DURİBE ZEYDÜN*
O sabah yatağından kalktığında, kendini çok kötü hissediyordu. “Külçe gibiyim” dedi, kendi kendine. Dün de pek yorulmamıştım ama ne oldu bana acaba.”
Üzerinde bir ağırlık vardı, başı da ağrıyordu. “İyi bir kahvaltı yaparsam, üzerine de okkalı bir kahve içersem, iyi gelir, bir şeyciğim kalmaz.” Ani bir hareketle yatağından kalktı. Başı döndü, kalbi küt küt çarpmaya başladı. Yeniden yatağa attı kendini. Sonra doğruldu, büyücek bir yastığı arkasına koydu. Şakaklarını ovuşturmaya başladı, ne kadar da sertleşmişti oralar ve kadar da acıyordu…
Bir iş adamıydı, Zeyd. Hırslı, iddialı, sert, zeki ve kararlı bir adamdı. Tuttuğunu koparır derler ya, o cinstendi.
“Hadi” dedi kendine, “Bir gayret et de kalk, bugün önemli bir müşteri gelecek, kendini toparlaman lazım.” Mutfağa gitti, yavaş hareketlerle kendine bir kahvaltı hazırlamaya başladı. Hanımı teyzesine gitmişti. “Şimdi olsaydı, belki biraz masaj yapardı; konuşurduk biraz; açılırdım o zaman.”
Mutfak masasına kahvaltılıkları yavaş yavaş koymaya başladı. Bir taraftan da atıştırıyordu. Kahveyi de fincana koyup masaya oturdu. Hem yiyor hem de düşünüyordu “Ne oldu bana, nasıl böyle oldum” diye düşünüyordu.
Biraz sonra telefonu çaldı. Arayan sekreteriydi, iş adamlarıyla randevusunu hatırlatmak için aramıştı. “Kahvaltımı edip geleceğim” deyip yemeğe devam etti. Bir de baktı ki kahve taşmış. Hemen ocağı kapattı. Fincana kahveyi koyup ocağı temizlemeye başladı. “İstersen temizleme, bir ton laf duyarsın hatun hazretlerinden” diyordu. “Çocuklar artık evde değiller, onun için bize sardı. Ne yapsın, o da haklı, pis ocağı kim sever ki…”
Titiz ve temiz bir adamdı, eline elektrikli süpürgeyi alır, kendi çalıştığı odayı zaman zaman süpürürdü. İşyerinde de temizliğe çok dikkat eder, herhangi bir çöp görse hemen temizletirdi. Çalışanları da bu yüzden temizliğe dikkat ederdi. Dedik ya sert adamdı diye…
Başı ağrıya ağrıya yemeğini yiyip kahvesini içti. Başı da dönüyordu. “Bir doktora mı görünsem acaba, nice zamandır gitmedik” dedi kendi kendine ama doktoru, hastaneyi de hiç sevmezdi. “Dur bakalım, geçmezse bu hal, o zaman düşünürüz.”
Hazırlanmaya başladı, üzerindeki ağırlık hâlâ geçmemişti. Bir sürü takım elbisesinin arasından hangisini giyeyim diye düşünüyordu. “Ne kadar da çok elbisem var, birazını fakir fukaraya vereyim bari. Bir lokma bir hırka derken geldiğimiz hale bak. Lokma oldu oburluk, hırka oldu dolap dolusu elbise. Allah sorar bunu bize. Neyse hiç olmazsa zekâtımızı-sadakamızı veriyoruz, kabul eder lütfuyla” deyip şifa duaları okuyarak giyindi. Güzel bir koku sıktı üzerine, “Bunları da gençken sevmezdik, sosyete kokusu diye; dönüştük bir hale, Allah sonumuzu hayra getirsin” diyerek kapıdan çıktı, asansöre bindi. Lüks arabasına binip hızla siteden dışarı çıktı.
Seviyordu, araba kullanmasını. Hızlı ama dikkatliydi, yolun boş olduğunu görünce gaza iyice basardı. “Şimdi buna da bir şey diyeceksin ey iç ses, ne dersen haklısın. Dur bakalım, şimdi böyle derin düşüncelere dalacak zaman değil. Zaten tam toparlayamadım. Önemli bir toplantım var. Hazırlanmam da lazım” diyerek arabayı iş yerinin garajına park edip asansöre bindi. Beşinci kattaki ofisine hızlıca girdi. Çalışanlar onu görünce hemen toparlandılar.
Odasına girdi, sekreteri Ahmet hemen gelip “Hoş geldiniz Zeyd Bey” deyince “Hoş bulduk, bugünkü müşterinin evrakını getir, bir de Hasan Bey’i çağır da konuya bir güzelce hazırlanalım.”
– Peki, efendim. Evrakı hemen getiririm. Hasan Bey’i de ararım.
Çaycıyı aradı, kalbi hâlâ çarpıyordu. “Bana bir adaçayı getir de ferahlayayım, Soner” dedi. Evraklar gelince bakmaya başladı. Hasan Bey de hemen gelmişti. Beraberce toplantı masasına geçip konu üzerinde çalışmaya başladılar. Adaçayı da gelmişti. Yudumlamaya çalıştı, sıcaktı. Hasan Bey, konuyu kısaca özetledi. Öyle yapalım, böyle edelim derken biraz vakit geçmişti ki adaçayını hatırladı. Neyse ki pek soğumamıştı, birkaç yudumda bitirdi. Sekreter telefonla “Ahmet beyler, geldi efendim” diye aradı. “Özel toplantı odasına alıver, biz de hemen geliyoruz” deyip son konuşmaları yapıp kıyafetlerini düzeltip odaya yöneldiler.
Odaya girip “Aman efendim, hoş geldiniz, safalar getirdiniz; nasılsınız, iyi misiniz” diye sıcak bir karşılama yaptı ama… Onlarda son görüşmelerindeki iyimser havayı göremedi. “Hayırdır inşallah, dur bakalım, göreceğiz” deyip yardımcısına manalı manalı baktı, “Fark ettin mi, sen de bu hali” gibilerden. “Ne içersiniz acaba” diye sordu, karşısındaki üç kişiye. Hepsi birer kahve söyledi. Hasan Bey, çaycıyı arayıp söyledi. Hasan da garip durumun farkına varmıştı, göz ucuyla patronuna bakıp hafif bir kaş işaretiyle onun bakışına olumlu cevap verdi. İkisi de gelenleri hissettirmeden süzerek her şey normalmiş gibi davranmaya devam ettiler. Misafirler masalardaki çerezleri atıştırıyorlardı. Onlar da kendi hallerini göstermemeye çalışıyorlardı. Kahveler geldi, içildi. Dosyalar açıldı.
Yeni yapılacak sanayi sitesinin inşası üzerinde konuşmaya başladılar. Çok büyük işti, kazancı büyük olacaktı. İhaleyi Zeyd’in firması kazanmıştı. Bu onun iş hayatındaki en büyük başarısı olmuştu. Ama üzerlerine büyük kıskançlık çekmişlerdi. Derken karşı tarafın karın ağrısı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Yapacakları işe oranla daha büyük pay istiyorlardı. Zeyd,
– Bir önceki toplantıdan sonra ne oldu da bu kadar yüksek pay istiyorsunuz” deyince karşı tarafın patronu Haris Bey sırıtarak,
– Bir şey olmadı, bazı araştırmalar yaptık, iş adamlarıyla ve aramızda danıştık, onun için talebimizi yukarıya çektik” deyince Zeyd,
– Biraz daha bu durumu açar mısınız” dedi ve “Yeteri kadar açtık ya” cevabını aldı.
– Peki, o zaman biz de bir görüşelim, duruma göre sizi tekrar ararız, deyip onları asansöre kadar uğurladı.
Sonra Hasan Bey’i odasına çağırdı. Bir değerlendirme yaptılar. Neredeyse imza aşamasına gelen işin böyle sekteye uğraması tabii ki can sıkıcıydı. Kendi firmaları ve sanayi sitesi hakkında elde edilmesi zor bilgilere karşı firmanın sahip olması da şaşırtıcıydı. Hasan Bey “Ben biraz araştırma yapayım efendim” deyince “Ben de bir bakayım, ne olmuş; yeni bir bilgiyle karşılaşırsan hemen gel” dedi.
Zeyd, firmayı kendilerine tavsiye eden arkadaşını aradı. Eskiden beraberce çalışmışlardı, onlardan emin olmasa tavsiye etmezdi. Yeni durumu kısaca anlattı, Ekrem Bey de anlam veremedi, adamların pürüz çıkarmalarına “Dostum, hayırdır inşallah, ben de bir bakayım” dedi. “Kimi arayım, kimi arayım” deyip iyice ağrıyan başını sağa sola sallarken kapıyı tıklatan Hasan Bey, heyecanla içeri girdi. “Efendim, kusura bakmayınız, hemen içeri girdim” deyince “Gel, hemen otur, belli ki yeni bir bilgiye erişmişsin.”
“Evet, efendim, bizim firmadan geçen hafta ayırdığımız Amir Bey, o firmaya geçmiş. Ondadır ki o bilgilere sahip olmuşlar” deyince “Eveet, şimdi iş anlaşıldı” dedi. İşin ve kazancın büyüklüğünü bilen pek az kişiden biriydi, Amir. “Başka bir şey var mı” deyince Hasan Bey “Yok, efendim; siz bir şey öğrendiniz mi” dedi. “Hayır, Ekrem’i aradım, bir şey bilmiyor, bakacak…”
“Araştırmaya devam et, ben çıkacağım, bugün pek iyi değilim zaten” deyince “Geçmiş olsun, Allah şifa versin, bizim yapacağımız bir şey var mı?”
– Yok, sağ olasın, biraz dinlenirsem iyi gelir, sen yeni bir şey bulursan ara” deyip ceketini giydi. Sekreterine “Ben çıkıyorum, mühim bir şey olursa ararsınız” deyip kapıya yöneldi.
Düşünceler içinde asansöre binip arabasına atlayıp caddeye çıktı. “Nereye gitsem de efkârımı dağıtsam” diye düşünürken gençken ve üniversite öğrencisiyken böyle durumlarda gittiği Yavuz Sultan Selim Camii hatırına geldi. Hemen navigasyonu açıp trafiğin en az yoğun olduğu yoldan giderek öğlen namazına on beş dakika kala oraya vardı. Hemen abdest alıp ezan okunurken camiye girdi. Eskiden yaptığı gibi kubbeye baka baka önlere doğru ilerledi. Namazdan sonra kendinde bir ferahlama hissetti. Selim Han’ın türbesine yöneldi, bir Fatiha okuyup Haliç’e yukarıdan bakan tarafta bir süre ayakta durup o nefis İstanbul manzarasına baktı.
“Ne yapayım acaba” derken “Haydi bir de Fatih Camii’ne gideyim, belki eski arkadaşlardan birisini görürüm, bu semt eski mekânımız ne de olsa.” Yürüyerek Fatih Camii’ne gitti. Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesine girip bir Yasin okudu, dua edip Fevzipaşa caddesine yöneldi. Niyeti Şehzadebaşı’na gitmekti. “Mademki oraya gideceğiz, arabayı alayım bari” deyip hızlı adımlarla yürüyüp arabasına binip Şehzadebaşı’na gitti. Hazır bir park yeri bulup dış kapıdan içeri girmişti ki hocasını gördü. “İşte tevafuk buna derler, muhterem hocam” deyip selam verip el öpmeye yöneldi. Nurettin Hoca her zamanki gibi elini çekip “Ve aleykümselam, hayırdır inşallah, gelmez olmuştun sen buralara, hangi rüzgâr attı seni” deyince “Vaktiniz müsait midir, muhterem hocam biraz konuşsak, dertleşsek” dedi.
– Hay hay efendim, ne iyi olur, uzun zamandır görüşmemiştik, ne yapalım, nereye gidelim, ne dersin.
– Siz bilirsiniz hocam, caminin bahçesi olmaz mı, hem bahardır, yeşillik ve ağaçlardan içimiz açılır.
– Kabir ziyaretimi yaptım, istersen beraberce yeniden yaparız.
– Ne iyi olur, efendim.
Beraber kıble tarafına yönelip içlerinden Kur’an okuya okuya yürüyerek türbe ve mezarlıkları dolaşıp okuduklarını hediye edip meşhur büyük çınar tarafındaki bir banka yan yan oturdular. Biraz hoşbeşten sonra hoca ondaki halin farkına varmış,
– Hayır ola, sıkıntılı gördüm seni.
– Öyle hocam, başınızı ağrıtmayacaksam…
– Ne demek efendim, biz kardeş değil miyiz, dost hangi günler için vardır.
Zeyd’in içi biraz daha açılmıştı. Nurettin Hoca’yı çok severdi. Fakültenin son sınıfında ondan medrese usulü Arapça ve dini ilimler okumaya başlamıştı. Araya askerlik, iş, evlilik girince devam edememişti. O zamandan beri kendisinden her bakımdan istifade ederdi. Başı sıkışsa ya yüz yüze ya telefonla görüşür, soracağını sorar, danışacağını danışır; ondan gelen cevaplarla işlerini güçlerini kolayca hallederdi. Evliliğinde de çok yardımı olmuş, evlendiği hanımı o bulmuş, kız istemeye ailesiyle beraber o da gelmişti.
Konuyu genişçe anlattı, hocasına. O da birçok şirkette çalışmıştı. Zamanında hem ilme çalışmış hem de şirketlerin muhasebe bölümlerinde hizmet ederek “çorbayı kaynatmıştı.” Hayran olunacak bir şeydi bu, hem aile hem iş hem ilim hem de insanlara hizmet… Çok insanın namazına, hidayetine vesile olmuş, hocalarının ve talebelerinin her işlerine koşmuştu.
– Sizi oyuna getirmeye çalışmışlar. Peki, Amir dediğin kişi nasıl çıktı, sizin şirketten.
– İyi bir çıkış olmadı. Maalesef haksızlık yapıldı, bilgim olmadan. Biz memnunduk ama bölümün şefi ile arası iyi değildi. Şirkette sıkıntı olmasın diye çıkartmak zorunda kaldık. Çok üzüldü, biliyorum. Ama koca şirketi de yönetmek kolay değil, Hocam; siz daha iyi bilirsiniz.
– Kalbi kırılmıştır…
– Evet, maalesef.
– Kusura bakmazsan sana bir şeyler diyeceğim, Zeyd kardeşim. İmam Rabbânî kuddise sirruh hazretleri, Mektubat’ında der ki “Şunu iyi biliniz ki, kalb, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes zatına kalbden daha yakın bir şey yoktur. O halde ister mü’min olsun ister âsi, kalbe eziyet etmekten sakınınız. Çünkü komşu âsi de olsa himaye edilir. Aman bundan uzak durun.**” Kalp kırmanın mutlaka faturası olur. Bunu ben de yaşadım. Koordinatörlük yaptığım bir şirkette Ermeni bir çalışan vardı. O bölümün müdürü de sizinki gibi onunla anlaşamıyordu. Müdür dindar bir adamdı; zorladı beni çok, ben de şirkette sıkıntı çıkmasın istedim, sizinki gibi, üzüldüm bir taraftan ama çıkışını imzaladım. Bu, ona da çok dokundu tabii ki. Lakin hafta geçmişti ki biz de koordinatörlükten olduk. Maaşı da iyiydi, yönetim ve çalışanlarla da aramız gayet güzeldi. Başladık iş aramaya, üç ay sürdü. Yani biz de üzüldük. Demek ki adamın kalbi kırılmış.
– Maalesef öyle oldu hocam. Gerçi tazminatını tam olarak ödedik, güzelce ayrılmaya çalıştık, bir takım hediyelerle gönlünü almaya çalıştık, lakin kırılan kalbi tamir çok zor. Onun için rakip firma onu hemen işe alıp biz karşı kullandı. İş kolay, bir şekilde hallolur, Allah’ın izniyle amma…
– Öyle Zeyd kardeşim. Âcizane tavsiyem tövbe etmeniz ve bolca sadaka vermenizdir. Haydi, ikindiye hazırlanalım da…
– Peki, muhterem hocam…
Abdestleri tazelediler. Yan yana sünnet ve farzı kıldıktan sonra vedalaşıp ayrıldılar.
***
“Gideyim de hanımı teyzesini de alayım. Teyzeye hürmet edip duasını alalım” deyip gaza bastı. Hocasıyla konuşup danışmak ona iyi gelmişti. “Dedikleri tabii ki çok doğru. Gaflete geldik. Çocuğun faydası vardı, zararı yoktu; başka bir bölüme alsak ne olurdu ki…”
Birden aklına geldi ve “İşte bendeki bu hal, o kalp kırmanın bir cezası. Tübtü illallah estagfirullah***”dedi. “Teyzeye gidince arayım, yok mesaj yazayım” deyip arabadan indi ve teyzenin giriş katındaki evinin zilini çaldı. Kapıyı hanımı açmıştı, selam verip içeri girdi. “Teyze müsait mi” gibilerden eşinin yüzüne baktı, “Müsait, zaten hep başı örtülü bilirsin” deyince teyzenin bulunduğu odaya girip selamdan sonra ona yakın bir koltuğa oturup halini hatırını sordu. Nur gibi bir hanımdı, Ayfer teyze. “Hamd olsun, iyiyim evladım. Sen nasılsın… Dur bakayım sen galiba biraz sıkıntılısın, hayırdır?”
– İş güç, telaş Ayfer teyze, merhum enişteden bilirsin, bazen sıkıntılar olur.
– Evet, evladım. Karnın aç mı?
– Tabii ki, kahvaltıyı da pek sağlam yapamadım zaten.
– İyi o zaman sen otur, biz Feride’yle hemen bir şeyler hazırlarız deyip kalktı. Hürmeten Zeyd de ayağa kalkıp odadan çıkınca Amir’e mesaj yazmaya başladı. Yazdı bozdu, sonunda bir metin oluşturup bir kez daha kontrol ettikten sonra gönderdi. Cep telefonundan banka hesabına girip yüklü bir miktarı bir hayır kurumuna “Allah rızası için” diye niyet ederek gönderdi. Sonra tövbe istiğfara başladı. Cep telefonuna baktı, cevap gelmemişti. “Yazmak ve özür dilemek nasib oldu ya, hamd olsun” derken hanımı “Hadi gel, yemek hazır” deyince elini yıkayıp sofraya oturdu. Yemekten sonra müsaade isteyip hanımıyla beraber çıktılar. Eve gelip akşam namazını beraberce kıldıktan sonra hanımı “Hayırdır bey, ne oldu sana, teyzemin dediği gibi sende bir haller var.
– Uzun konuşmayacağım hanım, sen anlarsın, bilgili görgülü kadınsın…
Döven, dövülür.
Üzen, üzülür.
Kalp kıranın, yüreği kırılır.
İşte bu, hep böyledir…
Haydar HEPSEV
Aralık 2021
_________________
Notlar:
* “Darabe Zeydün Amran (Zeyd, Amr’ı dövdü) ve Duribe Zeydün (Zeyd dövüldü) cümleleri medrese usulü Arapça öğretiminde sıkça kullanılan örnek cümlelerdir.
** Bkz. Mektûbât, III. cilt, 45. Mektup, s. 277 (terc. T. H. Alp-Ö. F. Tokat-A. H. Yıldırım, Semerkand yay., 9. baskı, İstanbul 2016).
*** “Tübtü illallah estagfirullah” “(Günahlarımdan pişman olup) Allah’a tövbe ettim, af diledim” manasına gelir.