KALPTEKİ İMAN, İLİM VE AKLIN DURUMU
Her kalpte, üç durum bir arada bulunur. Yakîn onlardan hiç ayrılmaz. Ancak onların zayıflaması ile yakîn de zayıflar. Onların kuvvetlenip ortaya çıkması ile de kuvvetlenir. Çünkü bu üç şey, yakînin mekânıdır. Bunların birincisi imandır. İman, yakîn için çakmak taşı mesabesindedir. İkincisi ilimdir. İlim, yakîn için çakmak taşını tutuşturmak için çakmağı çakmak gibidir. Üçüncüsü ise akıldır. Akıl, çakmak taşından tutuşturulup elde edilen ateş durumundadır. Bu üç sebep, bir araya geldiğinde kalpte yakîn nuru parlar ve etkisini gösterir.
Kalp, bu manevî desteklerle kuvvet bulması tasfiye olması konusunda bir lambaya benzer. Akıl kandil durumunda, ilim de zeytinyağı konumundadır. Bu zeytinyağı, lambanın nuru/ışık kaynağıdır. Yani ilmin kuvvet ve desteği ile yakîn ortaya çıkar. Lambanın fitili de, imana benzer. Işığın ortaya çıkması ve devamı için o temel bir ihtiyaçtır. Yakıtı güzel, fitili sağlam olan lambanın güzel ışık verdiği gibi imanı güzel, ilmi düzgün aklı kuvvetli olan kalbin de yakîni o derece kuvvetli ve parlak olur. Vera, takva, İlâhî korku ve zühd ile iman ve dolayısı ile kalp kuvvet bulur, yakînin nuru artar. Allahu teala, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur
“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur. (Muhammed suresi, 19. ayet)”
…
Bir adam sana “Yanımda falanca vardır” dese; sen adamın yanında bahsedilen zatın bulunduğunu bilirsin. Fakat bu, yakîn bir bilgi değildir. Çünkü adamın, yanındakini başkasıyla karıştırması yahut önceden yanında iken sonra çıkması ve arada bulunmaması ihtimali söz konusudur. Bu, (İslam’a yeni girmiş) Müslümanın imanının misalidir. Bu kimse sadece duyduğu habere inanır. Sonra, perdenin yanına gelsen ve bahsedilen zatın sesini işitsen; onun içeride olduğunu kesin olarak bilirsin. Çünkü bizzat sesini işittin ve onun perde arkasında olduğu kanaatine vardın. Ancak bu bilgi de, yüzde yüz kesinlik arz etmez. Çünkü sesler birbirine benzer, ağız, şive ve ifadeler birbirine yakın olabilir. Şayet daha sonra adam: “O benim yanımda yoktu, konuştuğun başkasıydı, sesi benzemiş olabilir” dese; bu bunun yanlış olduğunu ortaya koyacak yakîn bir delilin ve onu inkâr etmeye yetecek sağlam bir şahidin olmaz. Bu anlattığımız da, müminlerin genelinin imanı için bir misaldir. Bu da sonuçta habere dayanmaktadır: Şu kadar var ki; öncekinden farklı olarak bunda, zan ile karışık delile dayalı yakînî bir bilgi de mevcuttur. Ancak o, âriflerin müşahedesinden başka bir ilimdir. Çünkü bazen bu tür bilgiye, benzeme ve hayal karışabilir; sahiplerini de yakîn bir delille durumu fark edip arızayı defedemezler. Bir de sana “Falanca yanımdadır” denildikten yahut sen adamın sesini işittikten sonra, arada hiç perde olmaksızın adamı oturur vaziyette görecek olsan, işte bu yakîn ve kesin bir bilgidir. O anda bütün şüpheler ortadan kalkar ve ilmin bildirdiği şeyler gerçekleşmiş olur.
Görüldüğü gibi, doğruluk ve yanlışlık ihtimali olan bir ilme perde arkasından, başkasının sözüyle karıştırılabilecek bir sözü dinlemeye dayanan, müminlerin geneline ait iman, bu imanın altında ve aşağısındadır. Gerçi hepsine mümin ismi verilmektedir. Fakat, birinci şahıs, kendisine söylenen bir söze bakarak bahsedilen zatın içeride olduğunu bilmiş ve tasdik etmiştir. İkinci şahıs da, işitmesine dayanarak onun içeride olduğu sonucuna varmış, fakat onu bizzat görerek kesin sonuca ulaşamamıştır. Üçüncü ise, sözü geçen kimseyi gözüyle görerek yakîn ve kesin bilgiye sahip olmuştur. Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), bu adamın hâlinin diğerlerinden daha yüksek olduğunu şu sözleriyle şahitlik etmiştir:
“Kulaktan duyulan haber, gözle görmek gibi değildir (Hakîm, Müstedrek, II 380; Ahmed, Müsned, I 215; İbnu Hibban, Sahih no: 6213)” Hadisin “Sadece haber veren kimse, gören gibi değildir (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, no: 2137)” rivayeti de vardır.
Bu anlattıklarımızın bir başka misali şudur: Düşün ki, bir şeyi gündüz görsen ve onu ve bulunduğu yeri yanılmayacağın şekilde iyice tanırsın. Sonra o şeye geceleyin ihtiyacın olsa ve yerini de tam olarak bilemesen, bu durumda, o şeye daha önceki delil ve bilgilerine dayanarak ve yerinde bulunduğunu düşünerek ulaşmaya çalışırsın yahut onun bulunduğu yerden ayrılmadığını gösteren başka bir vasıtanın yardımıyla yerini tayin edersin.
İşte müşahede karşısında, görünmeyen delillerin durumu da böyledir. Yine, bir şeyin ay ışığında görülmesiyle, güneş ışığında görülmesi de bu anlattıklarımıza uygun düşmektedir. Hiç şüphesiz ay ışığı, o şeyi, karaltı halinde de olsa gösterir ve sorunu giderir. Güneş ışığı ise hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, o şeyi olduğu gibi gösterir. İman nuru ile yakîn nuru da böyledir. Önceki ay, diğeri de güneş ışığına benzer.
Hepsi aynı ismi aldığı halde, müminlerin durum ve kemalat hâllerindeki farklılığa dördüncü bir örnek de, cemaatle kılınan dört rekâtlı bir namazda, farklı zamanlarda imama uyan kimselerin durumudur. Bir adam camiye vaktinde geldi ve imama iftitah (başlama) tekbirinde yetişti. Sonra bir diğeri geldi ve ilk rükûya yetişti. Bir başkası da ikinci rekâta, bir diğeri üçüncü rekâta, en son gelen de dördüncü rekâta yetişti. Şimdi bunların hepsi, namazlarını kılmış, onu cemaatle eda etmiş ve Hazret-i Peygamber’in (sallalahu aleyhi ve sellem):
“Kim namazın bir rekâtında imama yetişirse, namazı cemaatle kılmış olur (Buhârî, Mevakıt, 28-29; Müslim, Mesacid, 161-165; Ebu Davud, Salat 152; Tirmizî, Salat 23)” hadisinden dolayı, cemaatin faziletine ulaşmış olmaktadırlar. Fakat ilk rekâta yetişen kimse, namazın kemal ve hakikatine ulaşma noktasında, namaza üçüncü ve dördüncü rekâtta yetişen kimse gibi değildir. Aynı şekilde iftitah tekbirinde imama uyan bir kimse de, fazilet cihetinden, kıyama hiç yetişemeyip rükûda imama uyan kimseler farklıdır. Hâlbuki bu ikisi de ilk rekâtı beraber kılmış sayılmaktadır. İşte, imanın kemali ve hakikati konusunda, müminlerin durumu da böyledir. Her ne kadar hepsine mümin deniyorsa da, onların faziletleri bir değildir. Müminlerin ahiretteki farklı derece ve makamlarda olması da böyledir.” (s.465-469)
Kalb, yakîn nuruyla temizlenince, akıl İlâhî Tevfik ve yardımla desteklenince, halka bağlanmaktan tamamen kurtulunca, kul iç dünyasıyla Yüce Yaratıcı’ya tamamen yönelince ve nefis kötü arzularından kurtulunca, işte o zaman ruh serbest kalıp, Melekût âleminde dolaşır. Kalbin açılması yakîn nuruyladır. Bu nur, Melekût âlemine ışık tutar. (s.243)
Kulun aklına gelen düşünce bazen karışık olur, nereden ve kimden geldiği net olmaz. Öyle ki bu düşünce Allah katında makbul mu, değil mi, onda Cenab-ı Hakk’ın rızası var mı, yok mu; kul onu yapmalı mı, yapmamalı mı, yapılması iyi midir kötü müdür? Tam bilinmez. Bunun karışık olması, üç sebepten biriyle olmaktadır.
Birincisi, yakînin zayıf olmasıdır ki bu, kulun marifetinin noksanlığından kaynaklanır. İkincisi, ilminin az olmasıdır ki, bu gelen düşünceyle ilgili gizli ve derin hükümleri bilmemesinden kaynaklanır. Üçüncüsü, his tabiatından doğan ve nefsinde ve nefsinde gizli olan kötü arzuların kendisine galip gelmesinden kaynaklanır. (s. 320)
Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l-Kulub [Kalplerin Azığı], mütercimler: Prof. Dr. Yakup Çiçek-Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yayıncılık, İstanbul 2011, 4. Baskı, 1. cilt.
Bazı kelimeler ve açıklamaları:
yakîn: Bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilme, kesin ve sağlam bilgi. Tasavvuf ilminde de ‘herhangi bir delile bağlı olmaksızın sâdece iman kuvvetiyle aşikâr olarak görme, müşâhede ederek bilme’ manasındadır.
vera: Dinen yasaklanmış olan şeyleri yapmaktan kaçınma; haramdan sakınma. Tasavvuf ilminde de ‘Allah korkusu ve ahret kaygısından dolayı günah işlemekten sakınma’ demektir.
takva: Allah korkusu ile O’nun yasakladığı şeylerden, önce şirkten, sonra da günahtan, günah ve haram olması ihtimâli bulunan şüpheli durumlardan, gereksiz şeylerden korunma, sakınmak.
zühd: Maddî zevklerden, kötü ve aşırı davranışlardan vazgeçmek ve içgüdülerini, hayvani davranışlarını kontrol altına almak suretiyle kalbin ve ruhun temizlenmesi.