Fatih’teki evime kadar yürürken, üstadın cümleleri zihnimdeki teypten yüksek sesle tekrar ediliyordu. Çalışmalıyım, okumalıyım hatta ansiklopedi yazmalıyım diye düşünüyordum. Hiç bu kadar motive olmamıştım…
1982 baharında, evinde ziyaret etmek de nasip oldu. Edebiyat Fakültesi’nden bazı arkadaşları, kızı Ümit Meriç Hanım üstadın evine davet etmişti; bana “Sen de gel, çok sevdiğin insanı evinde görmüş olursun” dediler. Tek katlı ve bahçeli evin kapısını heyecanla çalmış, içeri buyur edildiğimizde, sessiz ve edepli bir şekilde sandalyelere ilişmiştik. Ümit Hanım, arkadaşlarla tanışma vesilesini anlatınca, üstad bizi kızının talebeleri sandı; yalnızca bir cümle ile katıldı sohbete, biz ara sıra göz ucuyla bakıyorduk kendisine; konuşmasını arzu ediyorduk lakin… Büyüklerin ziyaretinde bazen böyle şeyler olur elbette.
“Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla.”
Gençlik, kitaplarından, gazete ve dergilerdeki yazılarından, seminer ve konferanslarından, mülakatlarından takip ederdi onu; yani sağ camiaya mensup gençlik. O yıllarda maalesef kamplaşma ve zıtlaşma vardı. Lakin (Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Cemil Meriç gibi büyük şahsiyetler, kitaplarına ve hayatlarına saygı duyulan bu yüce kişilikler birleştirirdi bizi. Birinin elinde “Bu Ülke” varsa o bizim düşünce kardeşimizdi. (Kitap okumayanlar, o zamanlarda, talebeden değil adamdan sayılmazdı zaten.) Cemil Meriç Üstad’ın veciz ve çarpıcı üslubu, ele aldığı konuların genişliği ve derinliği, bilginin en dış çemberine kadar yayılan detaycılığı, memleketin geleceği ile ilgili kapsamlı önerileri, içinde vatan sevgisi ve iman aydınlığı bulunan herkesi kuşatırdı.
Yazar sayısı çok, şimdilerde; bu elbette sevindirici. Lakin hangisini okumalıyız öncelikli olarak, hangisine daha çok saygı duymalıyız? Maalesef, eleştiri bizde bir türlü kurumsallaşamıyor; ya tam kabul ediyoruz bir kişiyi ya da tam tersi. Bir düşünürün şu görüşü ve şu tavrı yanlıştır dediğinizde hatta aforoz ediliyorsunuz veya tam bir ilgisizlikle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bendeniz (Kimi aydınlar romanın sadece Batıya ait bir tür olduğunu, bizim romanımız olamayacağını savunur: “Bizde roman yok, neden olsun, roman yatak odalarının üstünü açmıştır.” der. … Yatak odalarının üstü açmışsa o Batının kendi namusuyla ilgili bir durumdur.) cümleleriyle [Tepe Edebiyat Dergisi’nde (Ekim-Kasım 1994)] üstadı eleştirmiştim. Tabii ki yanlış yaptığımı düşünmüyorum, kendisine ne kadar saygı duyduğumu sanıyorum anlamışsınızdır; lakin saygı tek başına yeterli değildir, yanında bilinç olmalı, bilgi olmalı, kişilerden daha fazla hakikate duyulmalı.
İçimizde hâlâ yüce kişilikler var, onlar tamamen yok olmazlar zaten, toplum sağır olur bazen ya da günümüzün meşhur tabiriyle akıl tutulmasına uğrar. Lakin gençler de, televizyon ve bilgisayar başından biraz kalkmalı, cep telefonlarını bir kenara koymalı; kitap ve bilgelerle daha çok tanışmalılar. İlmin, bilgi ve ruhla aydınlanmanın ne kadar tatlı olduğunu işte o zaman anlayacaklar. Ve idrak edecekler ki hayat bilgiyle, bilgelerle daha güzel, daha anlamlı.
Rahmetle anıyoruz Cemil Meriç Üstad’ı… Lakin o, canlı cümleleri ve müthiş üslubuyla aramızda yaşıyor hâlâ… Kulaklarımızda çınlıyor derin sözleri:
“Bu ülke, 89’dan beri su alan bir gemi. / İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. / Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla.”
Cemil Meriç Üstadı yeniden okumaya ne dersiniz…
Haydar Murad Hepsev
Bu yazı, Yüce Devlet Dergisi’nde (15 Kasım 2009, 3. sayı) yayınlanmış, Ekim 2021’de gözden geçirilmiştir.
_____________________________________
Dipnotlar:
(1) Kubbealtı camiası (Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı) hakkında biraz bilgi verelim: Kurucusu Kenan Rifâî (1867-1950) bir mutasavvıftır; önceleri Ehl-i sünnet iken sonra inhiraf etmiştir. Namahrem kadınlarla ihtilatı mubah sayan, namazı ve tesettürü gerekli görmeyen bir yol tutturmuştur. [Meşhur roman ve hikâye yazarı Refik Halid Karay (1888-1965), 1956’da yayınlanan Kadınlar Tekkesi romanında, kadınlarla ihtilatını (tabii ki başka isimlerle) anlatır. Romanın konusu da Bakırköy karakolundan aldığı belgelerle oluşturmuştur.] Kenan Rifâî’nin takipçileri arasında Mısır Keldânî patrik vekili Âbid Efendi de vardır; müslüman mutasavvıfın hristiyan hem de patrik müridi… (MTTB’deki büyüklerimiz bizi bunlardan korumaya çalışıyorlardı ve elbette haklı idiler. Lakin Cemil Meriç, Kubbealtı’nda konferans verirken ne idi, MTTB’de konuşma yaparken farklılaşmış mıydı?)
Burada şunu da ifade etmek gereklidir: Bu camiaya mensup bazı aydınların İslam medeniyetine (edebiyat, mimari, hat ve tezhip) büyük hizmetleri olmuştur.
(2) Üstad’ın Sosyoloji Notları ve Konferansları (ilk baskısı 1993, İstanbul) kitabında “tarihsiz ve yeri belli değil” notuyla yer alan konferans, bu konuşmadır sanıyorum. Yoksa 6 Nisan 1979 tarihli olan ve yeri verilmeyen “Romana Dair” konferansı mı? Hafızamdakiyle kitaptakileri karşılaştırdığımda sanki birincisi gibi geliyor lakin tam da emin olamıyorum; ne de olsa üzerinden 30 sene geçmiş.
(3) Bu konuşma, Sosyoloji Notları ve Konferansları’nda yer almıyor; etkinliğin tarihi MTTB’nin dokümanlarından belirlenebilir. O konuşmayla ilgili şöyle garip bir hatıram daha var: Seminer salonunun üstünde kediler barınıyordu; konuşma devam ederken çatıda bir kedi kavgası cereyan etmişti; kedileri çok sevmeme rağmen, üstadın konuşmasını tam dinleyemediğim için onları boğasım gelmişti. Üstad ise sanki hiç etkilenmemiş gibi konuşmasına devam etmişti.
(4) Adı geçen kitapta 1976’ya tarihlenmiş Lugatlar konulu iki tane konferans var lakin benim dinlediğim bunlar olamaz, çünkü İstanbul’a 1978’de gelmiştim. Dinlediğim konuşma, konferans ve seminerleri neden tarihiyle ve yeriyle bir kenara kaydetmemişim diye hayıflanıyorum.
CEMİL MERİÇ ÜSTAD’IN SEMİNERLERİNDEN NOTLAR
GENÇLİK MESELELERİ (1) (2)
Kültür emperyalizmi olmaz. Kültür manasız, muhtevasız, piç bir kelimedir. Bukalemun kelime; kaypak, melun bir kelime. Emperyalizm bu kelimeden başlıyor. İrfanla, emperyalizm mezcedemez. Kültürün 182 manası var; manası eğer irfan ise emperyalizmi olmaz. Batılılaşmanın yeni bir kulpudur. Batı modalarını, zaaflarını, kokuşmuşluklarını bize aktarmak için; bizi kültürsüzlüğümüze inandırmak için bunu icat etmiştir. Bunun için irfanımıza sığınmalıyız. Kültürlü bir ülkede, aşılanmak istenen başka kültür derhal yok edilir. Kültür ile emperyalizm izdivaç etmez. İrfan zerk edilemez, karşı irfanın taarruzuna uğramaz. İrfan ayırmaz, birleştirir; kendini tanımakla başlar. Kültür emperyalizmi var demek, “kültürümüz yoktur” demeye gelir. Dünyanın en büyük irfanına sahip olan bir ülkede kültür emperyalizmi olmaz.
Bu gençlik irfansız yetiştiği için Batının her türlü hastalığına açıktır. Eğer biz dinimizi, edebiyatımızı, irfanımızı bilseydik böyle olmazdı. Evvela kendi düşüncemizi bilmemiz lazımdır. Her şeyi bilmek mecburiyetindeyiz. Bugünkü gençliğin kendi değerlerini bilmesi lazımdır. Gençlik meselesi diye bir şey yoktur. Kafası boş bırakılan, irfansız yetişen bir gençlik vardır; bunların kabahatlisi kendisi değildir. Eğitim metodundan ileri geliyor. Batının oyuncağı olan birtakım insanların uzun zamandan beri uyguladıkları metottan (aslında metotsuzluktan) dolayı gençlerimiz böyle olmuştur.
Mutlaka anlaşmak, mutlaka toleransla hareket etmek zorundayız. Büyük işler bizi beklemektedir. Bunun başında hiddetlenmemek gelir. Münakaşa kabul etmez tek hakikat: vahiy. Ancak beşerin koyduğu hakikatler tartışılabilir, yanlışlığı olabilir. Türk gençliğinin en büyük meselesi en büyük meselesi hakikatin kendi inhisarında olduğunu zannetmesidir. Evvela kendimizi sevmeye alışalım.
İrfan boşluğu kelimelerden başlıyor. Münakaşa, aynı heykeli yapmaya çalışan birden fazla kişi demektir. Samimi olarak, nefsaniyetten uzak her tartışma, barika-i hakikati tecelli ettirir. Münakaşada ilk vasıf enaniyetten uzak olmaktır. Türkiye’de bir münakaşa, bir anlaşma zemini kurulamamıştır. Haklı bağırmaz, haksız bağırır; haklı feragat etmek zorundadır. Bu memlekette hain yoktur, gafil vardır. Bu ülkenin insanı kötü olamaz. Ne kadar severseniz, sizi o kadar severler. İslam ikna demektir, kucağını açmaktır. İslam’ın İslam’dan başka davası yoktur.
Büyük eksiğimiz irfanı bilmeyişimizdir. Uzun bir zaman çölde yaşadık. Fakat şimdi büsbütün imkânsızlık içinde değiliz. Bir İslam (müslüman) numune-i imtisal olmak mecburiyetindedir. Bir müminin bir kâfire karşı tek hissi olabilir: acımak.
İslam harflerini bilmek mecburiyetindeyiz. Herkese hitap edeceğiz; herkese kendi anlayışına göre telkin edeceğiz. Mümin olmayan reşit olamaz. Düşman, düşman olduğunu zannedendir. Ya mezar bozucusu ya da yapıcısı, biz gençler olacağız. Avrupa, kuzey, güney, her yer düşmandır. Yol ağzındayız, ya öleceğiz ya yaşayacağız. Birbirimizi sevmeliyiz. Eğer bunu yapmazsak ölüme istihkak kesbederiz. Medeniyetler öldürülemez, intihar eder. İslami hakikatler değişmez. Dünyevi meselelerde, daima tartışmalıdır. Hakikat hiç kimsenin inhisarında değildir. Velayet mertebesine ulaşmayan hiçbir kimse yanılmadığını iddia edemez. İnsan, kasir-il-basardır.
Sloganın İslamiyet’le, Türklükle alakası yoktur. Üç kelimelik düşünmedir, tefekkürsüzlüktür. Tefekkürün cendereye sıkışmasıdır. Düşünce, slogan olduğu müddetçe dinamittir. Dünyada hakikate en büyük ihanet, onu üç kelimeye hapsetmektir. Slogan, Molotof kokteylin yerini tutar. Memleketi tımarhaneye uğratan slogandır. Slogan acz ifadesidir. Sloganla hiçbir mesele halledilemez. Slogan hakikatin katlidir. Slogan, şahsiyetsizliğin ifadesidir. Bir iş yapamayan kimsenin sözüdür. Mutlak suretle sloganlara son vermeliyiz. Slogan küfürdür, küfürle işe başlanmaz.
Batının silahı daima kahpecedir. “Gaye vasıtaları meşru kılar”; bu söz Batının sonradan ne yapabileceğinin remzidir.
Birinci büyük felaket yeniçeri ordusunun yok edilmesidir; bundan sonra büyük yaralar açıldı. İkinci büyük felaket 1928’de harflerimizin yok edilmesidir. Bu hadiseler başka milletlerde yoktur. İnsan bir tarihtir; tarihi yapan insan kafasıdır; insan kafasıyla oynamak son derece tehlikelidir. 1928’de kimse okuma yazma bilmez hale geldi. Osmanlı, Avrupa’nın irfanına ve iktisadiyatına dokunmamıştır.
Biz kendimizi tanımadan Batıyı tanımakla işe başladık. Kendimizi tanımadığımız gibi Batıyı da Doğuyu da tanımamaktayız.
(1) Cemil Meriç Üstad’ın bu seminerine ait (bir fotokopisi kızı Ümit Meriç Hanımefendi’ye Kasım 2008’de takdim edilmiş olan) notlar Haydar Hepsev’in arşivindedir, sanal ortamda ilk defa yücedevlet.com’da (29 Aralık 2008) yayınlanmıştır; yazılı olarak da Yüce Devlet Dergimizde (15 Kasım 2009, 3. Sayı) neşredilmiştir. Bazı cümlelerin yeri düşünce akışına göre değiştirilmiştir.
1980 darbesinden bir buçuk sene kadar önce yapılan uyarıların ne kadar önemli olduğu bugün daha net anlaşılıyor; üstada iyice kulak verilse ve uyulsaydı o müessif darbe olmazdı diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Ne yazık ki Üstad, o dönemde pek tanınmıyordu, bazı seminerlerine sadece beş on kişi katılırdı. Seminerdeki mesajlar bugün de geçerli; umarız ki günümüz gençliği bu çağrı ve öğütlere kulak verir. Bu yazıyı buraya almaktaki en büyük hedefimiz de budur, bir hizmete vesile olabilirsek kendimizi mesut addedeceğiz.
(2) Cemil Meriç’in bu konuşması, Milli Türk Talebe Birliği GENÇLİK BÜLTENİ’nde (3 Mayıs 1979, 3. sayı, s. 8–9) şu satırlarla haber yapılmış:
“2. dönemin ikinci dersinde günümüz düşünce adamlarından Cemil Meriç “Gençlik Meseleleri” isimli seminerinde bir başlangıç konuşması yaptıktan sonra suallere cevap vermiştir. Cemil Meriç dersinde, gençliğin kendi öz irfanından mahrum yetiştiği için batının her türlü hastalığına açık olduğunu ve nedenle batının oyuncağı haline geldiğini belirtmiştir. Cemil Meriç münakaşa kabul etmez tek hakikatin vahiy olduğunu, buna dayanarak müslüman gençlerin diğer kişileri ve grupları İslam’a çağırması, davet etmesi gerektiğini anlatmıştır. Daha sonra slogandan bahseden Cemil Meriç; bu kelimenin İslamiyet’le hiç alakası olmadığını, tefekkürün sloganda cendereye sıkıştığını, sloganın ilkelin bağrışması olduğunu, hakikate hıyanet olduğunu, aczin ifadesi olduğunu, sloganın küfür olduğunu ve küfürle iş yapılamayacağını ifade etmiştir. Daha sonra tarihimizde iki büyük felaket bulunduğunu, bu felaketlerin de yeniçeri ordusunun ortadan kaldırılması ve harf inkılâbı olduğunu anlatan Cemil Meriç, bu felaketlerin bizim içtimai, iktisadi ve siyasi hayatımızı yok ettiğini, bizi bugünkü vaziyetimize getirdiğini anlatmıştır. Bizim kendimizi tanımamızın ve bilmemizin en önce yapılması gereken iş olduğunu anlatan Cemil Meriç, dersinde bunları yaptıktan sonra diğer işlere girişmemiz gerektiğini anlatmıştır.”
***
MİLLİ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ GENÇLİK BÜLTENİ’NDEKİ İKİ SEMİNER
Cemil Meriç, MTTB’de iki konuşma daha yapmış ve bunlar Gençlik Bülteni’nde yer almıştır. (Bunlar onunla ilgili yayınlarda bulunmuyor.) Üstad’la ilgili bibliyografiye bir katkı olur diye buraya almakta yarar görüyoruz:
1. Milli Türk Talebe Birliği GENÇLİK BÜLTENİ’nde 10. sayısında (15 Ocak 1979, s.5) şu haber yer alıyor: “ 21 Aralık 1979 Cuma günü yapılan derste ise mütefekkir Cemil Meriç “Kültür Emperyalizmi”ni anlatmış, milli kültürümüze vurulan darbeleri, batıdan ithal edilen kendi öz benliğimize aykırı düşünce sistemleri ile içine düşürüldüğümüz çıkmazları dile getirmiştir. Dilimizde bazı kelime ve deyimlerin tamamen yanlış kullanıldığını, aydın geçinen bazı kişilerin ve kuruluşların fahiş hatalar yaptıklarını belirtmiştir. Milli ve manevi değerlerimize bağlı olarak kendimizi yetiştirmemiz gerektiğini, bütün ümitlerin yeni yetişen nesillerde olduğunu, onun için de, bu gençlik üzerinde çeşitli entrikalar döndürüldüğünü anlatmıştır.
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ
Hakikatte kültür emperyalizmi olamaz. Kültür ışıktır, kültür insanları birbirine yakıştırır, yaklaştırır, birbiriyle kaynaştırır. Kültürün olduğu yerde emperyalizm olmaz. Fakat kültür nedir? Kültür son derece kaypak bir kelime. Bu konuda kitap yazan iki sosyolog 182 manasını bulmuştur kültürün. Balıkçılıktan mikrop üretmeye kadar, jimnastik yapmaya kadar her şey kültür.
Batının bütün kelimeleri gibi mahiyeti meçhul, şüpheli bir kelime. Emperyalizm de öyle. Emperyalizm de tarifi doğru olarak yapılamayan, insanın elinden kaçan seyyar, kaypak, hain bir kelime. Emperyalizmin üzerinde ittifaka varılan manası; bir ülkenin diğer ülkeleri iktisat yolundan siyasi tahakküm altına alışı olarak tarif ediliyor. Tabii politik alandan yapılan emperyalizm var, askeri yoldan yapılan emperyalizm var, iktisadi yoldan yapılan emperyalizm var, siyasi yoldan yapılan emperyalizm var. Fakat gaye bir ülkeyi sömürmek, bütün üretim gücünü kendine mal etmek ve bu yoldan siyasi hürriyetini de elinden almaktır. Hâlbuki kültür emperyalizmi deyince kültür gibi mukaddes ve güzel bir kelimeyi, olması gereken kelimeyi emperyalizm gibi son derece hain, son derece sinsi, son derece canavar bir kelime ile birleştirmiş oluyoruz ki; gayrimeşru bir izdivaçtır bu. Ve zaten batıda fazla kullanılan bir kelime, bir terkip değildir, kültür emperyalizmi. Bize kelimeyi sol soktu, sağ da kabul etti. Sağ pasiftir, sol atmaca gibidir. Her türlü denaeti ve şenaati o getirir.”
2. Milli Türk Talebe Birliği GENÇLİK BÜLTENİ’nde 12. sayısında (17 Nisan 1980, s. 4) şu haber yer alıyor: “Cemil Meriç Hocamız da (M.T.T.B. Sosyal İlimler Enstitüsü’nün 1979-1980 öğretim yılı 2. yarıyılı derslerinin birincisi olan dersinde) “Hümanizm” mevzuunu işlemiştir. Hümanizmin tarihi tekâmülünü anlatan Cemil Meriç batının bütün kelimeleri gibi bunun da kaypak, mahiyeti meçhul olduğunu söylemiştir. Kelimenin mukallid aydınlarımız tarafından da yanlış kullanıldığını belirterek kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle ifade etmemizin lazım geldiğini de söylemiştir. (29 Şubat 1980)”