DERVİŞ HÜSEYİN’İN DEFİNESİ
Derviş Hüseyin ve arkadaşları Şeyh Sıbgatullah Arvasî’yi Hizan’a gidip ziyarete karar verdiler. Şeyh’in irşadı öylesine meşhur olmuştu ki haberi her yerde dolaşıyordu.
Hazırlıklarını yapıp yola çıktılar. Van gölünün güneyinden dolaşarak Hizan’a doğru gidiyorlardı. Hoşap suyunun üzerindeki Evliya Köprüsü’nü geçtikten sonra uzakta sarp bir tepenin üstünde birtakım surlar görünüyordu. Sanki tepeyle bütünleşmişti bu surlar. Uzaktan bakılınca kayalar nerde bitiyor, surlar nerede başlıyor belli değildi. Yaklaştıkça surları seçmeğe başladılar. Tepenin altına geldiklerinde bakış açısı daralmış, kaledeki gözetleme kulesini görür olmuşlardı. Kalenin taşlarının rengiyle kalenin üzerinde oturduğu kayalığın taşlarının rengi aynıydı uzaktan bakıldığında. Yaklaşınca kalenin yapıldığı taşların rengi biraz daha belirginleşti. Kayalarla kale taşlarının renk farkı keskinleşmişti. Bu farkındalık onların ilgisini daha fazla çekmişti.
Düşman saldırılarına karşı stratejik bir konumda olan bu kaleye, Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf tarafından Mahmudîler olarak anılan Kürt aşireti yerleştirilmişti. Mahmudî yönetiminin merkeze olan bu kalede Mahmudî Beyleri On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar oturmuşlardı.
Oldukça sarp bir tepenin üstünde burçları ve gözetleme kulesiyle çok heybetli görünen kaleyi, Derviş Hüseyin’in arkadaşları gidip görmeği istemiyorlardı. Hiçbir işe yaramayan yorucu bir gezi olacağı kanısındaydılar. Derviş Hüseyin:
-Bir daha yolumuz buraya düşmez arkadaşlar, çıkıp bir bakalım, kalenin içini de görelim. Biraz yorulacağız ama buna değer, diyerek onları ikna etti.
Çetin bir yokuşu tırmanarak kaleye ulaştılar. Surların bir kısmı yıkılmış harabe haline gelmişti. Surların etrafında döne döne taç kapısı şeklindeki burcun önüne geldiler. Farsça bir kitabe vardı kapının üzerinde. Kitabenin iki tarafı aslan kabartmalarıyla süslenmişti.
Yanlarına kılık kıyafeti hırpani ama gözleri cin gibi olan birisi yaklaştı. Hoş geldiniz der gibi kafasıyla selamlayıp hangi köyden olduklarını sordu. Kendisinin hangi köyden olduğunu söyledi, sonra bir sır veriyormuş gibi:
-Bu harabenin altında bir define var, ben birkaç kıymetli şey buldum. Yıllarca bu işlerle uğraşırım. Burada bir define olduğundan adım gibi eminim.
-Madem define olduğunu biliyorsun, niye kazıp çıkarmadın da bize söylüyorsun diye istihza ile cevap verdi Derviş Hüseyin. Adam alınmıştı ama belli etmedi:
-Doğrusunu söyleyeceğim size arkadaşlar, dedi. Ben bu işlerle o kadar uğraştım ki bütün işimi gücümü bıraktım bütün varlığımı bu yola koydum. Bir türlü işe yarar bir define bulamadım. Bulduklarım eften püften şeyler. Artık çevremde kimse bana inanmıyor. Bu harabelerde kıymetli bir define var diyorum, gelin beraber çıkaralım diyorum dostlarıma, arkadaşlarıma hatta yabancılara ama yalancının mumu yatsıya kadar yanar hesabı artık beni takan yok. Bu sefer gerçekten eminim, ama çıkarmak için adam lazım, malzeme lazım, masrafları karşılayacak para lazım. Eğer siz teklifimi kabul ederseniz bu işe sizinle yaparım, masraflar yine benden olsun. Elimde kalan birkaç tarla var. Define çıkarmanın masrafını karşılamak için onları satmaya göze aldım. Yeter ki kazacak adam bulayım.
Derviş Hüseyin adamın açık sözlülüğü karşısında diyecek şey bulamadı. Düşüncelere daldı. Diğer arkadaşları yaparız, ederiz ne olacak, ürünleri kaldırınca bir sürü boş vaktimiz var kışa kadar bu işler uğraşırız gibi sözlerle teklifi kabul etmiş gibiydiler. Lakin o endişeliydi, bu işin bir de hükümet ayağı vardı. Burası göz önünde bir yerdi. On-on beş kişi burayı kazacak olsa gizli çalışmak imkânı olamazdı.
-Geceleri kazsak olur mu? Dedi içlerinden biri.
Adam:
-Mümkün değil, kazı mahallini aydınlatamayız, belki çok sayıda fenerle gece kazılabilir ama fenerlere konacak gaz yağını nereden temin edebiliriz ki. Bulsak bile masrafı iki katına çıkarır bu.
-Arkadaşlar, dedi, Derviş Hüseyin, hemen karar vermeyin biraz düşünelim. Biz sana kararımızı bildiririz, hele bir müşavere edelim de. Seni nasıl buluruz, daha sonra nasıl görüşebiliriz?
-Ben hep köydeyim. Köyüm buraya yürüme kırk beş dakika çeker.
Derviş Hüseyin bu kadar insanla bu konuyu konuşmak, bir karara varmak imkân dâhilinde değil diye düşündü. En iyisi aklı başında üç arkadaşla gelir konuşuruz diye karar verdi ve adamla vedalaşıp oradan ayrıldılar.
-Kurban dedi, arkadaşlarına, sakın bu işten kimseye bahsetmeyin. Biz aramızda bir karar varalım, sonra açığa çıkarız.
***
Nice sarp yollar, çetin geçitler aşarak Şeyh’in köyü olan Gayda’ya ulaştılar. Şeyh’in huzuruna çıktıklarında hiç konuşmadan beklemeye başladılar. Kimse konuşmuyordu. Herkes susuyordu. Onlar da susup öylece oturdular. Hazret konuşmaktan pek hoşlanmazmış adeta sohbeti susarak olurmuş. Sonra Sıbğatullah hazretleri ‘Köyün üst tarafındaki tepeye çıkalım, orada sohbet edelim’ buyurdu. Derviş Hüseyin ve arkadaşları da mecburen onlara katıldılar. Tepenin eteklerine gelince, müridlerden birkaç kişi tepeye önce çıkalım da şeyhimize oturacak yer hazırlayalım diye hızlanarak tepenin doruğuna doğru koşturmaya başladılar. Bu sırada içlerinden birinin ayağı büyük bir taşa takıldı. Aksilik bu ya taş yerinden oynadı aşağıya doğru yuvarlanmaya başladı. Gittikçe hızlanıyordu taş. Şeyhin üzerine doğru gidiyordu. Müridlerden Abdurrahman Tağî taşı fark etti. Şeyhine çarpmasın kendisine çarpsın diye şeyhinin önüne geçti. Taş o sırada başka bir taşa çarparak durdu. Büyük bir tehlike atlatmışlardı. Abdurrahman Tağî’nin canı pahasına yaptığı bu hareketten Sıbğatullah Arvasî son derece memnun olmuştu. Tepenin üstüne varıp önceden hazırlanmış yere oturdular. Buyurdular ki; : “Fıkıhta bir mezhebe uyup amel edenin ictihâd derecesine varmadıkça, imâmından ayrılıp naslara uyması doğru olmadığı gibi, tasavvuf yoluna intisâb eden bir kimsenin de, hocasının ve hocasının halîfelerinin koyduğu usûl ve edeplerden dışarı çıkması uygun değildir.”
***
Nihayet köye dönmüşlerdi. Derviş Hüseyin’in arkadaşları onun evinde toplanmışlardı. Çoktan beri sohbet ediyorlardı. Derviş Hüseyin dedi ki:
-Dostlar, çok konuştuk, muhabbet uzadıkça uzadı. Akşama kadar tarlada canım çıktı sapları toplayıp harmana taşıyacağım diye. Artık müsaade edin de gidip yatayım.
-Hazret-i Yusuf’un kıssasını anlatmadan şuradan şuraya bırakmayız seni. Dün Hz. Yakub’u anlatmıştın, bir dahaki sohbette oğlu Yusuf’u anlatacağına söz vermiştin. Sıra ona geldi.
-İyi ama geç oldu. Yaz geceleri sohbeti o kadar uzatmayalım. Hepimizin işi gücü var, değil mi?
-Kısa da olsa anlat Hz. Yusuf’un kıssasını.
-Eh, madem o kadar isteklisiniz dinleyin o zaman. Hz. Yusuf Yakub’un on birinci oğluydu biliyorsunuz, diye başladı kıssayı anlatmaya. O kadar yorgundu ki kıssanın birçok teferruatını atlamıştı ama yine de yarım saat sürdü anlatması. Derviş Hüseyin arkadaşlarını dualarla uğurladı. Onlar biraz daha oturup sohbetle kıvamına bulan bu güzel yaz gecesinin tadının çıkarmak istiyorlardı. Sofanın köşesinde duran karpuzlardan birini seçip getirdi içlerinden biri. Bıçağını çıkardı. Biraz önce abdest aldıkları ibrikten su dökerek bir güzel yıkadı bıçağı. Karpuzun üstünü yusyuvarlak kesti. Bıçağı diklemesine karpuza vurunca çatır çatır sesler çıkmaya başladı. Bu karpuzun iyi olduğuna bir işaretti.
Derviş Hüseyin yatağına uzandı. Çocuklarıyla hanımını diğer köyde oturan kayınpederinin işlerine yardım etmesi için göndermişti. Bu da ayrı bir dert diye düşündü. Kendi işleri başından aşkındı ama kayınpederi haber gönderince hanımını götürmeye mecbur kalmıştı. Sabah erkenden onları kayınpederinin evine bırakıp öğlene yakın tarlaya ulaşmış biçilmiş buğday saplarını toplamaya başlamıştı. Hanımı da yanında olsaydı ikindiye bitirirdi işi. Yalnız başına akşamı bulmuştu sapların toplanması. Üstelik onca yol yürüdükten sonra sapları toplamak onu iyice yormuş, güçten düşürmüştü.
Akşam namazını camide eda ettikten sonra rabıta yapmış, kendini sedire bırakmıştı. Orada öylece uyuyakalmıştı hiç âdeti olmadığı halde. Bu uyku onu dinlendirince dostları evine gelmişti.
Uykuya dalar gibi oldu. Hoşab kalesini ve define avcısının anlattıklarını hatırladı birden. Uykusu kaçtı. Ne yapsaydı acaba, bunca iş güç arasında vakit ayırıp adamın köyüne nasıl gitseydi, kimleri götürseydi, hükümetten müsaade alma işini nasıl halletseydi, adamın tahmini doğru muydu, doğruysa define işini duyan harabeleri üşüşmez miydi???
Derginin 14. sayısında buraya kadar yayınlanmıştı.
Şimdi bir dağa doğru yürüyordu. Van gölüne sırtını dönmüş öylece yürüyordu. Dağa doğru baktığı halde arkasında bıraktığı gölü, gölün üzerindeki yelkenliyi, yelkenlinin içine balıkçıların ağlardan döktüğü balıkları görüyor, balıkçıların birbirlerini gayrete getirmek için bağırışlarını duyuyordu. Bir harabe görür gibiydi dağın eteklerinde. Harabenin altındakileri de görüyordu. Bir sandık, yanında bir sandık daha tam tamına on iki sandık, onların yanında küçük bir çekmece. Sandıkların birinde bir tâc görüyordu, sorguçlu ve mücevherlerle süslenmiş. Sandıkların birinde bir kılıç vardı ki tarifine kelimeler kâfi gelmez. Küçük çekmecenin içinde ceviz büyülüğünde, fındık kadar, daha küçük pırlantalar, yakutlar, zümrütler ve lâller parıldıyordu. Diğer sandıkta altın süslemeleri parlayan üzeri büyücek kıymetli taşlarla süslenmiş büyük bir örtü. Diğer sandıkta büyük incilerle bezenmiş koskocaman bir örtü daha. Diğer sandıkta ise çeşitli mücevherlerle işlenmiş kamalar görüyordu. Süslü mangallar, yaldızlı kandiller, zarif buhurdanlıklar görüyordu sandıkların içinde… İnci tespihler gözlerini kamaştırıyor, pırlantalarla süslü yüzükleri parmağına takıp yakışıp yakışmadığına bakmayı aklından geçiyordu. Çuvallar içerisinde çeşit çeşit gümüş eşya gözüne çarpıyordu.
Ezan sesi duydu. Bu dağın eteğinde ezan sesi de nereden geliyor, dedi kendi kendine. Ve uyandı. Doğrulup yataktan çıktı. Yürüdü, defineye doğru yürüdüğünü düşünerek yürüyordu. Ayağı abdest leğenine çarpınca evde olduğunu, gördüklerinin de bir rüya olduğunu anladı. Leğenin yanındaki ibriği yokladı. İçindeki su abdest almasına yetecek miktardaydı. Eliyle yoklayıp iskemleyi buldu. Eşya henüz seçilmiyordu fecir aydınlığında. Abdesti bitirince hem gözleri alışmış hem de ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Eşyayı seçebiliyordu artık. Bu nasıl işti şimdi, define avcısının söylediklerini rüyası destekliyordu. Ne yapsaydı, defineye nasıl ulaşsaydı. Hele namazı kılalım dedi kendi kendine Allah kerimdir.
***
Hasat kaldırılıp samanlar içeriye atıldıktan sonra ancak define işini ele alabilmişti. Aklı başında üç arkadaşını çağırıp konuştu. Define avcısı ve daha sonra gördüğü rüyayı en ince detaylarına kadar anlattı. Gidip define avcısıyla görüşmeye karar verdiler. Köye gidip adamı sorunca herkes istihza ile, ‘bizim deli yine kandıracak adam bulmuş’ diyerek evini gösterdiler. Adam onları ağırladı, yemek ikram etti. Konuya girdiler, bir saat kadar konuşup tartıştılar. Define avcısı onları ikna etmişti.
Vilayete gidip uygun bir lisanla görevlilerden izin almaya çalıştılar. Her yetkili bir başkasına havale ediyordu. Savsaklıyorlardı yani. Kimse sorumluluğu üzerine almıyordu. Daha doğrusu görevliler inanmıyorlardı. Define avcısını daha önce tanıdıklarından onu Derviş Hüseyin’in yanında görünce bunlar birer maceraperest diye düşünüyorlardı. Sonunda bir hesap çıkarıp önlerine koydular. Meğer bu işin bir vergisi varmış. Bu vergiyi ödemesi gerekiyormuş kazıya başlamadan önce. Vergiyi ödemeden önce de İstanbul’dan verilecek kazı izninin gelmesi gerekiyormuş. Hazine avcısı dâhil, bu işi başaramayacaklarını anladılar ve dağıldılar.
Derviş Hüseyin bu define kaygısıyla güz günlerini geçirirken bir gece rüyasında Padişah’ı gördü. Cuma namazından sonra selamlıkta halkın dertlerini dinliyordu. Yaklaşmak istedi Padişah’a. Azgın atlara binmiş zaptiyeler onu sıkıştırdılar. Az daha eziliyordu, atların ayağının altında. Kan ter içinde uyandı.
Rüyanın etkisiyle bir müddet atların altında ezilmediğine şükretti. Nihayet bu bir rüya, dedi kendi kendine. Şimşek gibi bir düşünce geçti kafasından. Bu iş ancak İstanbul’da halledebilirdi. İşte işaret de gelmişti. Padişahla görüşmesi gerektiğini bu rüya işaret ediyordu.
Elde avuçta ne varsa toparladı. Ürünün fazlasını sattı. Hayvanlardan satabileceği birkaç tane inek, düve ve tosunlar vardı. Birkaç keçi, birkaç koyun da satabilirdi. Konuyu hanımına açtı. Hanımı hayvanların satılmasına itiraz ediyordu. Evlenecek yaşa gelmiş çocukları vardı. Onları everirken bir sürü masraf yapmaları gerekecekti. O zaman bu hayvanları satar, başlıktı, çeyizdi, düğün masrafıydı çıkarırlardı. Bu adam delirmiş diye düşündü hanımı. Hiç eldeki hazır mal satılır mı? Hanımına define konusunu açmaya cesaret edemiyordu. Böyle bir maceraya atılırken onun haberi olsun mu, olmasın mı bir türlü karar veremiyordu. Sonunda konuyu açmazsa rahat hareket edemeyeceğini ve yalan söylemek zorunda kalacağını düşünerek konuyu açmaya karar verdi. Hanımı ekmek pişirmek için hamur yoğuruyordu. Kolların sığamış ağaçtan oyularak yapılan bir teknenin önüne geçmişti. Unu torbadan kararınca boşalttı. Sonra kararınca su döktü. Bismillah değip unla suyu karıştırmaya başladı. Bileklerine kadar elleri hamur olmuştu. Derviş Hüseyin konuyu nasıl açacağını düşünerek onu seyrediyordu. Hamur belli bir kıvama gelince yanında bulunan bakır çanaktan ekşi hamur yani maya alarak hamurun üstüne biraz bıraktı. Tekrar hamuru iyice karıştırdı. Hamuru kaldırıp tekneye birkaç kez vurarak iyice kıvamına getirdi. Bu işi de yaptıktan sonra hamuru teknenin içinde düzeltti. Üstüne biraz un serpti. Unu da eliyle düzeltti. Unu eşit seviyede hamurun her tarafına yaydıktan sonra kalktı, peştamalını çırptı hamur yoğurmadan önce serip oturduğu serginin üzerine. Sonra gitti makatın altından temiz bir yaygı getirip hamur teknesinin üstüne serdi. Tekneyi kaldırıp daha çabuk mayalanması için ateş yanan ocağın yanına koydu. Dönüp serdiği yaygıyı kaldırmak için eğildiğinde,
-Hanım, dedi Derviş Hüseyin, hele otur yanıma seninle bir şey konuşacağım.
Hayvanların satılması konusunu açacağını düşünen kadın sertçe,
-İşim var herif, beni oyalama deyip, çabuk çabuk sergiyi toplamaya başladı.
-Hanım, hanım iki dakika beni dinler misin, gel otur şuraya diyerek ondan daha sert şekilde cevap verdi. Hanımı duraksadı, sonra kızgın kızgın karşısına geçip oturdu, hadi ne diyeceksen de bakışlarıyla kocasının gözlerinin içine baktı. Derviş Hüseyin derince bir nefes aldı. Nasıl başlayacağını kestiremiyordu, en iyisi doğrudan konuya girmekti:
-Ben bir define yeri biliyorum. İçinde çok kıymetli şeyler var. Defineyi çıkarmak için İstanbul’a gitmem lazım, İstanbul’dan izin almam lazım. Hayvanları onun için satmak istiyorum.
Hanımı konuşmak için ağzını açtı, Derviş Hüseyin eliyle susmasını işaret edip munis bir sesle konuşmasına devam etti:
-Kışlık erzakı şükürler olsun içeriye koyduk. Peynirimiz, yağımız, unumuz, bulgurumuz yeterince var. Samanlıkta yeterince samanımız var. Ben hayvanları satıp sana iki inek bırakacağım. On tane de davar bırakacağım. Diğerlerini satacağım. O parayı harçlık yapıp İstanbul’a gideceğim.
-Toprağın altında bulunduğunu umduğun ve kesin olarak var mı yok mu bilmediğin bir define uğruna mı bunları yapacaksın?
-Hanım, defineyi bulursam seni konaklarda yaşatırım, bulamazsam birkaç hayvanın parasını harcamış oluruz. Yine inek var ahırımızda, yine davarımız var komumuzda. Yine yetişir, yine törerler.
-Bu hayvanları yetiştirmek için yıllarımızı verdik. Tekrar baştan mı başlayacağız. Çocukları nasıl evereceğiz hayvanları satarsan.
-Rızkın vericisi Allah, buna iman etmişiz biz. Bugün için yapmamız gereken bu. İleride neler olur, rızkımız ne kadar olur Allah bilir. Bunları düşünme şimdiden. Evlenemeyen kim var, istedikten sonra şu dünyada.
-Ben sana ne desem faydasız. Sen aklına koymuşsun şimdiden. Hayırlısı olsun dedi ve bu işe gönülden razı olmadığını belli ederek hızla yerinden kalktı, elinde tuttuğu yaygıyı kapının yanına fırlattı, hıçkırarak kapıyı çarpıp gitti.
Derviş Hüseyin bir an değer mi diye geçirdi içinden. Bu dargınlığa değer mi dünyanın definesi. Vazgeçecek gibi oldu defineden. Bir an hanımının peşinden koşup bu işten caydığını söyleyecek oldu, sonra kendisini toparladı. Hayvanları değerinden nasıl satabilirdi onu düşünmeye başladı.
Ertesi gün sabah çorbasını içerken hanımı yüzünü kaldırıp bakmadı kocasına. Kocası karısının gönlünü nasıl alacağını düşündü durdu, bir çıkar yol bulamadı. Sessizce sofradan kalkıp ahıra gitti. Satılacak hayvanların bağlarını çözdü. ‘Önce davarları çıkarmalıydım’ diye düşündü. Bağlarını çözdüğü hayvanları tekrar yerlerine bağladı, ahırın içinde gezip davarlara zarar vermesinler diye. ‘Hanımla dargın olmak insanı şaşırtıyor’ diye düşündü. Çeyrek saatini bu yüzden boşa harcamıştı. Koma doğru yürüdü düşünceler içinde. Koma girdi. Keskin bir kerme kokusu genzini yaktı. ‘Bu kerme de bir an önce kesilmeli, zamanı geldi’ diye söylendi. ‘Hayvanları sattıktan sonra hemen kermeyi keser, sonra giderim İstanbul’a artık’ şeklinde düşünceler içerisinde davarları ahırın önündeki avluya sürüp kapıyı örttükten sonra ahıra girip satılacak hayvanları tekrar çözdü. Dışarı sürdü. Büyük baş hayvanlarla davarlar birbirine karıştı. Birbirlerini koklayanlar da vardı, süsmeğe çalışanlarda. Avlu kapısını açıp sürdü dışarı, sanki canından bir parça çıkmıştı dışarıya, öyle bir üzüntü çöktü yüreğine. Hanımıyla vedalaşmayı düşündü. Ne diyecekti şimdi ona? Pencereden belli belirsiz hanımının yazmasını görür gibi oldu. Hemen kaybolmuştu eşinin görüntüsü. Belli ki o da ona görünmek istemiyordu. Artık yapacak bir şey kalmamıştı. Elindeki değneği önündeki ineğe sertçe vurdu. ‘Yürü be hayvan, yürü çabuk gidelim buradan.’
‘İnşallah köyün içinde kimseye rastlamam, rastlarsam soranlara ne derim’ düşünceleriyle kaygılanarak yürüyordu köyün içinde. Yaşlı bir adam bastonuna dayanmış belini doğrultarak hayvanların sürücüsünün kim olduğunu çözmeğe çalışıyordu. Bir tosunu siper ederek görünmemeğe çalıştı.
-Oğul sen kimsin? Sorusunu duymazdan geldi ihtiyarın. Birkaç çocuk dışında kimseye rastlamadan köyden çıktı. ‘Eyvah’ diye düşündü ‘Hanıma bu işten kimseye bahsetme diye tembih etmedim. Kadınların ağzı sır tutmaz ne yapsam, geri mi dönsem.’ Bir yokuşa vurmuştu yolu. Hayvanlar yolun kenarındaki otları yemek için hamle yaparak yavaş yavaş gidiyorlardı. Tereddüt içinde hayvanların önüne geçti geri döndürdü onları. Köyden onun hayvanlarla çıkışını muhakkak gören olmuştu. Şimdi dönerse daha da dikkat çekecekti, bu hareketine açıklamada güçlükler vardı. Tereddütlerini bir kenara bırakıp tekrar hayvanları geri döndürdü. ‘Söylerse söylesin, köylü öğrenirse öğrensin, zaten gizlemek mümkün değil, o kadar adam bu işi biliyor. Yolcu yolunda gerek’ diye düşünerek hayvanlara bağırıp hızlandırdı. Değneğini sırtına verip kollarının arasına aldı, sallana sallana yola koyuldu.
Kasabaya yaklaşırken hayvan pazarının kurulmasına daha iki gün olduğunu hatırladı. Hayvanları satmaya o kadar ani karar vermişti ki pazar kurulan günü bile düşünememişti. İki gün bu hayvanlarla nerede kalacaktı şimdi. Nerede yatıp kalkacaktı. Al başına belayı. ‘En iyisi cambaz Recep’i bulmak’ dedi. Cambaz Recep hayvan pazarında satıcılarla alıcıları buluşturur, pazarlık yapılırken onları uyuşturur, alandan satandan aldığı üç beş kuruşla geçinip giderdi. Kasabaya girince on beş yaşlarında bir delikanlıya rastladı,
-Oğlum, cambaz Recep’in evi nerede?
-Az ileride Dayı, yolun sağında büyük kanatlı kapısı olan ev, önünde at arabası var.
-Sağol oğlum, yolun açık olsun.
Biraz yürüyünce at arabasını gördü, evin kapısı kanatlıydı. Kapının halkasından tutup sertçe vurdu birkaç kez. Hayvanları zapt etmek için önlerine gidip çevirdi, kenardaki otlu yere doğru sürdü. Hayvanlar otlayıp oyalansınlar diye. Biraz bekledi. Ses seda çıkmayınca,
-Recep Ağa, diye bağırıp tekrar kapıyı vurdu. İçerden,
-Geldim, geldim diye seslendi Recep Ağa. Kafasında eski püskü püskülleri dağılmış bir fes, omzunda sakosu, elinde kehribar tesbihiyle kapıyı açıp Derviş Hüseyin’e baktı.
-Hoş geldin Hüseyin Ağa, hangi rüzgâr attı seni buralara?
Hayvanlar yine yürümeğe başladılar, cevap vermeden önce hayvanların önüne geçip geri çevirdi. Aslında bu durum işine yaramıştı. Doğrusu ne diyeceğini önceden düşünmediği için nasıl bir cevap vereceğini kestiremiyordu. Cambaz Recep durumu kavramış,
-İstersen içeri alalım hayvanları, diyerek onu rahatlatmıştı.
-İçeri alsak iyi olur Recep Ağa, zahmet olacak ama.
-Sür, sür hele içeri, zahmet ne demek.
Hayvanları ahıra sürüp büyük başları bağladılar. Küçükbaşları kendi hallerine bıraktılar.
-Hele gel eve girelim bir ayran içip soluklan, diyerek misafir odasının kapısını açıp buyur etti.
Derviş Hüseyin tereddüt ediyordu. Hayvanların satılık olduğunu söylese Cambaz Recep ucuza kapatmak için düşük fiyat verirdi. Adamın evine de gelmişti onu reddedemezdi. Satılık olduğunu söylemese iki gün sonra pazarda onu görünce mahcup olacaktı. Yahu nasıl çıkacaktı bu işin içinden, iki gün hayvanları nerede barındıracak karınlarını nasıl doyuracaktı?
-Hüseyin Ağa, hayvanları satmaya getirdiysen hiç endişen olmasın değerinden satar seni mağdur etmeyiz.
-Hay Allah senden razı olsun Recep Ağa, ben de meseleyi nasıl açacağım diye düşünüp duruyordum.
-Hüseyin Ağa, adımız cambaza çıkmış bir kere, bakma sen biz halden anlarız. Biz de insan evladıyız nihayet.
-Yok yok Recep Ağa, demem o ki insan işi bilmeyince tereddüt içinde olabiliyor.
Recep Ağa konuyu değiştirmek gerektiğini sezdi. Derviş Hüseyin ezilip büzülüyordu.
-Köyde ne var ne yok, yaramazlık yoktur İnşalah.
-Yok, şükürler olsun, konu komşu hep iyiler.
Tanıdıklarının durumlarını sordu Cambaz Recep, bazı hatıralarını anlattı. Hava iyice yumuşadıktan sonra,
-Hayrola bu mevsimde hayvan satman için önemli bir sebebin olmalı, diye sordu ama sorduğuna da pişman oldu. Gayr-i ihtiyari ağzından çıkmıştı bir kez bu cümle. Geriye dönüş yoktu.
Derviş Hüseyin bu sorunun kendisine sorulacağını kasabaya gelirken düşünmüş cevabını hazırlamıştı:
-İstanbul’a gideceğim. İstanbul’u gezmek, mümkün olursa Padişah’ı görmek istiyorum.
Padişah’ı rüyamda gördüm. Bu sebepten onu görmek arzusu uyandı içimde.
-Kim istemez ki hem İstanbul’u hem Padişah’ı görmeği. Lakin pek az insan senin gibi hayvanlarını satıp böyle bir işe kalkışabilir. Allah cesaretini arttırsın. Keşke ben de böyle bir seyahat yapabilsem. Hüseyin Ağa madem böyle bir niyetin var, ben sana yardımcı olayım. Hayvanları pazar kurulacak güne kadar bekletmek istersen seni misafir eder hayvanlarına da bakarım. Ama hemen satıp gideyim dersen iki komşu çağırıp değer biçeriz, paranı da peşin öderim. Madem kapıma geldin her türlü kolaylığı sağlarım sana, diyerek Cambaz Recep onu iyice rahatlattı.
Hayvanların satılması işinin bu kadar kolay hal yoluna girmesini neye yoracağını bilemedi. Rabbine şükretti. İkindi yaklaşmıştı.
-Namazı camide kılalım istersen, dedi Cambaz Recep, namazdan sonra komşularla gelir hayvanlara değer biçeriz.
Sokağa çıktıklarında ezan okunmaya başladı. Müezzin minarede döndükçe ses renkten renge bürünüyor, seviyesi bir yükseliyor bir düşüyordu. Güz serinliği ile birleşen ikindi serinliğinin gölgelik yerlerinde üşüyen insanlar için ezan bir sıcaklıktı. Bir mescide, bir medeniyet sahasına çağrıydı. Bu çağrıya uyanlar sokaklara dökülmüş huzur içinde mescide doğru yönelmişlerdi. Ne gereği vardı bu huzuru bozmanın, define aramanın, hazine peşine düşmenin. Hırsına mı yenik düşüyordu Derviş Hüseyin yoksa? Rüyalarının peşinden mi sürükleniyordu? Kararsızdı, bezgindi. Mescide girerken bu düşünceler içerisindeydi.
Namazdan sonra insanlar mescidin önünde toplanmış kimisi şakalaşıyor, kimisi dertleşiyordu. Misafiri görenler hoş geldin diyor, hâl hatır soruyordu. Kendiliğinden Derviş Hüseyin’in etrafında bir halka oluşmuştu.
Namazlarını kıldıktan sonra;
-Komşular, dedi, Cambaz Recep, vakti müsait olanlar bize kadar gidelim, Hüseyin Ağa satılık hayvanlarını getirmiş, onlara değer biçin, ben almak istiyorum.
Dört kişi daveti kabul etmişti. Kanatlı kapıdan avluya girdiler. Cambaz Recep ahıra girip hayvanları çıkardı. Teker teker değer biçiliyordu. Cambaz Recep hiç ses çıkarmadan biçilen fiyatları bir kâğıda yazıyordu. Sonunda topladı bütün yazılanları.
-Hepsi 105 Mecidiye tutuyor, dedi. Komşular, ben 120 Mecidiye vereceğim, sen razı mısın Hüseyin Ağa?
Derviş Hüseyin’i bugün hep şaşırtıyordu Cambaz. Değer biçmeye gelenler de şaşkınlıklarını gizlemiyorlardı. Bu cömertliğin sebebi neydi kestiremiyorlardı.
-Hayrola Recep Ağa, kesenin ağzını tam açtın, dedi içlerinden biri, senden böyle fiyat vereceğini ummazdık.
-Ağalar, madem bizi saymış, kapımıza kadar gelmiş Hüseyin Ağa, güvenini boşa çıkarmamak lazım, değil mi?
Cevap beklemeden eve girdi. Birkaç dakika sonra elinde bir keseyle geldi. Paraları saydı, Derviş Hüseyin’e uzattı. Paraya uzanmadı ve ne diyeceğini bilemedi. Bir an tereddüt etti,
-Recep Ağa, komşular 105 Mecidiye değer biçtiler, o kadarı kâfi fazla niye veriyorsun?
-Ben onları pazarda 150 Mecidiye’ye satarım, ben fedâkârlık yapmadım sana karşı, kusura bakmasınlar ama komşular fiyatı düşük tuttular, buna gönlüm razı olmadı.
Derviş Hüseyin ikna olmuştu. Parayı tekrar uzatınca aldı. Kesesini çıkarıp içine koydu. Cebine attı keseyi. Hemen vedalaşıp karanlık basmadan köyüne dönmek için yola çıktı. Tam kasabayı çıkacakken geriye dönüp çarşıya gitti, şekerleme ile hanımına elbiselik bir basma kumaş aldı. Az kalsın telaştan eli boş gidecekti evine.
Ertesi gün kermeyi kesti, çocukları taşıdı istif ettiler, iyice kuruyup kışın yakılmaya hazır hale gelmesi için. Kermeyi keserken İstanbul’a nasıl hangi yoldan gideceğini düşündü durdu. En uygunu Erzurum üzerinden Trabzon’a geçip oradan gemiyle gitmek diye düşündü. İyice havalar soğumadan, kar çoğalmadan Trabzon’a ulaşmalıydı. Yoksa karlı dağlardan nasıl aşardı onca yolu.
DERVİŞ HÜSEYİN’İN İSTANBUL’A DOĞRU YOLA ÇIKIŞI
Eylül’ün sonlarıydı. Artık yola çıkmanın zamanı gelmişti. Hazırlıklarını yaptı. Van’a gitti. Van’da bir handa geceledi. Handa yemek yerken yanındakilerin konuşmaları kulağına geliyordu. Van’dan Trabzon’a gidecek bir kervandan söz ediyorlardı. Kervan, Trabzon’a gemilerle gelen malı alıp İran’a götürüyormuş. Bu konuyu konuşanlardan birisi,
-İşte kervanbaşı şurada ocağın başında oturuyor, bak orada ısınan pala bıyıklı adam, dedi. Derviş Hüseyin bu fırsatı değerlendirmek istedi. Tabağını eline aldı. Kalktı kervanbaşının yanına gitti. Selam verdi. Kervanbaşı babacan tavırları olan şen şakrak bir Azeriydi. Derviş Hüseyin kendisinin de Trabzon’a gitmek istediğini kervanla gidip gidemeyeceğini sordu. Kervanbaşı:
-Benim arayıp da bulamadığım bir şey bu, dedi, hiç yerli yolcu çıkmayacak kılavuzsuz yola çıkacağım diye üzülüyordum. Bir kervanın başında ilk defa Trabzon’a gidiyorum çünkü. Sen yolları bilir misin?
-Van ve Bitlis civarını biraz bilirim, öteye hiç gitmedim.
-Olsun, dedi, kervanbaşı o da yeterli. Belki yollarda bize katılan başkaları olur kılavuzluk yapabilecek. Sabah namazından sonra yola çıkacağım, mescitte buluşuruz, gelmekte kararlıysan, dedi ve müsaade isteyip yatmaya gitti. Yatağına girince sorgulamalar başladı. Değer mi, bunca meşakkate değer mi, geçinip gitmiyor muydu şu fani dünyada. Yeteri kadar tarlası, yeteri kadar ineği, koyunu yok muydu? Yeteri kadar çocuğu yok muydu? Yeteri kadar dostu, arkadaşı yok muydu? Daha fazlasını ne yapacaktı. Rüyasını düşündü altınları, incileri, sorguçları, kıymetli kılıçları, gümüş eşyayı düşündü. Bunları çıkarıp niye bir şehirde yaşamayayım, niye bir konakta çocuğumu çoluğumu büyütmeyeyim, onları mektepte, medresede okutmayayım, niye bir elim yağda bir elim balda olmasın. Yapacağın meşakkatli bir yolculuk, İstanbul’a gittin mi tamam. Alırsın kazı iznini, belki de Padişah merhamet eder, atiyyesi, ihsanı boldur padişahların, senden vergi de almazlar, vergi vermeden de kazı izni alabilirsin belki de. Kılıçları, sorguçları devlet alır gerisini sana verirler belki de. Hem kılıcı, tâcı ben ne yapacağım, satması da zor olur, onlar devletin olsun altınlar, inciler, gümüşler kıymetli yaygılar benim olsun. Rahatlattı kendini bu düşüncelerle ve derin bir uykuya daldı. Rüyasında hanımıyla barıştığını, onunla yeni doğan kuzuları üşümesinler diye odaya aldıklarını gördü. Beyaz kuzuları kucaklıyor yumuşacık tüylerini okşadıktan sonra hanımına veriyor, o da alev alev yanan ocağın yanına koyup üstlerine bir yaygı atıyordu. Birden ateş söndü, bacadan ani bir rüzgâr esmişti, ocağı söndürmüştü. Bir kara kuzuyu kucakladı, hanımına uzattı, hanımı ateşi tekrar tutuşturmak için uğraşıyordu kuzu kucağında büyüdü, büyüdü, büyüdü kucağına sığmaz oldu, sonra tekrar küçüldü, onu hanımına verecekken birdenbire kayboldu. Bu şaşkınlıkla uyandı, sabah ezanı okunuyordu. Namazı kıldılar, uzun uzun Şafii tesbihatı yapılırken rüyası aklına geldi. Kara kuzu da ne demekti büyüyüp büyüyüp küçülen kara kuzu, ocak niye sönmüştü, hanımı ocağı tekrar niye tutuşturamıyordu. Neye yormalıydı bu rüyayı, neye? Yoksa bu sevdadan vaz mı geçmeliydi. Kervanbaşına gözü ilişti. Gözlerini kapamış bıyığıyla oynuyordu. Anlaşılan o da düşünceliydi. Yollar kötü, Trabzon uzaktı, aşılması gereken dağlar vardı. Yoksa ben gelmeyeceğim, kusura bakma arkadaş deyip geri mi dönseydi? Dua bile bitmiş Fatiha denmişti ama o farkında değildi. Omuzuna bir el dokundu,
-Haydi arkadaş, geliyorsan gidelim, yolcu yolunda gerek demişler, dedi. Kervanbaşıydı bu, gülümsüyordu. Bu samimiyet endişelerini bitirdi, rüyasını unutturdu.
-Gidelim, başka arkadaş var mı bizimle gelecek?
-Bir iki kişi daha söylemişti ama onları camide göremiyorum, gelselerdi burada olurlardı. Kimsenin keyfini bekleyecek değiliz ya, dedi kahkahayla camiden çıkarken, haydi gidelim biz. Azığın yoksa şehirden çıkmadan bir şeyler alalım, yolda yiyecek temin etmek için oyalanmayalım.
-Var, dedi, ama Trabzon’a gidinceye kadar yeter mi bilmem?
-Başka bir hana varıncaya kadar yetsin kâfi. Orada tekrar alırız.
-Senin binek hayvanın var mı?
-Yok yaya gideceğim.
-Ben de fazladan bir at var, sana kiralayabilirim.
-Sana borcum ne olacak atı kiralarsam?
-Paran varsa beş Mecidiye ver yeter, paran yoksa dua edersin, hem yolda senin yapacağın çok iş var, öyle biz adamı boş bırakmayız, hayvanları süreceksin, molalarda onlara yem verecek ya da otlatacaksın, yolları tarif edeceksin. Derviş Hüseyin’in yüzüne baktı, nasıl tepki vereceğini anlamaya çalışıyordu.
-Hemen zoruna gitmesin canım bunları beraber yapacağız, o kadar da merhametsiz değilim, dedi ve bir kahkaha daha attı, çok içten gülüyordu.
YOLLARDA
Gayet kolay bir yolculuk yaptılar Bitlis’e kadar. Yollarda kendilerine katılanlarla birlikte on kişi kadar olmuşlardı. Bitlis’ten sonra hava iyice sertleşmeye başladı. Erzurum’da artık ne kadar giysileri varsa üst üste giymeye başladılar. Kop dağını geçip Bayburt’tan Gümüşhane’ye, oradan Ziganaları geçip Maçka üzerinden Trabzon’a gitmeleri gerekiyordu. Erzurum’da Kanberoğlu Hanı’nda gecelediklerinde Trabzon’dan gelen yolculardan Kop dağına ve Ziganalara kar düştüğünü duydular. Ertesi günü Erzurum’dan hareket ettiler. Kop dağını çıkarken fırtınaya yakalandılar. Güç bela kervanı bir köye ulaştırdılar. Burası beş altı hane var yok küçük bir köydü. Yakında bir de karakol vardı. Köylüler misafir etmek için yolcuları paylaştılar. Derviş Hüseyin’e de karakolda misafir olmasını söylediler. İçlerinde kılık kıyafeti en düzgün olanı oydu. Onun için onu karakolda misafir olmaya layık gördüler. Fırtına o kadar şiddetli esiyordu ki karakola gidinceye kadar canı çıktı Derviş Hüseyin’in. Yüzünü gözünü iyice sardığı halde rüzgârın şiddetinden güçlükle nefes alıyor, nefes alabilmek için bazen sırtını rüzgâra dönüp biraz nefesleniyordu. Karakolun ışığı gözükmese zaten gitmesi mümkün değildi akşam karanlığında. Ne bir yol ne bir iz vardı. Her yer bembeyaz ve dümdüzdü. Işığa doğru yönelip gidiyordu ama adım atarken ayağı ya taşlara veya yükseltilere küt diye vuruyor, çukur yerlere denk geldiği zaman içine gömülüp yarım metre içeri batıyor, ayağını çekip çıkarmak için güç sarf ediyor, tekrar bir adım atmak için biraz duraksayıp enerji topluyordu. Sonunda karakola varıp kapıyı çaldı. Kim o diye bağırdılar içerden. Ne diyeceğini bir an bilemedi. Öyle ya, kimdi, ne arıyordu gecenin bu saatinde bu karakolun önünde. Hangi sıfatla kendini tanıtacaktı. Kendine göre kısa lakin içeridekilere göre uzun bir tereddüt süresi geçirmiş olacak ki, kapıya doğru yaklaşan ayak sesleri ve tüfeğin ağzına verilen merminin sesini duyunca bizimkinde şafak attı.
-Tanrı misafiri, dedi, bir Tanrı misafiriyim ben. Kapı açıldı, bıyıkları yeni terlemiş ama pehlivan yapılı bir asker tüfeğini üstüne doğrultarak onu süzmeye başladı, misafir mi değil mi ölçmeye çalıştığı anlaşılıyordu.
-Kapıyı vurup öyle bekliyorsun be adam, bu saatte ne misafiri, neye geldin karakola. Derviş Hüseyin bocaladı, hemen cevap vermesi gerekiyordu, kendini toparlayıp,
-Biz bir kervanla köye geldik, yolcuları köylüler paylaşıp evlerine götürdüler, beni de karakola gönderdiler, dedi, çabuk çabuk konuşuyordu. Asker tüfeği indirdi,
-Kumandanım bir misafir var, içeri alalım mı? diye bağırdı.
-Alın, alın diye uzaklardan bir ses işitildi.
-Gel o zaman hemşerim, geç içeri. İçeri girdiler, asker onu ışıkta babasının yaşlarında eli yüzü düzgün biri olduğunu görünce daha hürmetli davranmaya başladı.
-Hoş geldin Amca, dedi, üşümüşe benziyorsun, hele şöyle sobanın başına geç. Derviş Hüseyin gösterilen yere oturdu. Kendisine kapıyı açandan başka beş asker daha vardı. Bir de sobanın hemen yanında yatakta birisi yatıyordu. Diğer askerler etrafını sardı, nereden gelip nereye gittiğini, nereli olduğunu sordular. Kervan hakkında bilgi aldılar. Yatakta yatandan inilti gelmeye başladı. Askerlerden biri,
-Zavallı yine başladı, dedi. Biraz dalmıştı, acaba bizim sesimizden mi uyandı?
-Yatan kim, hasta mı? diye sordu Derviş Hüseyin.
HASTA ASKER
On beş gün evvel izinli olarak Sarıkamış’tan gelip memleketi olan Kelkit’e gidecek bir asker gelmişti, adı İsmail Onbaşı’ydı. Geldiğinde yollarda soğuk almış bitik bir durumda karakola sığınmıştı. Karakol komutanı iyileşince kadar karakolda kalmasını sonra yola devam etmesini söyledi. İsmail Onbaşı yattıkça iyileşceğine hastalığı arttıkça arttı. Soba yantıkça terliyor, sırılsıklam olan çamaşırlarını değiştirecek başka çamaşırı olmadığından kalkıp sobada çamaşırlarını kurutuyor bu kez bir üşüme alıyor tekrar yatıyor, tekrar terliyordu. İştihası da iyice kapanmış olduğundan doğru düzgün bir şey yemiyordu. Hasta bir askerin karakolda yattığını duyan köylüler iyileşmesi için karakola peynir ve yazdan sakladıkları yumurtalardan gönderiyorlardı, fakat o doğru dürüst bir şey yemiyordu, gelen yiyecekler diğer askerlerin işine yarıyordu. Askere gidecek olan gençleri Sarıkamış’ın Alisofu köyünden toparlayıp getirdiği gün, karakol komutanı İsmail Onbaşı’yı mükâfat iznine göndermeyi söz vermişti. Ahz-ı Asker şubesinden karakol dâhilindeki köylerde bulunan 18 yaşını doldurmuş bütün erkeklerin derhal sılah altına alınması için talimat gelmişti. Köy çok, köylere gönderilecek nefer azdı. Karakol komutanı verilen tarihte askere alınacakları hazır etmek için her köye tek bir asker göndermekten başka çıkar yol bulamadı. Neferler için tehlikeli bir durumdu ama başka çare de yoktu. İsmail Onbaşı görev yaptığı süre zarfında bütün köylere gitmişti. Alisofu köyü karakola en uzak ve yolu en natemeli olanıydı. Karakol komutanı, askerlerin en tecrübelisi o olduğundan, Alisofu köyüne gitmesi için onu görevlendirdi. Ertesi gün sabah erkenden atına atlayıp yola çıktı. Akşam karanlığı çökmek üzereyken köye ulaştı. Muhtarın evini biliyordu. Atını sürdü eve doğru. Oyunlarını bitirmemiş bir iki çocuk görünce ‘Candarma geldi’ diye koşuşturarak evlerine girdiler. Muhtar evde yoktu. Muhtarın oğlu kapıyı açtı ona. Babasının komşu köye bir taziye için gittiğini, sabah erkenden geleceğini söyledi. Misafir odasına geçip yemek yediler. Bir jandarma geldiğini duyan köylüler odaya biriktiler. Onbaşı onlara geliş nedenini söylemedi. Komutanı öyle tembih etmişti. Muhtardan başkasına söyleme, çünkü devlet zamansız asker alımı yapıyor. Köylünün şimdi iş zamanı. Ekinlerini kaldırıyorlar. Önceden haberleri olursa çocuklarını saklar, köyde olmadıklarını söylerler. Muhtar’a karakoldan bir ilan getirdiğini, bu ilanı duyurmak için on sekiz yaşından büyük herkesin köy meydanında toplanması gerektiğini söylersin. Herkes toplanınca sen isimleri oku, gençleri bir tarafa ayır. Onları topla muhtarın odasına götür. Sonra durumu açıkla, aileleri çantalarını hazırlayıp getirsinler, gençleri hemen al yola çık, karakola getir demişti. Bundan dolayı hangi sebeple geldiğini soranlara, komutanın muhtara bir haber gönderdiğini, haberi muhtar gelince yalnız ona söyleyeceği şeklinde cevap vererek soruları geçiştirdi. Köylüler ikram edilen şeyleri yedikten sonra evlerinin yolunu tuttular. İsmail Onbaşı, artık yatakları yapsalar da yatsam diye düşünürken muhtarın oğlu da hemen dönerim diye çıkıp gitti. On dakika sonra telaşla içeriye girdi. -Onbaşı, dedi, senden bir şey isteyeceğim ama nasıl desem bilmiyorum. Şey, dedi, kekeleyerek, benim kız kardeşim nişanlı. Nişanlısının bugün eve gelmesinden şüpheleniyorum. Annemin gözü iyi görmüyor. Kulakları da iyi işitmiyor. Bu oğlan gelince kapıyı vuruyor. Annem kim o deyince sesimi taklit ederek benim ismimi veriyor. Annem de ben geldim diye onu içeri alıyor. Bunları övünerek arkadaşlarına anlatmış, benim de kulağıma geldi. Bizim ev avlunun içinde iki takım. Kapı çalınca benim oturduğum evden duyulmuyor. Şimdi Babam evde yok. Bunu fırsat bilir gelir, anneme kapıyı açtırır. Eğer kapıyı bu gece de çalarsa sen açarsın. Ben anneme kapıyı candarma açacak sen kapıya bakma derim. Şu değneği al eğer gelen ben değilsem değnekle bir tane kafasına geçir, çeksin gitsin kerata, diyerek elindeki değneği duvara dayadı. Cevap beklemeden çekip gitti. İsmail Onbaşı tedirgin olmuştu. Ne yapacaktı şimdi. Uykusu kaçar gibi oldu ama yol yorgunluğu ağır bastı, uyuyakaldı. Avlu kapısı güm güm diye dövülünce uyandı. Ev sahibi açar nasılsa diye düşündü. Sonra muhtarın oğlunun dediklerini hatırlayınca fırladı yataktan, paltosunu sırtına geçirip değneği aldı ve avlu kapısına koşturup ‘Kim o’ diye bağırdı.
-Ben Hasan, dedi, evet muhtarın oğlunun adı da Hasan’dı ve ses de onun sesine benzemiyordu. Demek ki muhtarın kızının nişanlısı gelmişti. Kapıyı açar açmaz değneği kafasına indirdi. Delikanlı yere yığıldı. Onbaşı kapıyı kapatıp yatağına döndü. Henüz uykuya dalmıştı ki kapı yine vuruldu. Yine değneği kapıp koşturdu, ‘Kim o’ diye bağırdı.
-Ben Hasan, ama gerçekten muhtarın oğlu Hasan, sakın bana vurma. Kapıyı açtı, Hasan’ın kafasından akan kanlar yüzünde kurumuştu. Değneği kafasına yiyince bayılmış, ayılınca kapıyı tekrar vurmuştu.
-Hasan sana mı vurdum, vah vah, ne halt ettim ben. -Defol git evimizden, hem misafir ol hem de ev sahibini döv.
-Ama vurmamı sen söyledin. -İnsan önce kimin geldiğinden emin olur, ona göre davranır. Hasan çok kızmıştı, en iyisi tartışmadan gitmekti bu evden. Gitti giyindi, tüfeğini aldı, atı ahırdan çıkardı, yürüdü çıktı avlu kapısından. Şimdi nereye gidecekti. Hiçbir evin ışığı yanmıyordu, kimin kapısını vuracaktı? Biraz dolaştı, at yedeğinde, belki ışığı yanan bir ev bulurum diye. Işığı yanan bir ev göremedi. En iyisi bir samanlığa girip geceyi geçireyim, sabah işimi yapar dönerim diye düşündü. Samanlıklar köyün biraz dışındaydı. Bazılarının kapıları kilitliydi, bir tanesinin açık olduğunu gördü. İçeri girdi. Gözleri karanlığa alışıncaya kadar bekledi, burada samanların üstünde yatabilirdi ama atı ne yapacaktı şimdi? Tekrar dışarı çıktı atın ipinin terkisinden çıkarıp müsait bir yerde bir ağaca bağladı. Geldi tekrar samanlığa girdi, samanların en üstüne çıktı, üstüne de biraz ot çekip uyumaya çalıştı.
Sabahleyin erkenden kalkıp camiye gitti. Namazdan sonra ne yapacağım diye düşünürken köylülerden biri:
-Gel çorbayı bizde içelim, muhtar gelinceye kadar bizde otururuz, deyince davetini kabul etti. Muhtar gelince komutanının tembihlediği gibi köyün gençlerini köy meydanında topladılar. Onları muhtarın evinde götürdükten sonra durumu izah etti, gençleri götürüp karakola teslim etti.
***
Ertesi gün hava açmıştı. Güneş nazlı nazlı kendini göstermeye başlayınca kervan yola dizildi. Ziganaları aştıktan sonra bin bir meşakkatle Trabzon’a ulaştılar. Şimdi uygun bir gemi bulup İstanbul’a gitmenin çaresine bakmak lazımdı. Rıhtıma gidip sordu. Birkaç gün sonra İstanbul’a gidecek bir gemi olduğunu söylediler. Birkaç gün sonra gemiye binip yola koyuldular.
Yağmurlu bir Mart günü Karadeniz’den Boğaz’a girdiklerinde sisten etraf pekiyi seçilmiyordu. Kasvetli bir manzara vardı. İnsanın iliklerine işleyen bir soğuk olduğundan güvertede durup seyretmek mümkün değildi. Kamaranın puslu penceresinden de pek bir şeyin göründüğü yoktu. Uzaktan Rumeli Hisarı’nı seçti. Bu muhteşem hisarı görünce Hoşap kalesini aklına getirdi. Deniz tutması sonucu perişan bir haldeydi. Bu çektiği yolculuk eziyeti Hoşab Kalesi macerasına değecek miydi acaba? Şimdi memleketinde olsaydı sıcak yuvasında sıcak çorbasını içseydi daha iyi değil miydi?
Çırağan Sarayı görünüp sisin müsaade ettiği kadar şehir seçilmeye başlayınca tekrar güverteye çıktı. Üsküdar tarafına doğru dolaştı güvertenin üstünde. Bu sırada yağmur kesilmiş arasıra güneşte bulutların arasından görünmeye başlamış, sis de dağılır gibi olmuştu. Üsküdar’da Valide Camii, bu yağmur sonrası görünen güneşte muhteşem görünüyordu, adeta yeni yıkanmış gibi bir duygu bırakıyordu insanın üzerinde. Önce hisar, sonra saray şimdi de caminin bu muhteşem manzaraları O’nu sanki büyülemişti. Gemi biraz daha yol alıp Kızkulesi nazlı nazlı denizin ortasında salınmaya başlayınca ve karşıda Süleymaniye bütün ihtişımıyla göz bebeklerine düşüp, Yeni Cami’nin meydanı süsleyen görüntüsü ortaya çıkınca çektiği bütün o yol sıkıntılarını unutuverdi. “Hazineyi çıkarma izni alamasam ve hatta izin alıp ta hazineyi de bulamasam bile bu seyrettiğim manzara bana yeter” diye düşünerek içi huzurla dolu gemiden iskeleye adımını attı.
Kalacak bir yer bulmalıydı şimdi. Bir kahveye gitti. Kahve içtikten sonra, kalacak yer meselesini nasıl halledeceğini düşünmeye başladı. En iyisi kahveciye sormalıydı. Kahveciye İstanbul’a yeni geldiğini kalacak bir yer hususunda kendisine ne tavsiye edebileceğini sordu. Kahveci Sirkeci’de yeni bir otel açıldığını, orada kalabileceğini ama ücretinin fazla olduğunu, eğer isterse daha ucuz olan hanlarda kalmasının daha uygun olabileceğini söyledi.
-En ucuzundan bir handa kalabilirim ancak param ona yeter, dedi. Kahveci en ucuzunun Vezir Hanı olduğunu söyleyip yolu tarif etti.
Sora sora Vezir Han’a geldiğinde, hanın yıkık dökük olduğunu gördü. Çemberli Taştaki Vezir Han’ı Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa tarafından 1659’da yaptırılmıştı. İstanbul’a gelen sefirler bu handa kalırlardı. Ama şimdi yılların verdiği yorgunluk ve bakımsızlıktan neredeyse harabe haline gelmişti. Kullanılabilen birkaç odası da bir hancı tarafından işletiliyordu.
Hancı ona kalacağı odayı gösterdi. Oda da hanın dış görüşünden farksızdı. Karyola olarak kullanılan üç makatın üstünde kirli üç yatak ve eski püskü masadan başka bir şey yoktu odada.
-Üç kişi mi kalacağız bu odada? Diye sordu Derviş Hüseyin.
-Şimdilik sadece sen kalacaksın. Eğer başka müşteri gelirse onu da senin yanına veririm.
Çünkü diğer odalar dolu.
Öğle namazı yaklaşıyordu. Namaza gitmek için dışarı çıkınca o kadar minare vardı ki hangi camiye gideceğini şaşırdı. En yakın camiye gitmeye karar verdi. Hanın hemen yanı başında bulunan Nuru Osmaniye camisine gitti. Şadırvanda abdest alıp camiye girdi. Ezana daha vakit vardı. Dolaptan bir Kur’an-ı Kerim alıp rahleyi önüne çekti. Ku’ran-ı Kerim’in ortalarından bir sayfa açtı. Enbiya Suresi açılmıştı. Eyüb (aleyhisselam)’la ilgili ayetler vardı açtığı sayfada;
“Eyyub’a gelince o Rabbine ‘Başıma bu dert geldi sen merhametlilerin en merhametlisin’ diye niyaz etmişti. (Enbiya Suresi 83)”
Müfessir Beyzavî’nin naklettiğine göre Hz. Eyyüb, varlıklı ve aile efradı geniş bir zat idi. Fakat evinin yıkılması sonucu aile fertlerinin çoğu öldü. Malı mülkü elinden gitti. On yıldan fazla süren ağır bir bedenî hastalığa müptela oldu. Bütün bu felâketlere rağmen, halinden şikâyet edecek duruma düşmemek ve takdire rızada sebat etmek için durumunu Cenab-ı Hakk’a arz ederek ondan sıhhat ve afiyet istemekten çekiniyordu. Nihayet eşinin ricası üzerine ancak yukarıdaki ayette ifade buyurulan sözlerle niyazda bulunmakla yetindi. Sonunda şifa buldu. Sıkıntısı gitti ve hastalığından önceki mal mülkten daha fazlasını verdi Cenab-ı Hak ona. “Ben de Hz. Eyyub gibi sabretmeliyim” diye düşündü.
Namazdan sonra Kapalı Çarşı’yı görünce orayı gezmeye karar verdi. Ülkenin her tarafından gelen malların sergilendiği yerdi adeta Kapalı Çarşı. Her tarafı gezdikten sonra nasıl dışarı çıkacağını kestiremedi. Sanki çarşının içinde kaybolmuştu. Sonunda bir esnafa sormak aklına geldi. Dükkânının önünde dikilen bir esnafa,
-Çarşıdan çıkmak istiyorum, çıkış kapısını nerde bulurum, diye sordu. Esnaf,
-Çıkacağın yere bağlı. Beyazıt tarafına mı yoksa Nuru Osmaniye tarafına mı gideceksin. Nuru Osmaniye’yi nasıl olsa görmüştü, Beyazıt’ı gezerim diye düşünerek:
-Beyazıt tarafına, dedi.
Bunun üzerine esnaf yolu tarif etti. Beyazıt Camisi’ni gezdikten sonra, birisine Sultan Ahmed’e Nasıl gideceğini sorup yol tarifi aldıktan sonra yürüyerek Sultan Ahmed’e geldi. Sultan Ahmed ve Ayasofya’yı gezerek ikindiye kadar oyalandı. Ayasofya’da namazını kıldı. Bu seferde Han’a nasıl gideceğini şaşırdı. Birisine sorup yol tarifi aldıktan sonra Han’a gidip yatağına uzandı.
Gündüzleri İstanbul’u geziyor akşama doğru Han’a geliyordu. Bir gün Fatih tarafını, ertesi gün Eyüp tarafını gezdi. Böylece üç günü geçirmişti İstanbul’da, üçüncü günü akşamı odasını girince bir zaptiye neferiyle karılaştı. Bu zaptiye yeni işe başlamış, ev buluncaya kadar handa kalmaya karar vermişti. Artık bir oda arkadaşı vardı.
Hoş beşten sonra zaptiye ona; İstanbul’a ne için geldiğini sordu. Ona hazineden bahsedemezdi, iş bulup İstanbul’da çalışmak istediğini söyledi.
Eğer isterse yeni zaptiyelere ihtiyaç olduğunu; isterse zaptiye olabileceğini söyledi.
-Yarın benimle gel, seni amirlerime takdim edeyim. Eğer beğenirlerse seni hemen zaptiye yaparlar.
-İnşallah yarın beraber gideriz dedi, Derviş Hüseyin.
Yatsıyı hanın mescidinde kılıp hemen yattı. Yorgun olduğu halde gözüne uyku girmiyordu. Hazineye bulmak için Padişah’a nasıl ulaşacağını düşünüp durdu. Böyle bir hazineden kimseye bahsetmesi uygun olmazdı. Birisine söylese bu haber dilden dile dolaşır, hazine işiyle uğraşanların kulağına gidebilirdi. O daha Padişah’a ulaşmadan gidip hazineyi bulabilecek insanlar olabileceğini düşündü. En iyisi Padişah’a Cuma Selamlığında bir arzuhal vermekti. Cuma günleri Padişah Cuma namazını kıldıktan sonra camilerdeki balkon gibi olan yere gelip halkı selamlar ve dilekçeleri kabul ederdi.
Ertesi gün zaptiye olmuştu Derviş Hüseyin. Ona zaptiye elbisesi verdiler. Giyindikten sonra bir aynaya baktı. Elbise ona bayağı yakışmıştı.
O gün onu yeni başlayan zaptiyelerle birlikte talime götürdüler. Talimler üç ay sürdü. Bundan sonra üç ay daha zaptiye kışlasından dışarı çıkamadı. Altı ay sonra Cuma günleri tatil olduğu için camiye gidebildi. Padişah’ın önümüzdeki Cuma günü Sultan Ahmed camisinde olacağını öğrendi.
Padişah’a vermek için şu arzuhali yazdı:
Şevketli, kudretli, kerâmetli yer yüzünün ve zamanın hükümdârı Padişâhımızın varlığını Cenâb-ı Hak hatâ ve kusurdan koruyup düşmanlarını hezimete uğrata, âmin. Bu kölenizin arzuhali budur: Aslen Vanlıyım. Rüyamda Van dağında bir define olduğunu gördüm. Bunu çıkarmak için yanımda bir ferman olmadığından çıkartmaktan korktum. Ayrıca çıkarmak için gereken harç ve vergileri de ödeme gücüm olmadığından defineyi öylece bırakıp İstanbul’a geldim. Halimi Padişah’a arz ederim diye düşündüm. Bir türlü bunu başaramadım. Başka çarem kalmadığından zaptiye neferi yazıldım. Altı aydır zaptiye neferi hizmetinde bulunuyorum. Bu şekilde arzuhal sunmaya cesaret edebildim. Yüce merhametlerinden şunu rica ediyorum: Adı geçen define bir haramzadenin eline geçmeden, bana bu defineyi çıkarmak için ferman veriniz. Adı geçen dağda bulunan define çıkarılıp devlet hazinesine verilsin. Bu konuda emir ve ferman Padişahım hazretlerinindir.
Van Ahalisinden, eş-Şeyh Molla Tekyesi hizmetinde bulunan
Hüseyin bin el-Hâc Osman Kulları, Fener Karakolunda Zabtiye
Arzuhal, ta ilk elden itibaren çok ilgi görür. Devletin zor zamanlarıdır, altına şiddetle ihtiyaç vardır. Onun için hemen Van Kaymakamı’na şu emir yazılır:
“Zaptiye neferlerinden Hüseyin Van tarafında olduğunu söylediği definenin çıkarılması konusunda gereken yardımın yapılması için Padişah’a arzuhal takdim etmiş olmakla, adı geçene bu konuda her türlü kolaylığın gösterilmesi ve sonucun bildirilmesi.”
***
Dilekçe verdikten sonra Derviş Hüseyin’in ne yaptığını bilemiyoruz. Gidip hazineyi çıkardı mı yoksa zaptiye olarak görevine devam mı etti?
Hikâyenin bundan sonrasının okuyucular tamamlasa nasıl olur…
***
/// Hayrettin Meral Bey’in bu hikayesinin ilk kısmı Yüce Devlet Dergisi’nde (25 Mayıs 2015 tarihli 14. sayıda) yayınlanmıştır. (Hikâye ilhamını, dergimizin 5 Aralık 2011 tarihli 10. sayısında ”Derviş Hüseyin’in Definesi” başlığıyla yayınlanan arşiv belgesinden almıştır. Bkz. http://yucedevlet.com/dervis-huseyinin-definesi.html )
Yüce Devlet’in Notu: Hikaye, edebiyatımızda -bildiğimiz kadarıyla- bir arşiv belgesinden ilham alınarak kaleme alınmış ilk eserdir. Açılmış bu çığırdan devam edilmesi temennimizdir. Çünkü arşivlerimiz çok zengindir, edebiyatımızın arşivlerden istifade ederek daha da güçleneceği açıktır. “Kökü mazide olan âtînin” bir gereğidir hatta…