DÖRT BÜYÜK ADAM VE GENÇLİK
KONFERANS NOTLARI
Esselamu aleykum ve rahmetullah ve berekatuhu
Euzu billâhi min-eş-şeytân-ir-racîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Vaktler hayrola
Hayrlar feth ola
Şerler def’ola
Heman büyüklerimiz var ola
Ey Büyüklerinin izinde giderek onlara gibi büyük olmaya niyet etmiş İslam gençliği!
Hepiniz hoş geldiniz, safalar getirdiniz.
Konuşmaya Asr-ı saadetten bir misalle başlamak istiyorum.
Hicretin dokuzuncu yılında, bir çatışma üzerine esir alınan mensuplarını kurtarmak üzere Medine’ye gelen Benî Temîm kabilesi ile Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı arasında şöyle bir hadise geçmişti:
Medîne’ye gelen Beni Temîm heyeti oldukça kalabalıktı ve kabilenin ileri gelenlerinden oluşuyordu. Oldukça kaba bir biçimde Hz. Peygamber ile görüşmek istediklerini, kendilerinin herkese karşı hem hürmet gösterip hem de bu saygıyı geri alacak güçte olduklarını söylüyorlardı. [Beni Temim bugünkü Bahreyn civarında yaşıyordu ve Arafat’ta icaze (hac ibadetinin bittiğini ilan etme) yetki ve imtiyazına sahip bulunuyorlardı ve Ukaz panayırında da hakemlik vazifesini yürütüyorlardı.] “Ey peygamber, biz senin yanına kavmimizin iyi ve erdemli yanlarını övmek için yarışmaya geldik, bizim hatip ve şairimize müsaade et, hutbesini söylesin, şairimiz şiirini okusun” dediler. Peygamberimiz de “Biz ne şiirle gönderildik, ne de övmekle emrolunduk. Fakat haydi neniz varsa getiriniz de görelim” buyurdu. Bunun üzerine, Beni Temim kabilesinin hatibi olan Utarit b. Hâcip ayağa kalktı ve önceden hazırlanmış olan, Temimilerin kendi içlerinden krallar çıkardıklarını, zengin ve aynı zamanda cömert olduklarını belirten ve baştan aşağıya kabilesini öven bir konuşma yaptı. Hz. Peygamber hatibi (ve aynı zamanda kâtibi) olan Hazrecli Sabit b. Kays b. Şemmaz (radiyallahu anh) hazretlerine “Yerinden kalk da bu adamın hutbesini cevapla” diye emretti. Sabit, gür ve yüksek sesiyle tanınırdı; Allah’ın (celle celaluhu) kendilerine krallar vermek yerine çok daha iyi şeyler nasip ettiğini, bunların ise bir resul, bir mukaddes kitap ve her iki dünya için de geçerli olan bir din olduğunu gayet beliğ bir şekilde anlattı. Ashab-ı Kiramın özelliklerinden, o peygamber ve dinin emrinde olduklarından bahsetti.
Temimli şair Zibrikan b. Bedr’in şiirini okuyacakken, peygamber şairi Hassan b. Sabit (radiyallahu anh) hazretlerinin mecliste olmadığı fark edilince çağrıldı ve Hassan b. Sabit’de evinden şiirler okuya okuya Mescid-i Nebevi’ye geldi. Temimli Zibrikan’da yine kabilesini ve hususiyetlerini yücelten bir şiir okudu. Hazret-i Hassan da, aynı vezin ve kafiyede, onların söz ve iddialarını çürüten, Hz. Peygamber ve Ashabının faziletlerinden bahseden gayet beliğ ve fasih bir şiir okudu. Sabit b. Kays’ın, Beni Temim hatibine ve Hassan b. Sabit’in de onların şairini bastıracak derecede performans göstermeleri, Peygamberimizi ve Müslümanları sevindirdi. Bundan sonra, Temimiler müsaade isteyip bir kenara çekildiler ve kendi aralarında “Vallahi, bu zat muvaffak olacaktır; o, Allah tarafından destekleniyor. Hatibi bizim hatibimizden, şairi bizim şairimizden, sesleri bizim seslerimizden yüksektir. Bizim hatibimiz konuştu; onların hatibi daha gür ve yüksek sesli idi. Bizim şairimiz şiirini söyledi; onların şairi daha gür ve yüksek sesli, daha güzel sözlü idi. Peygamber bize kibar ve nazikçe davrandı, hâlbuki biz haşin ve sert davranmıştık” diye konuştular. Kelime-i Şahadet getirerek topluca Müslüman oluverdiler. Hz. Peygamber gelen heyetin hepsine bahşiş ve hediyeler verdi. Esirlerini iade etti, kendilerine bir vali tayin etti ve onları memleketlerine gönderdi.
Hz. Peygamberin hiç şüphesiz ki hatip ve şaire ihtiyacı yoktu, fakat Müslümanlara gerçek yolu, İslam’a karşı olan meydan okumalara nasıl cevap verileceğini göstermiştir. Karşı tarafın ortaya çıkardığı maddi ve manevi kuvvet ve değerlere karşı daha iyi ve yükseğini koymak zorunda olduğumuzu işaret etmiştir. Bu çağlar boyunca böyle olmuştur. Ne zaman ki Müslümanlar her alan ve yönde, medeniyet ve ilmin her veçhesinde gerçek aydınlar yetiştirmişlerdir, zafer ve galibiyet onların olmuştur. Fakat ne zaman ki İslam’ın temsilinde zaaflar olmuştur, hakiki ve yetişmiş insan ortaya çıkaramamışlardır, maalesef zillete düçar olmuşlardır.
Asr-ı saadet ki hepimiz için en büyük örnektir, bu misali kendimize gaye edinmemiz gerekir. Onun için en üst düzeyde, yani fikir, şiir, sanat, edebiyat, tarih ve medeniyetin bütün alanlarında, bu dört büyük adam gibi İslam aydınlarının yetiştirilmesi en büyük gayemiz olmalıdır. Ama kendi başına olmaz bu iş, büyüklerin izinden gitmek gerekir, onların izinden gidebilmek içinse onları iyi tanımak lazımdır.
* * *
Müslümanların maalesef ki artık izzet ve haysiyetinin neredeyse yok olduğu bir zamanda hepsi büyük İslam aydınları olan Mehmed Akif, Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç tıpkı Peygamber hatibi ve şairi gibi, İslam’ı ve Müslümanları hakkıyla temsil ettiler.
Onlar ki tarihin en ruhsuz bir döneminde geldiler, büyük ruh atılımları yaptılar. Onlar ki inançsız bir çağın en kötü zamanlarında geldiler ve büyük iman hamleleri gerçekleştirdiler.
Onlar ki İslam’ın ve Anadolu’nun en büyük mağlubiyetlerinden sonra geldiler, insanlardaki yenilmişlik psikolojisini tedavi ettiler. Onlar ki tarihin en zorba, en zalim, en baskıcı yönetimlerine karşı bir iman kalesi gibi direndiler, teslim olmadılar. Onlar ki bu ihtiyar dünyanın en kişiliksiz, en gri, en dumanlı bir zamanında bembeyaz ve tertemiz şahsiyetler oldular. Bireyin başının ezildiği bir kara dönemde, onlar, ferd olmanın ne demek olduğunu apaçık gösterdiler.
Onlar ki kendilerini aşmayı bildiler; beşer oluşlarının doğal sonucu olan acziyetlerini Allah’ın izni ve yardımı ile yendiler; bazusu sağlam pehlivanlar gibi küfrün ve nifakın sırtını yere getirdiler.
Onlar dilsiz şeytan olmadılar; inançsızlığa, zorbalığa, baskıcılığa karşı hakikatin gür sesi oldular. Kitaplar yazdılar, dergiler çıkardılar; konferanslar verdiler, konuşmalar yaptılar; talebeler yetiştirdiler; organizasyonlar kurdular ve böylece karanlığa karşı parlak mumlar yaktılar. Karalara karşı aydınlığın tokatlarını vurdular. Taze günün ilk ışıklarının geceye karşı attığı nur bombaları oldular.
Onlar ki sabır ve sebatın ne demek olduğunu bizzat gösterdiler, ağır baskılara karşı yılmadılar. Sürgün, hapis ve hakaretlere karşı sağlam bir duruş sergilediler.
Onlar ki istikamet sahibi oldular, dosdoğru yürüdüler, kınayıcının kınamasından çekinmediler. İyi dönemlerde de kötü zamanlarda da her daim İslam’a hizmet ettiler ve böylece büyük şeref kazandılar. Şereflerin en büyüğü, İslam’a hizmet etme şerefidir, çünkü.
Onlar ki insanlarla tek tek ilgilendiler, toplu olarak ilgilendiler. Kendileri eriyip bittiler lakin ölüleri de diriltmiş oldular. Gafleti kırdılar, uyuyanları uyandırdılar, bataklıkları kuruttular. Büyük kentler kurdular hatta. Şehirlerin göremediği manevi kentler inşa ettiler.
Onlar ki şiirin en güzelini yazılar, destanın en iyisini söylediler. Kelimelerin en güzellerini söylediler, sözlerin en tesirlisiyle hitap ettiler. Zamanın en iyi, en üstün, en etkili cümleleri hep onların oldu. Çünkü onların gönülleri çok büyüktü, bilgileri engindi, şuurları keskindi, akılları üstündü, zekâları şiddetliydi.
Onlar ki dava adamıydı, ideal insanlarıydı. Gayeleri uğruna bir ömür çalıştılar, hiçbir rütbe ve mal beklemeden, ölümü bile göze alarak, sürgünü ve zindanı hiçe sayarak, hakaret ve nifakı küçümseyerek…
Onlar ki mütevazı, küçük, dar mekânlarda muazzam ve muhteşem işler yaptılar. Devasa hizmetler gerçekleştirdiler, olağanüstü külliyeler inşa ettiler.
Onlar ki Sebil-ür-Reşad’dır, Sırat-ı Müstakîm’dir; Risale-i Nur Külliyatı’dır; Büyük Doğu’dur; Diriliş’tir. Onlar ki tek başlarına okuldur; hayır, üniversitedir. Onlar ki yek başlarına adamdırlar; hayır, büyük topluluklardır. Onlar ki bilgi ve bilinçtir. Onlar ki ruh ve gönüldür. Onlar ki yüksek dağların yüce zirveleridir.
Onlar ki Üstad Mehmed Âkif’tir, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir, Üstad Necip Fazıl’dır, Üstad Sezai Karakoç’tur. Bu zamanda üstad denmeye sadece onlar layıktır. Hürmete, itibara, sevgi ve saygıya layık dört büyük adamdırlar.
Bu dört büyük adam, çağımızın dört büyük sahabesi olmuştur. Âkif, Hz. Osman’ın çağımızdaki izdüşümüdür. Bediüzzaman, Hz. Ebubekir’in asrımızdaki misalidir. Hz. Ömer gibidir Necip Fazıl. Ve Hz. Ali’nin günümüzdeki örneği de Sezai Bey’dir.
Veya Âkif, Şeyh Sadi-i Şirazî’nin misalidir; Bediüzzaman, Gazzalî’nin yansımasıdır; Necip Fazıl, İmam Rabbanî’nin karşılığıdır; Muhyiddin-i Arabî’ninki de Sezai Bey’dir.
***
Şimdilerde bir modadır gidiyor, herkes Osmanlı’dan bahsediyor. Osmanlıyı nasıl bileceksin, anlayacaksın, idrak edip onun gibi olmaya gayret edeceksin. Bu dört büyük adamı iyice okuyarak, tanıyarak, ezberleyerek. Ondan sonra Cevdet Paşa bağlanırsın ki o Osmanlı’nın son büyük müderrisi, ilk büyük münevveridir.
Bu dört büyük adam ki birbirinin takipçisidir ve hatta bir nevi mürididir. Âkif, Cevdet Paşa’nın münevver tarafının varisi olmuştur. Âkif’in;
“doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı
asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”
mısralarının varisi de Bediüzzaman’dır. Barla’da Risale-i Nurları telife başladığında yanında Müberra kitabımızdan bir başka kitap olmadığını hepimiz biliyoruz.
Necip Fazıl ve Sezai Bey de Risalelerden doya doya içmişlerdir.
Sezai bey de bizzat NFK’nın talebesidir. Ona çok hizmetler etmiştir, hatta evinde bile kalmıştır ki evin evladı sayılacak derecede.
***
Bir İslam aydını olarak Mehmed Akif, şiiri, fikre ve sanata ilgi duymuş ve sahasının en iyisi olma şerefini de kazanmıştır. Şiirde, aruzu en iyi kullanan şairlerimizdendir. Mehmed Akif’in şiir, zamanın en ileri, en çağdaş ve en gerçek şiiri idi. Şiirimize getirdiği canlılık, sadelik, akıcılık ve ses mükemmelliğini övmekte edebiyat tarihçileri yarış halindedir. Servet-i Fünun şairlerinden Cenap Şehabeddin, “Edebiyat Tarihi, şimdiye kadar büyük Akif’ten daha büyük İslam ve Türk şairi tanımaz.” demiştir. Şiirde İslam’ı anlatmış, Müslümanların kurtuluş ve dirilişi için şiiriyle hizmet etmiş, topluma yol göstermiştir. İslam düşmanlarına karşı da şiiriyle en güzel cevapları vermiştir.
İstiklal Marşı da İslam’ın marşıdır. Müslümanların en güzel eserlerindendir, en büyük abidelerindendir, nesiller boyu yanacak meşalelerindendir. İstiklal Marşının, bir İslam şairi tarafından yazılmış olması bugün bile Müslümanlara güç veriyor, sevindiriyor, gönendiriyor; karşı tarafa cevap veriyor, susturuyor, konuşturmuyor.
Akif’in hayatını belgelere dayanarak eksiksiz ortaya koyan, eserini net bir biçimde değerlendiren, eserinin kaynaklarını ve etkilendiği şahıs/eserleri kanıtlarıyla açıklayan, devrine ve sonrasına yaptığı etkiyi belgelerle meydana çıkaran bir çalışma hâlâ yapılmamıştır. Akif hakkındaki kitapların çoğu hamasetten öteye geçemiyor. Gerçi bu tür kitapların (İstiklal Marşımızın şairinin herkesçe tanınması ve sevilmesinde) elbette faydası vardır fakat kesinlikle yeterli değildir.
***
Risale-i Nur’un büyüklüğü akla havsalaya sığmıyor. Ne zaman elime alsam, bu muazzam külliyatı, kendimi bir deryanın yanı başında hissediyorum ve o umman hemen içine alıveriyor bizi; kaybolup gidiyoruz; hayır, kaybolmuyor, bilakis kendimizi buluyoruz.
İnançsızlığın kapkara bulutlarıyla bütün dünyayı ve elbette ki ülkemizi çepeçevre sardığı o kara dönemde ne kadar büyük aydınlık olmuştur, Risale-i Nurlar; hâlâ da öyledir. O büyük kaynaktan istifade ediyor, aydınlanıyor, imanımızı tazeliyoruz, elhamdülillah.
Geçmişimizle, yazımız ve dilimizle en büyük irtibatı Risaleler kuruyor. Onun için biz de zaman zaman bu büyük külliyata yöneliyor ve çok yararlanıyoruz. Yazıcı kardeşlerimizle, bir dönem, aslından okuduk. Okuyucu kardeşlerimizle, bir eyyam, beraber mütalaa ettik. Nice gecemizi sabaha kadar aydınlattı, bu mübarek eserler. Bu külliyattan okutmak bize de nasib oldu, hakkında yazı yazmak da, elhamdulillah.
Dili ağırdır diyenlere söylerim ki hem de bir ton para verip İngilizce, İspanyolca vb. öğreniyorsunuz da sizin ana dilinizle yazılmış bu eserlere neden zor diyorsunuz. Buna beynamaz mazereti derler. Tembelliğin de bahanesi çoktur. Lakin Rabbimiz çalışkanlara şefkat ve yardım eder. Onun için yeniden bir niyet edelim, yeniden gayret kuşağını kuşanalım, yanımıza lügatleri alalım ve başlayalım okumaya Risaleleri. Göreceksiniz ne istifadeler olacaktır, ne muazzam bereketler gelecektir.
Gerçi yeniden yayınlanan Risalelerin bazısında az bilinen kelimeler hemen sayfasında verilmiş; bazı Risalelerin şerhli nüshaları yayınlanıyor, yani iş epeyce kolaylaştı. Bu, kendi başına okuyacaklar için rahatlık sağlıyor. Lakin Risalelerin takrir usulüyle yani bir hoca eşliğinde okunmasında fayda var. Şöyle bir öneride bulunmak istiyorum: Halka açık yerlerde, ehli tarafından okutulsa ve hatta bu derslere devam edip Risaleleri iyice özümseyenlere (Mesnevi okutanlara Mesnevi-hanlık icazeti verildiği gibi) Risale-hanlık icazeti verilse ne güzel, ne faydalı, ne bereketli bir faaliyet olurdu. İnşaallah bu da olur, Risaleler ders kitaplarına da girer, başlı başına bir ders olarak da okullarda okutulur. Neden olmasın, bizler gereği gibi çalışır, gayret edersek…
Âkif de Said Nursi de hakiki Müslümandı, muvahhid idi, mücahid idi, Ehl-i Sünnet ve Cemaattendi. Modernist falan değillerdi. Hem hal-i hayatlarında hem de bugüne kadar büyük bir sel gibi gelen materyalizme, modernizsme, pozitivizme, ateizme güçlü ve büyük sedler oldular.
Yeni devletin İslam’a olan olumsuz tutumları, onların hoşuna mı gitmişti; onların istediği inkılap ve teceddüt “devrimler” miydi… Elbette değildi. Âkif, hisli adamdı, şairdi; Mısır’a gitmeyi tercih etti. Bediüzzaman, o kadar cevval ve cebbar olmasına rağmen, o da Van’da bir dağda uzleti seçmişti; sonra sürgün edildiği Barla’da başladı Nur Risalelerini yazmaya ve akabinde yeniden dava adamlığına.
Safahat’ı çıkarınız, şiirimiz öksüz kalır; sadece şiirimiz mi, meal ve tefsir ilmi dahi eksik kalır, mealin ve manzum tefsirin harikulade örnekleri vardır çünkü Safahat’ta. Unutmayınız: İstiklal Marşı, Cumhuriyetin İslam’la olan bağını neredeyse tek başına sağlamıştır.
Risale-i Nurlar, İslam medeniyetinin Osmanlı ırmağının ilim ve irfanını; dilini, kelime hazinesini ve yazısını bugüne kadar getiren bin gözlü büyük bir köprü hizmetini yapmıştır.
Şunu da ilave edeyim ki abd-i aciz ki şeriat-ı garraya dibine kadar bağlıdır; ehl-i sünnet ve cemaattendir, sapına kadar; Nakşibendidir sonuna değin… Herkes bilsin ki Âkif modernistse bu aciz de modernisttir.
***
“Bir dava sahibi olan adam, deniz kenarında bir ev yapmış bir kimse gibi, yaşadığı sürece dalga seslerini duyar durur; buna mecburdur da…” diyor Hz. Mevlana. Bu sözü ilk duyduğumda, elbette ki aklıma başka bir kimse gelemezdi. Üstad belki de daha korkuncunu yaşamıştı. Evi kasırgaların, fırtınaların, karayellerin tam ortasında idi. Sadece çocukluk ve gençlik yılları değil ömrünün son günleri bile fırtınalıydı. Hatta borçlu gitti, öte tarafa; çünkü hakkında kesinlemiş hapis kararları vardı!? Lakin o bütün dalgalar karşısında sonuna kadar dimdik ayakta kalmayı başarmıştı.
Dalgalar ona bir şey yapamazdı. O korkunç şaklamalarıyla insanların çoğunu korkutan dalgalar, üstada dokunamadı bile. Eserleri, şiirleri, Büyük Doğusu, yetiştirdiği gençlik, Anadolu’yu ayağa kaldıran konferansları, tiyatroları, keskin konuşmaları ve hatta esprileri ile karşısında değil dalgalar, dağlar bile duramadı. Şiirde, edebiyatta, düşünce ve atılımda hatta siyasette öyle büyük bir mücadele verdi ki… Fransız ansiklopedisi onun için “Hapiste geçen bir hayatı dışında özgür olarak geçen yaşantısından fazla olan Türk şairi” tanımlaması yapmıştır.
Ruh iklimimizin en büyük mimarları arasında anılmaya layık olan üstad, metafizikçi bir İslam aydını idi. Yetiştiği ve yaşadığı zamanın şartlarına uygun olarak daha çok psikolojik yönüyle mücadele verdi yani uyandırmaya, harekete geçirmeye yönelik tavırlarıyla dikkat çekti. Her yeri özellikle sanat, edebiyat, düşünce ve hatta siyaseti kaplayan yabancılığa, batıcılığa karşı koydu. İslam, ehlisünnet, tasavvuf, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve dostlarının sevgisi, Osmanlı’ya saygı konularında çok titiz ve çok şiddetliydi. Şeyh Seyyid Abdülhakim El-Arvasi (k.s.) Hazretlerine büyük bir sevgiyle bağlıydı. Değer verdiği hususlarda taviz vermedi; Hakkındaki dıştan ve içten gelen haksız eleştirilere, acımasız alaylara karşı bir kale gibi durdu. Üstad, “Kınayıcıların kınamasına” aldırmayan gerçek bir dava eriydi.
Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek; şiirleri, sözleri, düşünceleri, kitapları ve hakkında anlatılanlarla ta çocukluğumuzdan beri hatta ruhumuza işlemiş bir büyük şahsiyettir. Biz onlarla doğduk, büyüdük, yaşadık ve hâlâ da öyleyiz. Bu yüzden onun değerinin bilinmemesi ya da hatalarının gereksiz bir şekilde anlatılması (sanki hatasız kul varmış gibi) veya unutturulmaya çalışılması veyahut gereği gibi ele alınmayışı, yaptığı büyük mücadelelerin gözardı edilmesi, bizi derinden yaralıyor. Hele bazı yeniyetmelerin çıkıp da hiç utanmadan “Necip Fazıl’ın şiiri ilkel bir şiirdir” demesi kahrediyor bizi, sanki onun şiirlerini doğru dürüst okumuşlar gibi, sanki onun büyük külliyatını biraz olsun incelemişler gibi…
***
Bir insan düşünün ki hem şair hem de büyük bir şair. Dillerde dolaşan, ezberlenen, her antolojiye alınan, yabancı dillere çevrilen şiirleriyle Cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden biri. Son elli yıl içinde ortaya çıkmış iki şiir akımından sonuncusunun, İkinci Yeni’nin en belirgin ve doğurgan şairlerinden biri, belki de birincisi. Şiir ve fikirleriyle hem solun hem sağın saygısını kazanmış ender kişilerden biri…
Bir insan düşünün ki hem edebiyatçı hem de çok yönlü olanlarından. Öyküleri, piyesleri, hatıraları, yaşamöyküleri, incelemeleri, eleştirileri, denemeleriyle edebiyatın hemen her alanında eser verebilmiş nadir yazarlardan biri.
Bir insan düşünün ki hem düşünce adamı hem de en büyüklerinden. Eserleri, farklılığı, kazandırdıkları ortada, belli ve aşikâr; ama henüz daha yeterince incelenmiş değil; kendisi ve eserleri hakkında piyasada dolaşan bir çok kitap var ama bunlar maalesef derinlik ve özgünlükten yoksun. Büyük Dirilişçinin yenilikleri, farklılıkları, eserlerinin büyüklüğü ortaya konulsa Doğu’nun ve Batı’nın önünde saygıyla eğileceği bir düşünür kabul edilirdi. Ne yazık ki öncelikle bizler onun kıymetini yeterince bilmiyoruz.
Bir insan düşünün ki aynı zamanda hareket, siyaset ve devlet adamı. Fikirleri sadece söz ve yazılarda kalanlardan değil. Fikirlerinin hayata geçirilmesi için risk alan, fedakârlıktan kaçınmayan, çile çekmeyi göze alan bir aksiyoner…
Sonu ne ve nasıl olursa olsun (50 yaşından sonra) kurduğu Diriliş Partisi, önemli önerileriyle ülkenin ve siyasilerin önündeki birçok sorunu aşmaya vesile olmuştur. Bunlardan yalnızca bir tanesini aktarayım: O zaman kadar Avrupa Birliği’ne herkes karşı iken parti programına (1991) koyduğu “Biz bu birliğe karşı değiliz, ülkemizin önündeki seçeneklerden yalnızca biridir.” görüşü bugün en büyük ağızlar tarafından söylenmiyor mu, buna göre hareket edilmiyor mu? Üstad, üç seneden fazla süren ve her kesimden binlerce insanın katıldığı cumartesi sohbetlerinde sorulan her soruya cevap vermişti. Her ay Bursa ve Adapazarı’na; fırsat bulduğunda ise Elazığlara kadar gider, konferanslar verirdi. Ankara’daki, Eskişehir ve Gebze’deki konferanslarını; Bursa, Adapazarı ve Pendik’teki meydan konuşmalarına katılıp da bunları unutan tek bir kişi var mı?
O, tam bir insan. Evet, her insan gibi hataları var; belki de bunlar çok büyük. Ama bize düşen hata görmek değildir; bize iyilik, doğruluk ve güzellik görmek düşer. Büyüklerimizin bize öğrettiği budur.
Büyük Alman şairi Goethe hakkında Fransız şair Paul Valery “O, tek bir hayat vasıtasıyla sonsuz hayat yaşadı” demiş. Bu söz, günümüzde, kanımca en çok Üstad Sezai Karakoç hakkında geçerli. Böyle güzel sözler söyleyemesek de hiç olmazsa büyüklerimizin hakkını yaşadıkları zaman içinde teslim etmekle, en azından insanlık borcumuzu ödemiş olmaz mıyız?
Sultan-uş-şuara, şairlerin sultanı demektir; Divan Edebiyatımızın şaşaalı devirlerinde, yaşayan en büyük şaire verilen bir unvandır. Cumhuriyet devrinde de rahmetli Ahmet Kabaklı’nın yönetimindeki Türk Edebiyatı Vakfı’nın girişimiyle 1980’de, Üstad Necip Fazıl’a “Türkçenin yaşayan en büyük şairi, sultânüşşuarâ” unvanı verildi.
Şairlerin Sultanı unvanı, Necip Fazıl Bey’in 1983’teki hazin vefatından beri sahibini bekliyor.
Aslında beklemiyor, bellidir açıkça: Üstad Sezai Karakoç…
***
Hataları vardı, büyüktü-küçüktü… Allah teala onları afv u mağfiret buyursun, âmin.
Bizler, hata ve kusur araştıran değil, güzeli görmeyi seven bir medeniyetin evladıyız. Aynı zamanda, kişileri oluğundan fazla büyütmeyin diyen ve onların beşer olduklarını da unutmamayı öğüt veren uygarlığın torunlarıyız.
Şimdi koltuklarında oturup da bugünün rahatlığıyla “şöyleydi, böyleydi” diyenlere ise zerrece itibarımız yoktur. İslam gençliği, onlara daha da kesin, net ve derin cevaplar verecektir; inşallah hem de yakında…
***
Bediüzzaman’ın hayatını ve Risale-i Nurlarını (özellikle Sözler, Lem’alar ve Mektubat’dan en az birini), Mehmed Akif’in hayatını ve Safahat’ını; Üstad Necip Fazıl’ın eserlerini (özellikle Çöle İnen Nur, O ve Ben, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Bir Adam Yaratmak, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han kitaplarını) ve Üstad Sezai Karakoç’un kitaplarını (özellikle İslamın Dirilişi, Yitik Cennet, Çağ ve İlham I, Ruhun Dirilişi, Hızırla Kırk Saat, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü) mutlaka okumamız gerekir; öncelikle, özellikle, zevkle ve sevgiyle… İslam aydını olanlara, üniversite mezunu müslümanlara, lisede ve üniversitede okuyan gençlere naçizane önerimiz budur.
Sadece Safahat veya Risale-i Nur okumak, Büyük Doğu ya da Diriliş okumaları yapmak, nakıstır, eksiktir, yanlıştır. Tekçilik, tekelcilik, şahısçılık yapmak demektir. Belki eş zamanlı okuma yapmaya vaktimiz müsaade etmeyebilir, o zaman bir planlamadan sonra ona göre okuma yapılır. Velakin “sadece ve yalnızca şu kitaplar faydalıdır, bunları okuruz, başkalarına gerek yoktur” diye iddia etmek, işte tekçiliğe ve tekelciliğe saplanmak demektir.
İslam gençliği bu dört büyük adamı iyi tanımalıdır; eserlerini defaatle okumalı, şiirlerini ezberlemeli, görüş ve düşüncelerini iyice hazmetmelidir. Lakin birini diğerine tercih etmemeli, yalnızca birisi üzerinde aşırıya kaçan bir şekilde yoğunlaşmamalıdır. Çünkü bunlar birbirini tamamlayan bir bütündür. Yalnız birisi üzerinde duran, davayı tek yönlü olarak görmeye başlar, böylece eksik kalır, hizmeti de nakıs olur. Bu hususa özellikle dikkat etmelidir. Yeniden bütüncü olmazsak (hatta eski ile yeniyi birbirine kavuşturmazsak) sağlıklı yol alamayız. Bugünkü olumsuz manzaranın altında biraz da bu tekçilik ya da inhisarcılık vardır. Yalnızca birini tercih edip diğer külliyat ve hareketlere bigâne kalmak, ağacın yalnızca bir dalını büyütmeye benzer ki sonuçta o dal da hatta ağaç da yıkılır gider. Kocaman geniş bir yolu, Sırat-ı Müstakim bulvarını daraltmaya çalışmak demek, kendini ve hizmetini daraltmak demektir ki bunda büyük vebal vardır.
İslam gençliği böyle yapmayacak, herkese ama bu dört büyük adama gereken önem ve dikkati gösterecek, bu dört büyük petekten gereği gibi istifade ederek balı oluşturmayı bilecektir. Tabii ki geçmiş büyüklerimizi de bilerek, tanıyarak, okuyarak, anlayarak… Lakin geçmişe bugünden gidilir; geçmişten bugüne de gelenekle, geleneğin muhteşem gücüyle geri gelinir.
***
Selam olsun, İslam’a büyük hizmetler etmiş bu dört büyük adama. Selam olsun, bu dört büyük adamın yolundan gidenlere. Selam olsun, bu dört büyük adamdan aldıkları bilgi, görgü ve bilinçle İslam’a hizmet etme şerefini kazananlara. Selam olsun, bütüncü olup bütüncü kalanlara. Ve selam olsun, çalışkan, donanımlı, birikimli, bütüncü, inançlı, azimli ve sebatkâr İslam gençliğine…
***
Konferansa Davet
DÖRT BÜYÜK ADAM VE GENÇLİK
Üstad Mehmed Âkif Ersoy
Üstad Bediüzzaman Said Nursi
Üstad Necib Fazıl Kısakürek
Üstad Sezai Karakoç
Tarih: 23 Mayıs 2015
Saat: 14.00
Konuşmacı: Haydar Murad Hepsev
Yer: Mostar Gönüllüleri Derneği
(Mollahüsrev Mah. Taştekneler Sok No:12
Süleymaniye – Fatih – İstanbul)
İletişim: 0212 436 23 33 / info@mostargonulluleri.org