DÖRT BÜYÜK ADAM VE BİZ
Onlar ki tarihin en ruhsuz bir döneminde geldiler, büyük ruh atılımları yaptılar. Onlar ki inançsız bir çağın en kötü zamanlarında geldiler ve büyük iman hamleleri gerçekleştirdiler. Onlar ki İslam’ın ve Anadolu’nun en büyük mağlubiyetlerinden sonra geldiler, insanlardaki yenilmişlik psikolojisini tedavi ettiler. Onlar ki tarihin en zorba, en zalim, en baskıcı yönetimlerine karşı teslim olmadılar, bir iman kalesi gibi direndiler. Onlar ki bu ihtiyar dünyanın en kişiliksiz, en gri, en dumanlı bir zamanında bembeyaz ve tertemiz şahsiyetler oldular. Bireyin başının ezildiği bir kara dönemde, onlar, “ferd” olmanın ne demek olduğunu apaçık gösterdiler.
Onlar ki kendilerini aşmayı bildiler; beşer oluşlarının doğal sonucu olan acziyetlerini Allah’ın izni ve yardımı ile yendiler; bazusu sağlam pehlivanlar gibi küfrün ve nifakın sırtını yere getirdiler.
Onlar dilsiz şeytan olmadılar; inançsızlığa, zorbalığa, baskıcılığa karşı hakikatin gür sesi oldular. Kitaplar yazdılar, dergiler çıkardılar; konferanslar verdiler, konuşmalar yaptılar; talebeler yetiştirdiler; organizasyonlar kurdular ve böylece karanlığa karşı parlak mumlar yaktılar. Siyahlara karşı aydınlığın tokatlarını vurdular. Taze günün ilk ışıklarının geceye karşı attığı nur bombaları oldular.
Onlar ki sabır ve sebatın ne demek olduğunu bizzat gösterdiler, ağır baskılara karşı yılmadılar. Sürgün, hapis ve hakaretlere karşı sağlam bir duruş sergilediler.
Onlar ki istikaamet sahibi oldular, dosdoğru yürüdüler, kınayıcının kınamasından çekinmediler. İyi dönemlerde de kötü zamanlarda da her daim İslam’a hizmet ettiler ve böylece büyük şeref kazandılar. Şereflerin en büyüğü, İslam’a hizmet etme şerefidir, çünkü.
Onlar ki insanlarla tek tek ilgilendiler, toplu olarak ilgilendiler. Kendileri eriyip bittiler lakin ölüleri de diriltmiş oldular. Gafleti kırdılar, uyuyanları uyandırdılar, bataklıkları kuruttular. Şehirlerin göremediği manevi kentler inşa ettiler hatta…
Onlar ki şiirin en güzelini yazılar, destanın en iyisini söylediler. Kelimelerin en güzellerini söylediler, sözlerin en tesirlisiyle hitap ettiler. Zamanın en iyi, en üstün, en etkili cümleleri hep onların oldu. Çünkü onların gönülleri çok büyüktü, bilgileri engindi, şuurları keskindi, akılları üstündü, zekâları şiddetliydi.
Onlar ki dava adamıydı, ideal insanlarıydı. Gayeleri uğruna bir ömür çalıştılar, hiçbir rütbe ve mal beklemeden, ölümü bile göze alarak, sürgünü ve zindanı hiçe sayarak, hakaret ve nifakı küçümseyerek…
Onlar ki mütevazı, küçük, dar mekânlarda muazzam ve muhteşem işler yaptılar. Devasa hizmetler gerçekleştirdiler, olağanüstü külliyeler inşa ettiler.
Onlar ki Sebilü-r-Reşad’dır, Sırat-ı Müstakîm’dir; Risale-i Nur Külliyatı’dır; Büyük Doğu’dur; Diriliş’tir. Onlar ki tek başlarına okuldur; hayır, üniversitedir. Onlar ki yek başlarına adamdırlar; hayır, büyük topluluklardır. Onlar ki bilgi ve bilinçtir. Onlar ki ruh ve gönüldür. Onlar ki yüksek dağların yüce zirveleridir.
Onlar ki Üstad Mehmed Âkif’tir, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir, Üstad Necip Fazıl’dır, Üstad Sezai Karakoç’tur. Bu zamanda üstad denmeye sadece onlar layıktır. Hürmete, itibara, sevgi ve saygıya layık dört büyük adamdırlar.
***
Elbette ilk olarak Âkif’i tanıdık biz de. İlkokula başlayıp İstiklal Marşı’nı pazartesi ve cumaları okuyup şairinin kim olduğunu öğrenip İzmit-Derince’deki tek kitapçının önünden geçerken babama “Şu kitabı alalım, baba” diye heyecanlı heyecanlı istekte bulunduğumu hatırlıyorum. Rahmetli de kırmamış, hatta sevinmiş, hemen satın alarak Safahat’ı elime tutuşturmuştu. Sarı saman kâğıda 1966 yılında basılmış olan 8. baskının ciltli nüshasını hâlâ gözüm gibi saklarım. Tabii o zamanlar bir şey anlamıyordum ama yaşım ve tahsilim ilerledikçe, kitabı her ele alışımda biraz daha anlar oluyordum.
O zamanlar camiamızın yaptığı en önemli faaliyetlerden birisi de Âkif’i anmaktı. Peder Bey’in İzmir’de bir okulda düzenlenen böyle bir geceye bizi götürdüğünü hatırlıyorum. Artık delikanlıydık, biraz mırın kırın ettik ama Allah ondan gani gani razı olsun, o kararlılık gösterdi ve biz de gitmiş olduk. Ne söylendiğini, hangi şiirlerin okunduğunu anımsamıyorum ama hoş, huzurlu, sakin bir etkinlik kalmış hafızamda.
İstiklal Marşı’ndan sonra Çanakkale Şehitlerine, sonra Bülbül, sonra Küfe, sonra Süleymaniye Kürsüsü’nde derken Safahat’la epeyce hemhal olduk. Bu arada bazı mısra, beyit ve manzumeleri de ezberlemeye çalışıyor, fırsat buldukça arkadaşlarıma da okuyordum. Hele Safahat’ın başındaki:
“Bana sor sevgili kaari’ sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım” beytiyle başlayan ve tevazuun şahikalarıyla bediiyatın zirvelerinde dolaşan poetikasını öyle zevkle okurdum ki sair zamanlarda arkadaşlar o şiiri okumamı isterlerdi, hiç nazlanmadan yine zevkle okurdum.
İstanbul’a Edebiyat Fakültesine gelip İslam harflerini biraz öğrenince kütüphanelere gitmeye başladım. Tabii ki el yazmalarını okuyamıyordum ama Osmanlı döneminde basılmış bazı kitapları alıyor, okumaya çalışıyordum. En çok sevdiğim işse Safahat’ı istemek, alıp ondaki bazı şiirleri istinsah etmekti. Süleymaniye Kütüphanesi’yle ilk ünsiyetim de Safahat vasıtasıyla olmuştur. (O zamanlarda kütüphaneler yalnızca mesai saatlerinde ve hafta içi açık oluyordu; onun içinkitabı cumadan ayırtır, cumartesileri de gidip Safahat’tan istinsah ederdim; hâlâ duruyor onlar.) Sonraları Safahat’ın orijinal baskılarını satın almak, okumak ve okutmak da nasip oldu; Safahat ve Âkif üzerine konuşmalar yapmak ve yazılar yazmak da; elhamdulillah.
Âkif, bitmez tükenmez bir hazinedir. O, şiirleriyle İslam’ın gür sesi olmuştur. İstiklal Marşı’nın şairi olmakla o derece büyük payeye erişmiştir ki tarifi mümkün değildir. Çünkü bu marş aynı zamanda İslam’ın marşı olmuştur, İslam milletinin kurtuluş bildirisi olmuştur. Bu marşa ne kadar hürmet edilse azdır. Öğretmenlik yaparken en çok haz aldığım saatler, İstiklal Marşı’nı açıkladığım dersler olurdu; kendimden geçerdim âdeta.
Tabii ki bizim bu marşa, İslam’ın marşına tam manasıyla sahip çıkmamız gerekir. Allah’ın izniyle bu marşı değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Lakin 28 Şubat döneminde her yerde ve üst perdeden 10. yıl marşının okunup İstiklal Marşı’na alternatif oluşturmak istendiğini de unutmayalım. Hayatının son dönemlerinde (1936), yeniden İstiklal Marşı yazdırma girişimleri karşısında, ağır hasta olduğu halde yatağından doğrulup “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” diye haykırdığını da hatırlayalım.
Lakin maalesef işin bir de şu tarafı var ki yüreğimiz kaldırmıyor: Kendine milliyetçi diyen ama ırkçı olduğunu bilmeyen bir güruh, bu kutsal marşı kendi ırkçı-ulusalcı emellerine alet etmek istiyorlar ki buna müsaade edilmemelidir. Bunun için bu marşın İslam’ın marşı olduğu iyice anlatılmalı, her vesileyle buna vurgu yapılmalıdır.
***
Bediüzzaman, Necip Fazıl (bu yazı için bkz. http://yucedevlet.com/ustad-necip-fazil-ve-biz.html ) ve Sezai Karakoç’un üçünü birden 1977’de tanımaya başladık. Biz öncelikle Bediüzzaman hazretleri üzerinde kısaca duralım.
Risale-i Nur’un büyüklüğü akla havsalaya sığmıyor. Ne zaman elime alsam, bu muazzam külliyatı, kendimi bir deryanın yanı başında hissediyorum ve o umman hemen içine alıveriyor bizi; kaybolup gidiyoruz; hayır, kaybolmuyor, bilakis kendimizi buluyoruz.
İnançsızlığın kapkara bulutlarıyla bütün dünyayı ve elbette ki ülkemizi çepeçevre sardığı o kara dönemde ne kadar büyük aydınlık olmuştur, Risale-i Nurlar; hâlâ da öyledir. O büyük kaynaktan istifade ediyor, aydınlanıyor, imanımızı tazeliyoruz, elhamdülillah.
Geçmişimizle, yazımız ve dilimizle en büyük irtibatı Risaleler kuruyor. Onun için biz de zaman zaman bu büyük külliyata yöneliyor ve çok yararlanıyoruz. Yazıcı kardeşlerimizle, bir dönem, aslından okuduk. Okuyucu kardeşlerimizle, bir eyyam, beraber mütalaa ettik. Nice gecemizi sabaha kadar aydınlattı, bu mübarek eserler. Bu külliyattan okutmak bize de nasib oldu, hakkında yazı yazmak da; elhamdulillah.
Dili ağırdır diyenlere söylerim ki hem de bir ton para verip İngilizce, İspanyolca vb. öğreniyorsunuz da sizin ana dilinizle yazılmış bu eserlere neden zor diyorsunuz. Buna beynamaz mazereti derler. Tembelliğin de bahanesi çoktur. Lakin Rabbimiz çalışkanlara şefkat ve yardım eder. Onun için yeniden bir niyet edelim, yeniden gayret kuşağını kuşanalım, yanımıza lügatleri alalım ve başlayalım okumaya Risaleleri. Göreceksiniz ne istifadeler olacaktır, ne muazzam bereketler gelecektir.
Gerçi (İslam yazısıyla) yeniden yayınlanan Risalelerin bazısında az bilinen kelimeler derkenarda (sayfanın kenarında) verilmiş. Bazı Risalelerin şerhli nüshaları yayınlanıyor. Yani iş epeyce kolaylaştı. Bu, kendi başına okuyacaklar için rahatlık sağlıyor. Lakin Risalelerin takrir usulüyle yani bir hoca eşliğinde okunmasında fayda var. Şöyle bir öneride bulunmak istiyorum: Halka açık yerlerde, ehli tarafından okutulsa ve hatta bu derslere devam edip Risaleleri iyice özümseyenlere (Mesnevi okutanlara Mesnevi-hanlık icazeti verildiği gibi) Risale-hanlık icazeti verilse ne güzel, ne faydalı, ne bereketli bir faaliyet olurdu; inşaallah bu da olur, Risaleler, ders kitaplarına da girer, başlı başına bir ders olarak da okullarda okutulur. Neden olmasın…
***
Üstad Sezai Bey’le ilk irtibatımız tabii ki şiirleriyle ve eserleriyle oldu. 1970’lerin sonlarına doğru lisede okuyan gençler olarak onun eserlerini kendimize çok yakın buluyorduk, çünkü dili, o çağın diliydi, şiirleri o zamanın şiirleriydi. Sabah namazından sonra bir vird kitabı gibi Hızırla Kırk Saat’i okurdum. Sezai Bey’in şiirini anlaşılmaz bulup da “Onun şiirlerini anlıyor musun ki” diyenlere “Sabah namazından sonra okursam anlıyorum” cevabını yapıştırıyordum. Hakikaten öyleydi. O muhteşem mısralarla bir maneviyat dünyasına giriyor, aklım ve gönlümle bu âlemden istifade ediyordum.
“Dinle sen ermesen bile
Bir ermişe erebileceksin
Ermiş bir sözün olmasa da
Bir ermişin sözünü duyacaksın
Çağırmasını bilirsen gelecektir
Doğu’yu Batı’yı bilen gelecektir
Bir ölümden sonrakine
Öğle sıcağındaki sebil gibi
Gün gelecek su kıyısındaki
O türbe ışıyacaktır
Bursa’daki Ulucami’nin
En suskun taşları bile konuşacaktır” mısraları, inanmış bir adamı metafizik âleme sokmuyorsa, onun kendinden şüphe etmesi gerekir diye düşünüyorum.
1978’de İstanbul’a geldiğimde tanışmaya niyetlenmedim; taşradan gelen mahcup bir gencin kendini bu tanışmaya layık görmemesi diye açıklıyorum, o olayı bugün. Çünkü eserlerini hâlâ okumaya devam ediyordum. MTTB’nin hemen yanındaki Fatih Gençlik Vakfı’nın matbaasına, Sezai Bey’in kitaplarını bastırmak ve bu işleri takip etmek için zaman zaman geldiğini, arkadaşlardan görenler akşama anlatıyorlardı ama yine de üç adım ötedeki Üretmen Han’a gidip onunla tanışmaya bir adım atamıyorduk nedense.
1988 yılında askerden dönüp Osmanlı Arşivi’nde çalışmaya başlayınca “Sakın gitme, gideni paylıyor, azarlıyormuş” şeklindeki menfi propagandaya rağmen bir yaz günü, iş çıkışında Üretmen Han’ın en üst katındaki yazıhanesine gittim. Vardığımda henüz kapıyı kilitliyordu, beni görünce durdu ve “Buyurun” dedi. “Efendim, sizinle tanışmak için gelmiştim” deyince kapıyı açmaya yöneldi. Hemen söyleyiverdiğim “Siz de galiba karşıda oturuyormuşsunuz, isterseniz beraber gidelim” önerimi kabul etti. Babıâli yokuşunu beraberce indik, vapurla Kadıköy’e gittik; otobüse bininceye kadar ona refakat ettim; ayrıldıktan sonra içimde hoş ve tatlı bir duyguyla eve gittim. Böylece 7 senesi çok yakın bir şekilde sürecek bir muarefe başlamış oldu. Haftada birkaç kez, akşam iş çıkışlarında, yanına uğruyor; beraberce sohbet ederek vapurla Kadıköy’e geçiyorduk. Ara sıra sorduğum suallere tevazuyla cevap veriyordu, bu da hayranlığımı ve sevgimi arttırıyordu.
Temmuz 1988’de Diriliş’in 7. dönem yayınının başlaması da ayrı bir heyecan olmuştu. Hemen abone oldum, haftalık derginin çıktığı ilk gün gidip yazıhaneden alıyor, hemen su gibi içerek okuyordum. Akşamki buluşmalarımız derginin yoğunluğundan biraz azalmıştı ama bu sefer de Kadıköy’deki bir kahvede bazen ikimiz bazen diğer arkadaşlarla beraber sohbet imkânı buluyorduk. Bağımız bir süre de böyle devam etti.
1990’da Diriliş Partisi’nin kurulması, müslüman camiayı derinden etkilemişti. Biz tereddüt göstermeden bu teşkilattan yana tavır aldık ve karınca kararınca yardım etmeye çalıştık, çünkü bunu İslam davasına hizmet biliyorduk. Her cumartesi Şehzadebaşı’ndaki sohbet toplantılarına katılıyor; ayda bir Bursa’ya ve Sakarya’ya Sezai Bey’le beraber gidiyorduk. Eskişehir, Bursa, Ankara, Elaziz ve Gebze’de düzenlenen müteaddit meydan konuşması, konferans ve söyleşilere de beraber gitmiş; hatta bir keresinde yalnız ikimiz Ankara’ya kadar yan yana iki koltukta seyahat etmiştik. (O dönemki anılarımızı inşaAllah bir gün yayınlayacağız, nasip olursa…)
Diriliş’in son döneminde dergide yazılarımız çıkmıştı; Diriliş ve Sezai Bey üzerine yazılar yazmak da nasib oldu; elhamdulillah. Yenilerini de yazacağız, Allah izin verirse; çünkü Diriliş; büyük ve yeni bir hamle, büyük ve derin bir doğuş, büyük ve ciddi bir harekettir. (Yüce Devlet de, Diriliş’in talebesi olmakla iftihar etmektedir.)
***
Bu dört büyük adam, çağımızın dört büyük sahabesi (radiyallahu anhüm) olmuştur. Âkif, Hz. Osman’ın izdüşümüdür. Bediüzzaman, Hz. Ebubekir’in bir misalidir. Hz. Ömer gibidir Necip Fazıl. Ve Hz. Ali’nin günümüzdeki örneği de Sezai Bey’dir. Veya Âkif, Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin misalidir; Bediüzzaman, İmam Gazalî’nin yansımasıdır; Necip Fazıl, İmam Rabbanî’nin karşılığıdır; Muhyiddin-i Arabî’ninki de Sezai Bey’dir.
İslam gençliği bu dört büyük adamı iyi tanımalıdır; eserlerini defaatle okumalı, şiirlerini ezberlemeli, görüş ve düşüncelerini iyice hazmetmelidir. Lakin birini diğerine tercih etmemeli, yalnızca birisi üzerinde aşırıya kaçan bir şekilde yoğunlaşmamalıdır. Çünkü bunlar birbirini tamamlayan bir bütündür. Yalnız birisi üzerinde duran, davayı tek yönlü olarak görmeye başlar, böylece eksik kalır, hizmeti de nakıs olur. Bu hususa özellikle dikkat etmelidir. Yeniden bütüncü olmazsak (hatta eski ile yeniyi birbirine kavuşturmazsak) sağlıklı yol alamayız. Bugünkü olumsuz manzaranın altında, biraz da bu tekçilik ya da inhisarcılık vardır. Yalnızca birini tercih edip diğer külliyat ve hareketlere bigâne kalmak, ağacın yalnızca bir dalını büyütmeye benzer ki sonuçta o dal da hatta ağaç da yıkılır gider. Kocaman geniş bir yolu, Sırat-ı Müstakim bulvarını daraltmaya çalışmak demek, kendini ve hizmetini daraltmak demektir ki bunda büyük vebal vardır.
İslam gençliği böyle yapmayacak, bu dört büyük adama gereken önem ve dikkati gösterecek, bu dört büyük petekten gereği gibi istifade ederek balı oluşturmayı bilecektir. Tabii ki geçmiş büyüklerimizi de bilerek, tanıyarak, okuyarak, anlayarak… Lakin geçmişe bugünden gidilir; geçmişten bugüne de gelenekle, geleneğin muhteşem gücüyle geri gelinir.
Selam olsun, İslam’a büyük hizmetler etmiş bu dört büyük adama. Selam olsun, bu dört büyük adamın yolundan gidenlere. Selam olsun, bu dört büyük adamdan aldıkları bilgi, görgü ve bilinçle İslam’a hizmet etme şerefini kazananlara. Selam olsun, bütüncü olup bütüncü kalanlara. Ve selam olsun, çalışkan, donanımlı, birikimli, bütüncü, inançlı, azimli ve sebatkâr İslam gençliğine…
Haydar Murad Hepsev
Bu yazı, Yüce Devlet Dergisi’nde (15 Aralık 2010, 7. Sayı) yayınlanmış; Aralık 2021’de yeniden gözden geçirilmiştir.