LİDER ve İKTİDAR
Keramet Meslekte mi?
Süleyman Demirel’in (1) (27 Ekim 1965’te) Başbakan oluşundan sonra memleketimizde teknokrat, yani mühendis-bürokrat liderlerin devri başladı. 1980’den sonra da Turgut Özal (2) bu devri devam ettirdi. Mühendisliğin ve teknik adamlığın keramet ve liderlik için biricik şart sayıldığı bu dönemde, memleketimiz birçok tarihi fırsatlarla karşılaşmış olmasına rağmen bunlardan faydalanmamış ve gereken sonuçları alamamıştır. 1960, memleketimizin bu yüzyılda karşılaştığı en önemli yol ayrımlarından birisidir; onun için teknokrat liderlerle başladım.
Detayları tarihçilere bırakarak derim ki 1960, yozlaşmanın giderek artan bir hıza ulaştığı ve daha çok alana yayıldığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ve memleket sadece pratik kafalara, yalnızca gündelik düşünen teknokratlara, meselelerin derinlerine değil de dış yapısına bakan liderlere kaldığı için yozlaşmanın boyutu iyice artmış ve tarihin bize sunduğu büyük açılımlar kaçırılmıştır. 1980 sonrası ise daha kötü bir dönemi yaşattırdı. Ortaya çıkanlar öncekileri mumla aratır oldu. Ama önceden beri gelenler de onlara uyuverdiler. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, kendileri de gerçek ve sahici lider değildiler, ikincisi ise mevcut sistem hareket alanını adeta yok ediyordu.
Memleketimiz, hemen her meslekten devlet adamı ve lider gördü, 1900’lü yıllarda. Asker, sivil, bürokrat, teknokrat, ekonomist, iş adamı vs. Herhangi bir meslek veya mektepten olmak, liderlik için tabii ki bir ön şart değildir. Hemen her meslekten, hemen her kesimden gelen herkes lider olabilir. Yeter ki gerçek lider özelliklerine sahip olsun, yeter ki mevkiinin liyakat ve ehliyetini taşısın, yeter ki liderliği öğrensin ve öğrenmeye devam etsin. 1950 sonrasına bakıyorum da gelen geçen bütün devlet adamları içinde Adnan Menderes (3) önde görünüyor. Bu, onun kapalı ve sıkı bir dönemden sonra millete yeniden yaşama sevinci verebilmiş olması, ileri görüşlülüğü ve büyük tesir ve icraya sebep olabilecek teşekküllere girmiş olmasıyla açıklanabilir. Kıbrıs için, (çok sonradan ortaya çıkan) Cezayir için yaptıklarını hatırlayalım. Bağdad Paktı’nın kurulması için gösterdiği gayreti unutmayalım. (Ayrıca 1930’lu yıllarda milletvekili oluşundan sonra, hukuk fakültesine girip bitirmesini de çok olumlu bir özellik olarak kaydediyorum.) Lakin mühim bir eksikliği vardır, rahmetli Menderes’in: Aşırı kibarlık ve beyefendilik. Aldığı kararlar ve geniş tatbikatla bağdaşmayan bu güvercinlik onun hazin sonunu getirmiştir. Ülke ve halkımız zaman zaman Yavuz, kimi zaman ise IV. Murat bekler karşısında, düşmanlarımız da…
Babacan bir adamdı, Turgut Özal. Demirel ve Erbakan (4) gibi mühendisti. Zeki, kadro kurabilen, medyayı etkileyebilen, sermayeyi yönlendirebilen, gündem oluşturabilen, aydın ve iyi bir liderdi. Özgüven sahibiydi, hatta kendine aşırı güvenirdi; bu özelliği onu büyük yanlışlara da sürüklerdi. Cumhurbaşkanlığı tercihi de büyük ölçüde özgüveninden kaynaklandı ve bu onun en büyük hatalarından biri olarak tarihe geçti. (O dönemdeki cumhurbaşkanlığı, açması gerekirken siyaseti ve devleti kilitleyebilmekteydi.) Özal, ülkemize kendi deyimiyle “çağ atlatmıştır.”
1990’larda ise yeni bir lider tipiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum: Medyatik Lider. Fiziği düzgün, iyi giyimli, konuşması vasatı kurtaran; halka, orta-aydınlara ve medyaya aynı şekilde şirin görünmesini beceren, herkese ve her kesime mavi boncuk dağıtan, bir tatlı su lideri tipi (msl. T. Çiller, M. Yılmaz, E. Mumcu). Bu tiplemeyi yozlaşma görüyorum. Bu boş ve kof kişilerin ülke ve milletimizi, vatan ve hatta coğrafyamızı tamamen mahva götürdüklerini rahatça söyleyebilirim. (Burada Cumhuriyet tarihi liderlerinden birkaç tanesi üzerinde, yazımızdaki fikirlere örnek olması için durulmuştur. Daha ilerisi başka bir çalışmanın ödevidir.)
***
İslam âlemi de bizden farklı değildir. Kaht-ı rical (adam kıtlığı) devrini hep birlikte yaşıyoruz adeta. Irak’ta Saddam gibi bütün Ortadoğu ve İslam âleminin başına çok büyük belalar getirmekten çekinmeyen bir zalim vardı; Libya’da Kaddafi gibi ne söylediğini bilmeyen bir megalomanyak hâlâ var; Türkmenistan’da ay isimlerine kendisi ve ailesinin adlarını verecek derece ne yaptığını bilmeyen Saparmurat Niyazov gibi psikopat bulunuyordu. Örnekler daha çoğaltılabilir ve tespiti kuvvetlendirmekten başka bir sonuca götürmez. Yalnız arada iyiyi ve beklenene yakın olanların çıktığını da belirtmek gerekir. İki zorlu bölgenin iki kahraman ve şehit liderini de rahmetle anmadan geçemeyeceğim: Bosna’nın Bilge Kralı ve aynı zamanda büyük bir aydın olan Aliya İzzetbegoviç (5); Çeçenistan ve Kafkasya’nın ikinci Şeyh Şamil’i Cevher Dudayev (6)… (Bosna’nın aydın, mütefekkir, diplomat ve ideal adamı lideri ile Çeçenistan’ın kumandan, taktisyen ve diplomat kumandanının aynı kişide birleşmesini ne kadar da isterdim.)
Milletin Kararları, Sözler ve Liderler
Tarihin öyle şaşırtıcı ve hayrete düşürtücü özellikleri vardır ki mesela bir tanesi de, bazen koca bir dönemin ve hatta bir asrın arkasında bir küçücük cümle bulunabilmesidir. Tarihi dönemlerin arka planında yer alan ve toplumun en üst kesimindeki kişilerin söylediği bazı sözlerin bulup çıkarılması ve fark edilmesi önemlidir; Çünkü devlet ve toplum için alınacak dersler vardır. Her ne kadar tarih tekerrürden ibarettir deniliyorsa da kanaatimce bu söz uzun dönemler için geçerli olmaktadır. Toplumların yaşadığı yıkımlar veya çöküşler, sonradan o toplumun alacağı ve devam ettireceği uzun süreli kararları doğurmaktadır. Kararın alındığı ve heyecanla yaşatıldığı dönem boyunca o derslere sık sık müracaat edilir ve kendine dönme muhasebelerinin yapılmasına vesile olur. Mesela, 200 yıllık bir birliksizlikten, Haçlı ve Moğol istilalarına karşı bile oluşturulmayan ittihattan ve zehirli otların fışkırması gibi olan nifak ve Rafızîlik akımlarının da istilalarından sonra kurulan Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, işte o önceki dönemden aldığı derslerin önemli payı vardır. Milletimiz birliksizlikten ötürü öyle acı ve ağır dönemler yaşamış; sonunda öylesine kesin ve uzun vadeli bir karar vermiştir ki bu, neredeyse üç yüzyıl boyunca sarsılmadan yaşatılmıştır. Ne zaman ki unutma ve gevşeme başlamış, işte o zaman tarihin tekerrür tarafı amansız çarklarını işletmeye başlamıştır.
O ilk kararın aşk ve şevkle yaşatıldığı dönemlerin, her birisi birer erişilmez yıldız misali olan hükümdarlar eliyle yoğrulmuş olduğunu görürsünüz. O padişahlar sadece yönetici değildiler, âlim ve aydın idiler, dava ve mücadele adamı idiler, kumandan ve taktisyen idiler, diplomat ve hukukçu idiler. Yönetici vasıflarının yanındaki bu özellikleri sebebiyledir ki yönetimde de azami muvaffakiyeti elde etmişlerdir. Özleri sözleri sağlam, söylediklerinin nereye varacağını bilen, kararlarını danışarak lakin isabetle ve ferasetle alan insanlardı.
1960-2000 arasındaki liderlerin bazı sözlerinin çok yanlış tesirler doğurduğu bilinmektedir. Hâlbuki hitabet yani konuşma sanatı, liderlerin en mühim özelliklerindendir. On senelik bir anarşi döneminin ardında “Yollar yürümekle aşınmaz” küçümsemesi vardır. Ayyuka çıkan rüşvet, yolsuzluk ve irtikâbın arkasında “Benim memurum işini bilir” lafı bulunmaktadır. Bir dönem hiçbir iş yapmayan ve sadece konuşan memleketin “Konuşan Türkiye” sloganından etkilenmediğini kim inkâr edebilir…
Milletin Sahibi
Başkanlık, milletlerin toplum ve ruh bilim açılarından önemli kurumlarından birisidir. Çünkü toplumların düzeni, gelişme ve değişmesi, sağlığı ve mutluluğu büyük ölçüde başlarına bağlıdır. Bu husus, kritik ve zor dönemlerde daha açıklıkla ortaya çıkar; dış ve iç tehdit ve tehlikelerden kurtuluş, milletin kendi içinden çıkardığı lider ve önderlerin elindedir çoğunlukla… Gerçek lider milletinin sahibidir. Lakin lider sadece baş demek değildir; her önde giden de baş değildir. Doğuştan gelen yetenek, yetmez bir kişiyi lider yapmaya. Gerçek lider ruhen, fikren, ilmen, kalben milletinin örnek olanıdır. İleri görüşlülük, basiret sahibi oluş, mevcut durum ve gündeliğin üzerine ve ilerisine uzanış bakımlarından yegâne olandır. Dostu da düşmanı da münafığı da en iyi tanıyandır. Hem en yumuşak olan, hem de en sert olandır. Varlıkta yokluğu düşünen, yoklukta bulandır, bulup dağıtandır. Şahsi yarar ve menfaatini değil, her zamanda ve mekânda, millet ve devletinin çıkarını düşünen ve elde edendir. İnsanları tanıyandır, ehliyet ve liyakatlerini en keskin bir biçimde ölçendir, yeteneklerine göre en uygun yerlerde istihdam edendir. Hem gönül almasını, hem de kalplere korku salmasını bilendir. Gerçek lider, zamanın ve şartların tesiriyle onlara uyan değil; dirayetiyle zamanı ve şartları hakikate ve olması gerekene uydurandır.
Kadro ve Lider ve Aydın
Güçlü lider diktatör demek değildir. Evet, iktidarın gücü başka fevkalade şartlarla da birleştiğinde diktatörlüğe yol açabilir. Lakin toplum-devlet-aydın-sistem bütünlüğü sağlıklı gerçekleştirildiği takdirde, güçlü lider ve güçlü kadroların millete, azami hizmeti sunacağı da inkâr edilemez. Ayrıca, fevkalade dönemlerde çözülüşü kurtuluşa, yok oluşu da dirilişe çevirenlerin gerçek liderler olduğunu da hatırlamak lazımdır. Mesele elbette sadece lider meselesi de değildir, üst ve orta yönetici kadroyu da lider olgusuyla beraber düşünmelidir. Gerçek liderlerin güçlü yardımcıları, olmalıdır; zira tek bir adam pek bir şey yapamaz. (Abdülhamid Han misalini unutmayalım.) Hz. Süleyman’ın veziri Asaf’ı hatırlayalım, Alparslan’ın Nizamülmülk’ünü, Kanuni’nin Sokullu’sunu hatırlayalım. (Örnekler tabii ki daha çoktur.)
Diğer taraftan ilim adamları ve aydın tabakanın lideri denetlemek, uyarmak ve yola getirmek vazifesi vardır. Bu denetimin sağlıklı bir şekilde olduğu dönemler, milletlerin her zaman en mesut zamanlarını teşkil etmiştir. Mesela bugün ile Fatih Sultan Mehmed zamanı arasındaki farkı en iyi ortaya koyan örnek şudur: İstanbul’un fethinden sonra, padişah bir meclise girer, herkes ayağa kalktığı halde hocası Molla Gürani ayağa kalkmaz, tabii ki padişah hocasına hiçbir şey demez. Sonradan bunun sebebini sordurduğunda “Onun kibrini kırmak için ayağa kalkmadım” cevabını alır. O devrin aydını, İstanbul fatihi gibi bir ulu padişah karşısında bile izzet ve onurla hareket edebiliyordu. Ehliyet ve liyakat sahibi hakiki ilim adamını, toplum ve devlet el üstünde tutmalıdır. Aksi ise bir milletin gerçekten ölümü demektir.
Devlet adamı karşısında, mevkii ne olursa olsun, eğilmeyen, hakkı ve doğruyu her şeyi göze alarak söylemek ve haykırmaktan çekinmeyen aydınların var olduğu bir memlekette, liderlerin diktatöre dönüşmesi zaten mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte “cihadın en büyüğünün zalim sultan karşısında hakkı söylemek”, bir diğerinde ise “hak(sızlık) karşısında susmanın dilsiz şeytanlık” olduğu buyrulmuştur. Geçmişimizde bunun sayısız örnekleri vardır. Âlime ve aydına karşı halkımızın gösterdiği saygı ve itibarın arkasında bu husus bulunmaktadır. Hak ve hakikat adına adanan koca ömürler, halktan yana olma kolaycılığının yerine feragat, fedakârlık, hakşinaslık ve dürüstlüğün neticesiyle başarıya erişmiştir. Milletimiz sırf bilgisi için değil, işte bu özellikleri de taşıdığı için, yani iyi ve güzel ahlak sahibi olduğu için âlimlere nerdeyse sonsuz bir saygı göstermiştir.
Değişimin Kuralı
Burada Kur’anımızdan şu ayeti anmak gerekir: “Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah’ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkân yoktur. Onlar için Allah’dan başka bir veli de bulunmaz. (Ra’d suresi, 11. ayet; Elmalılı Hamdi Yazır meali)” Millet yani halk masumdur ve yönetenlerin insaf ve adaletine muhtaçtır. Çünkü geçim derdi onun belini büker; çünkü işinin gücünün arasında düşünmeye bile vakti bulunmayabilir; çünkü çoluk çocuğun istekleri karşısında şaşırmıştır adeta; çünkü neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçebilecek kadar bilgi donanımına sahip olmayabilir. Lakin ariftir millet, sağduyu sahibidir halk, tarihten gelen irfanıyla uyanık ve bilinçlidir. Kritik yer, durum ve zamanlarda kendini belli eder, gücünü ve hususiyetini işte o zamanlar gösterir.
Bir milletin kendini değiştirmesi, düzeltip istenilen hale gelmesi zaman alan bir süreç içinde, safha safha gerçekleşen bir olgudur. Bu yüzden milletin veya halkın hepsinin kendini değiştirmesi, bir lider ve kadronun, milletin içinden çıkmış, kendilerini hakikate, devlete ve millete adamış aydın ve önderlerin milleti hayra dönüştürmesiyle olur. Bir kelam-ı kibarda “en-Nâsu alâ dîni mulûkihim (Halk, yöneticilerinin dini üzeredir)” denilmiştir. En üst düzey yönetici kadronun millet ve halk üzerindeki tesiri inkâr edilemez. Sadece liderleri kabul etti diye din değiştiren birçok kavim vardır. Yalnız burada bir problem daha ortaya çıkıyor: Gerçek lider ve önderleri bir millet nasıl tanıyacak, uyacak ve arkasından gidecektir?
Bir milletin kabiliyetleri tükenmez. Her milletin içinden lider ve yönetici kadro çıkar; lakin toplum onları bilmez, değerlendirmeye bile almaz bazen. Gidilmesi gerekenin ardından değil de, millet kimi zaman en ehliyetsiz ve liyakatsizlerin arkasında bulunabilir. Peki, gerçek liderlik ve önderlik vasfına sahip olan insanları hiç kimse tanımaz mı veya hiç mi bilinmez bu insanlar? Milletin içinde orta-aydın denilebilen bir tabaka vardır. Orta aydınlar, halk ile üst aydının, gerçek liderler ile milletin, ehliyet ve liyakat sahipleri ile sokaktaki insanların irtibatını sağlayan bir zümredir. Aydın zümre ile halk arasındaki irtibatı sağlayan veya kurmakla görevli olan orta-aydın tabakanın vazifesini yapmadığı dönemlerde, milletin içinden çıkan gerçek kişi ve fikirler, değerleri bilinmediği, sözleri dinlenilmediği için yitip giderler. Bu sebeple de milletin kendini iyilik yönünde dönüştürmesi, kötünün tesirinden kurtarıp uyanması gerçekleşmeyebilir.
Medya ve İktidar
Yüzyılın bize hediye ettiği yeni bir olgu var karşımızda: Sesli-yazılı-görüntülü basın ve yayın organları ve sosyal medya. Yönetici sınıf ve aydın ile halk arasındaki irtibatı sağlaması, aydının ve halkın muhalefet, tenkit ve uyarılarını halka ulaştırması ve tanıtması, dünyanın diğer ülkeleriyle kıyaslamalar yapıp siyasete katkıda bulunması gereken bu yeni kuvvet, adeta iktidarın yeni ortağı olmuştur. Medya, zaman içinde kuvvetlenmiş, kendine yeni ve güçlü vasıtalar bulmuştur. Sermayenin bir nevi yan kuruluşu olması medyaya, iktidarı doğrudan etkileme, devlet yönetimini murakabe etme ve halkı biçimlendirme gibi çok mühim özellikleri bahşetmiştir.
Ayrıca, propaganda tekniklerinin her yere tesir edebilen sihirli gücü, medyaya aşırı bir güven vermiş; bunun sonucunda da medya, her şeye karışma, olur olmaz her şeyi eleştirme, istediğini büyütüp istediğini küçültmeyi, kendi hak ve görevi saymaya başlamıştır. Toplum ve insanın yanında olayım derken liderin ve yönetici sınıfın alanlarına gereksiz müdahalelerde bulunmuş, yönetimi zorlaştırabilmiştir. Devlete karşı insanı ya da bireyi savunacağım derken devleti sarsmıştır. Fakat sermayeyi destekleyeceğim derken de insanın ezilmesine göz yummuştur. Eğitim ve öğretimin emrinde olabilecekken terbiyenin zıddına çalışabilmiştir. Lakin medya, büyük bir güçtür; eğer bize uygun bir sisteme kavuşturulursa toplumun bütün organizasyonları medyadan alabildiğine istifade edebilecektir.
Sermaye ve İktidar
Toplumun bütün organizasyonlarının zaman zaman yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bu meyanda sermayeden de bahsetmek gerekir. Sanayi devrimi (7) ve sonrasında oluşan kapitalizm, iktidara yeni bir ortak kattı: Sermaye Sınıfı. Sermaye, iktidar ve halk arasındaki yeni güçlerden birisi olarak işini yürütebilmek veya ayakta kalabilmek kaygısıyla insandan yana değil de devletten yana taraf olmuştur. Lakin elindeki kapitalin çeşitli yaptırımlara vesile olmasının, propaganda, vasıtalarını (reklâm ve diğer yollarla) etkileyebilmenin, bunları kullanarak iktidara kendi istediği yönde karar aldırmanın doğurduğu büyük gücün şımarıklığı içindedir. Önceleri iktidarın emrinde iken paranın aşırı birikmesi, uluslar ve devletlerarası bir boyut kazanması neticesinde, sermaye, iktidarın ve liderin de karşısına dikilmiştir. Sermaye, kendi ülkesi kadar dünya politikalarını bile doğrudan etkileme pozisyonuna erişmiştir.
Komünizm tabii ki önerilecek bir yol ve sistem değildir. Lakin sermayenin bu derece güç ve iktidar sahibi olmasını da kabullenmemek gerekir. Çağdaş köle düzenini destekleyen ve devamından bizzat sorumlu olanlardan birisi de kapitalizmdir. Fakat bu bizzat Batının suçudur, çünkü Batı eline geçen bütün imkânları ifrat ve tefrit aşırılıklarıyla tüketmiştir ve insanlığa da büyük zarar vermiştir. Batı, her konuda haddini aşmış ve aşırıya gitmiştir. Ferde karşı toplumu, devlete karşı ferdi, sermayeye karşı her şeyi feda edebilmiştir. Tabiatın dengesini alt üst etmiştir. Bu duruma dur diyecek, hâlihazırda, bir güç de bulunmamaktadır.
İnsan-toplum-devlet çerçevesinde düşünüldüğünde, insandan yana olma yani insanın saadetini hedefleme açısından sermaye terakümüne karşı çıkmak doğru görünmemektedir. Yalnız, hizmetin yine bütünüyle topluma yani insana dönmesi şartı tam manasıyla yerine getirilmelidir. Kur’an, sermaye birimine karşı çıkmamıştır; yalnız paranın sadece bazı insanların elinde dolaşan bir nimet olmaması gerektiği prensibini getirmiştir. Sermayenin toplanıp dağıtılmasını, emretmiştir. Sermaye birikimi hadisesini yanlış hale koyan ve insanlığa zarar verecek dereceye getiren kapitalizmdir, Batıdır, Yahudi’dir.
Burada ayrıca şu ikilem gündeme geliyor. Sermaye devlette mi toplanmalı, yoksa serbest teşebbüsün yani şahısların elinde mi? Komünizmin çökmesi ve kapitalizmin total zaferi dolayısıyla devletin ekonomiden çekilmesi artık tartışmasız (?) kabul ediliyor. Yalnız gözden kaçırılan nokta ise devlet yerine sermaye sınıfının elinde toplanan kapital gücünün haddi aşmasıdır, denetimsizlikten haddini tecavüz edip iktidarı bile tehdit eder hale gelmesidir, halkı, insanı ve devleti hiçe sayabilmesidir. Bu husus, önemle düşünülmesi ve tedbir alınması gereken konuların başında gelmektedir. Bunun çözümünü bulacak olan liderlik mekanizmasıdır çünkü adaleti sağlamak lider ve kadrosunun başlıca vazifesidir; biz ancak kısa bir değini yapmakla yetiniyoruz.
Direksiyonun Hâkimi Kim?
Küçüklüğümde, babam bizi çarpışan arabalara götürmüştü. Üç çocuktuk ve hepimiz de aynı direksiyona hâkim olma savaşı veriyorduk. Pek de uzun olmayan bir mücadeleden sonra direksiyon bir tarafa doğru kilitlenmiş ve çarpışan arabamız kendi etrafında dönmekten başka bir şey yapamaz olmuştu. Gelen vuruyor, giden vuruyordu arabamıza, vuranlar ve seyirciler de gülmekten kırılıp kendilerinden geçiyorlardı.
Bu küçük ve sevimli hadise, kanaatimce, bazı önemli şeylere işaret ediyor. Birincisi; bugünkü durumu bu olaydan daha güzel yansıtabilen başka bir misal var mıdır, bilmiyorum. Memleketi, zaman zaman cumhurbaşkanı başka bir yere çekmek isterken, başbakan bambaşka bir yöne götürmeye çabalamaktadır. TBMM Başkanı bir telden çalarken Genelkurmay Başkanı bambaşka bir telin tıngırdatılmasında ısrar edebilmektedir. Yargıtay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Reisi, Yök Başkanı… Velhasıl büyükten küçüğe elinde yetki ve güç bulunduran herkes ve her kurum, memleketi apayrı yönlere götürmeye çalışmaktadır. Kuvvetler ayrılığı, kuvvetler aykırılığına dönüşebilmektedir. Olan millet ve memlekete oluyor.
İkincisi, başa itaat etme gerekliliğini hatırlatıyor. Başına geçirdiğin insana, kadrosuna ve emirlerine uy ki gelen çarpmasın giden çarpmasın. Rezil olmamak, oyuncak haline gelmemek, maskara olmamak için lider ve önderini gözetmek zorundayız.
Üçüncüsü, doğru insanı ve gerçek lideri seçmek zorunda olduğumuzu işaret ediyor. İtaat dinedir, akladır, mantık ve hakikatedir. Gelene ağam gidene paşam demek bize yakışmaz. Başı uyaracak ve doğru yola getirecek yol veya yollar her zaman vardır. Usulü dairesinde hareket ederek yapılacak çok işler ve alınacak hayırlı neticeler kesinlikle bulunmaktadır. Yeter ki sen teşebbüs et. Yeter ki bilgi ve cesaretle hareket et. Yeter ki hakikat ve adalet için gayretten geri durma…
Beklenen, İstenen, Gereken
1980’den önce rahmetli olan dedem “Ya Rabbi, bize sahip gönder” diye alenen dua ederdi. Bu duayı başka büyüklerimizden de çok işittim. Dua bugün için de geçerli… Yalnız buradaki sahip kelimesi lider ve önder manasından da ötede anlamlar taşıyor. Topyekûn bir millet ve memleketin, vatan ve coğrafyanın kurtarıcısı, yoğurucusu ve ileriye götürücüsü anlamlarına doğru yayılıyor. Dirilten… Kızıl elmaya götüren veya kızıl elmayı ayağımıza getiren… Zilletten kurtarıp izzete yükselten… Milletlerin sağlıklı dönemlerinde vasat olmak belki durumu kurtarabilir; orta vasıflara sahip bir lider baş olmanın gereklerini ifa edebilir. Lakin milletlerin düşkün veya zayıf dönemlerinde, birlik ve beraberlikten uzak kaldığı zamanlarda, liderden daha farklı olması istenir. “Sahip” kelimesi bunu ifade ediyor.
Bugün geniş coğrafyamızın her yerinde, üst ve orta yönetici kadro içinde yer alanların milletimize umut vermesi gerekiyor. Diğer taraftan ise karşı taraf boş durmamakta, çemberi daraltıp kıskacı iyice sıkmaktadır. Bu zincirleri parçalayacak ve milletimizi yeniden diriltip yürütecek gerçek lider ve kadrolara ihtiyacımız vardır. Lakin önce bir kendimize bakalım, etrafımıza bir göz atalım… Büyük işler kolayı değil zoru göze alarak başarılır. Diriliş, bir nevi yok oluştan sonra geldiğinden çok büyük bir atılımı ifade eder; çok güçlü bir enerjiyi gerektirir; çok keskin bir iradeyi çağırır.
Neredesiniz, ey hakikat erleri? Başkanımız neredesiniz? Fatihimiz, babamız, beyimiz, paşamız nerelerdesiniz? Koruyun bizi kem gözlerden, ahlaksız düşmanlardan. 200 yıldır geriliyoruz, yok oluyoruz, oturup duruyoruz. Alın götürün bizi Viyanalara, Romalara, Kızıl Elmalara…
* Haydar Hepsev’in bu yazısı, Yüce Devlet Dergisi’nde (1, 2. ve 3. sayılar, 1995) ve MEDENİYET MİLLET DEVLET BİRLİK kitabında (İstanbul 2010, s. 131-141) yayınlanmış, Mayıs 2022’de gözden geçirilmiştir.
______________________________
Notlar:
(1) Süleyman Sami Demirel (1924 -2015). 1993-2000 yılları arasında Türkiye’nin 9. cumhurbaşkanı olarak görev yapan mühendis, siyasetçi ve devlet adamı. 1965-1993 yılları arasında yedi farklı hükûmette, toplam 10 yıl 5 aylık bir süreyle başbakanlık görevinde bulundu. Ayrıca 1964-1980 yılları arasında Adalet Partisi, 1987-1993 yılları arasında ise Doğru Yol Partisi genel başkanı olarak görev aldı.
(2) Halil Turgut Özal (1927-1993). Mühendis, bürokrat, siyasetçi ve devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. cumhurbaşkanı. 1983-1989 yılları arasında 5 yıl 10 ay boyunca başbakanlık ve aynı zamanda Anavatan Partisi genel başkanlığı görevlerinde bulunan Özal cumhurbaşkanlığı görevi sürerken ölen M.K.A.’nın ardından, görevi başında ölen ikinci cumhurbaşkanıdır. 43. Türkiye Hükûmeti döneminde başbakanlık müsteşarlığı ile DPT müsteşar vekilliği görevlerinde bulunmuştur. 12 Eylül Darbesi’nden sonra Bülend Ulusu tarafından kurulan hükûmette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevini üstlenmiştir. 1982 yılında bu görevinden istifa etmiş ve 1983 yılında Anavatan Partisini kurmuştur. Partisi 1983 Türkiye genel seçimlerinde %45,14 oy almış ve Özal 45. Türkiye Hükûmeti’ni kurarak başbakan olmuştur. 1985 yılında yapılan kongrede tekrar ANAP genel başkanı seçilmiştir. Partisinin oy oranı 1987 Türkiye genel seçimlerinde %8,83 düşerek %36,31’e gerilemiştir. 46. Türkiye Hükûmeti’ni kurarak tekrar başbakan olmuştur. Özal, 1989 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde cumhurbaşkanı seçilmiştir. Başbakanlıktan ayrılmasına rağmen, siyasi olayların gelişmesinde belirleyici rolünü sürdürmüştür. Özal, 17 Nisan 1993 tarihinde 5 ülkeyi kapsayan 12 günlük Türkistan gezisinden sonra cumhurbaşkanlığı döneminde vefat etmiştir (Allah teala, rahmet eylesin.)
(3) Ali Adnan Ertekin Menderes (1899-1961). Hukukçu, siyasetçi. 1950-60 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı görevinde bulundu. Ayrıca, aynı tarihler arasında kurucuları arasında yer aldığı Demokrat Parti (DP) Genel Başkanlığını yürüttü. Menderes, Türkiye siyasi tarihine idam edilen ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı dır. (1990’da Türkiye Büyük Millet Meclisi çıkardığı yasayla, Menderes ve onunla beraber idam edilen Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya itibarlarını iade etmiştir.)
Kurtuluş Savaşı’na katıldı ve İstiklâl Madalyası aldı. Siyasi kariyerine Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda başlayan Menderes, partinin kendini feshetmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) katıldı ve ilk defa 1931 Türkiye genel seçimlerinde Aydın milletvekili olarak meclise girdi. Ayrıca 1935, 1939 ve 1943 Türkiye genel seçimlerinde de CHP Aydın milletvekili olarak tekrar mecliste görev aldı. M.K.A.nın ölümünün ardından CHP’nin başına geçen İsmet İnönü’nün bütün üretim araçlarını devletleştirme faaliyetlerine karşı çıktı. Dörtlü Takrir olayı ve parti içi muhalefetten dolayı 1945 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nden ihraç edildi.
1945’te, Celâl Bayar, Mehmet Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti’yi kurdu. Parti, katıldığı ilk seçimde Türkiye Büyük Millet Meclisinde 61 sandalye kazandı. 1950 Türkiye genel seçimlerinde DP %52,7, CHP ise %39,4 oy aldı. DP 13 puan farkla kazanmasına rağmen seçimde kullanılan çoğunluk sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkardı. Menderes 19. Türkiye Hükûmeti’ni kurarak başbakanlık görevine başladı. Bu görevini 1960 yılına kadar on yıl boyunca sürdürdü. Başbakanlığı döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7,8 oranında büyüdü ve Türkiye’nin gayri safi millî hasılası dünya toplamının binde 6,43’ünden, binde 7,52’sine yükseldi. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Yassıada Yargılamaları sonucu 9 ay 27 gün süren duruşmalar sonunda idam cezasına çarptırıldı ve 17 Eylül 1961 tarihinde Bursa’nın İmralı adasında, maalesef idam edildi (Şahiden vefat eden devlet büyüğümüz Menderes’e Allah teala, rahmet eylesin.)
(4) Necmettin Erbakan (1926- 2011). Mühendis, akademisyen ve siyasetçi. Başbakan yardımcılığı ve başbakanlık görevlerinde bulunmuştur; başbakanlık görevini 1996 ile 1997 tarihleri arasında sürdürmüş; 28 Şubat sürecinden sonra istifa etmeye zorlanmıştır ve kendisine 5 yıl süreliğine siyaset yasağı getirilmiştir. 1969’da Adalet Partisinden (AP) milletvekili aday adaylığı Süleyman Demirel tarafından veto edildiği için Konya’dan bağımsız aday oldu ve iki milletvekili seçtirecek oy alarak milletvekili seçildi. 17 Ocak 1970’te 17 arkadaşıyla Millî Nizam Partisini (MNP) kurdu. Ancak parti 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi’nden kısa süre sonra, “laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü” iddiasıyla açılan dava sonunda 20 Mayıs 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Erbakan, MNP’nin kapatılmasından sonra İsviçre’ye gitti ve bir süre orada kaldı. 1973 genel seçimlerinden önce Türkiye’ye döndü. (Türkiye’ye dönüşüyle ilgili olarak Süleyman Demirel’in liderliğindeki Adalet Partisinin oylarını bölmek amacıyla Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ile Orgeneral Turgut Sunalp tarafından ikna edilerek Türkiye’ye döndüğü iddia edildi.)
11 Ekim 1972’de MNP kadrolarıyla Millî Selamet Partisini (MSP) kurdu. 14 Ekim 1973 seçimlerinde Millî Selamet Partisi yüzde 12 oy oranıyla 48 milletvekilliği kazandı. Seçimlerden hemen sonra 1974’te Bülent Ecevit’in liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile MSP arasında kurulan koalisyon hükûmetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu.
1974’te Kıbrıs’tan gelen darbe haberi, bir anda gündemi değiştirdi ve her şeyi unutturdu. Bu dönemde Kıbrıs Harekâtı’nın yapılmasını savundu. Harekâttan sonra adanın tamamının ele geçirilmesi konusunda Ecevit ile görüş ayrılığına düştü. Ecevit’e göre Erbakan ve MSP, “harekâta bir cihat havası, fetih havası vermeye kalkıyordu ve bu tutum; dünyada ciddi kuşkular uyandırabilecek, Türkiye’nin elini kolunu bağlayabilecek sorunlar yaratabilirdi.” 17 Eylül 1974’te hükûmet dağıldı.
Mart 1975’te Adalet Partisi, Millî Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) arasında kurulan I. Milliyetçi Cephe hükümetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. 1977 genel seçimlerinde Millî Selamet Partisinin milletvekili sayısı yarı yarıya düşerek 24’e geriledi. Temmuz 1977’de AP, MSP ve MHP koalisyonuyla kurulan II. Milliyetçi Cephe hükümetinde yine devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. Adalet Partisinin Kasım 1979’da kurduğu azınlık hükûmetini dışarıdan destekledi. 12 Eylül’de bir süre İzmir Uzunada’da gözaltında tutuldu. 15 Ekim 1980’de 21 MSP yöneticisiyle birlikte “MSP’yi illegal bir cemiyete dönüştürmek ve laikliğe aykırı davranmak” suçlamasıyla tutuklandı. 24 Temmuz 1981’de serbest bırakıldı. 1983’te hakkında verilen hüküm Askerî Yargıtay’ca bozulduktan sonra 14 Şubat 1985’te beraat etti. 1982 Anayasası gereğince 10 yıl siyaset yapma yasağı aldı. 6 Eylül 1987 halk oylaması (%50,16 oy oranı ile yasaklar kalktı.) sonrası siyasete döndü. 11 Ekim 1987’de Refah Partisi genel başkanı seçildi. Refah Partisi’nin Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile (IDP) ittifak kurduğu 1991 seçimlerinde Konya’dan milletvekili seçildi. 27 Mart 1994’te yapılan yerel seçimlerde partisi yüzde 19 oranında oy alarak büyük bir başarı kazandı. İki önemli büyükşehir olan İstanbul ve Ankara’yı genç adayları Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek ile kazandı.
Millî Görüş Hareketi’nin tarihindeki en büyük başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21,37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükûmetinin istifasından sonra birbirlerinin yolsuzluk soruşturmalarını kapatmak şartıyla Tansu Çiller’in DYP’si ile kurduğu Rerfahyol hükûmetinde 28 Haziran 1996’da başbakan olarak göreve başladı. 1996-1997 arası 1 yıllık dönemde Türkiye ekonomisi %7,5 oranında büyümüş ve Türkiye’nin GSMH’si dünya toplamının binde 11,96’sınden binde 12,37’sine yükselmiştir. Yapılan reformlar arasında, kamu kuruluşları arasında havuz sisteminin kurulması ve gelişmekte olan ve halkının çoğunluğu Müslüman ülkelerden 8 tanesini bir araya getiren D8 oluşumu gösterilebilir. Erbakan ilk yurt dışı ziyaretini İran’a yaptı. 2-7 Ekim 1996 tarihleri arasında sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya’yı ziyaret etti. Libya’da bir çadırda Muammer Kaddafi’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlayıcı konuşması karşısında sessiz kalması basın ve muhalefet tarafından büyük tepki çekti. 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasından sonra tartışılan mafya-siyasetçi-polis ilişkileri için “Bunlar faso fiso.” dedi. “Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” eylemine katılanlar için “Gulu gulu dansı yapıyorlar” dedi. Erbakan’ın Adalet Bakanı Refah Partili Şevket Kazan ise bu eyleme katılanlar hakkında, “Bunlar mumsöndü oynuyorlar” diyordu. Bu sözler büyük tepki çekti. Erbakan, 11 Ocak 1997 günü resmî başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. Davetliler arasında Fethullah Gülen de vardı. 30 Ocak 1997’de Sincan Belediyesi, “Kudüs Gecesi” düzenledi. Salona Hamas ve Hizbullah liderlerinin fotoğraflarının asılması, İran Büyükelçisinin yaptığı konuşma, sergilenen cihat oyunu kamuoyunda büyük tepki yarattı. Birkaç gün sonra Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Sincan sokaklarında tanklar yürütüldü. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, tankların yürütülmesi için “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” dedi. 3 Şubat 1997 günü Ankara’da Star TV muhabiri Işın Gürel’in dövülmesi toplumda büyük bir tepkiye neden oldu. 28 Şubat’ta yapılan MGK toplantısı 9 saat sürdü. MGK, “laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu” vurguladı. Toplantıdan “irticayla mücadele” kararları çıktı, hükûmete bildirildi. İrtica, cumhuriyet, laiklik ve Atatürkçülük tartışmaları sonucunda, “postmodern darbe” olarak adlandırılan 28 Şubat süreci ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamadı. Koalisyon 30 Haziran 1997’ye kadar devam etti. 21 Mayıs 1997 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, “yasa dışı bazı eylemlerin odağı olmaya başladığı ve bazı üyelerinin laik rejimi hedef alan girişimleri” nedeniyle Refah Partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açtı. Başsavcı Vural Savaş, dava ile ilgili yaptığı açıklamada partinin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline geldiğini ve ülkeyi giderek bir iç savaş ortamına sürüklediğini” belirtti. Dava devam ederken Erbakan, başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e istifasını sundu. Cumhurbaşkanı Demirel ise yeni hükûmeti kurma görevini Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller’e değil, Mesut Yılmaz’a verdi. 55. Hükûmet (ANASOL-D), Mesut Yılmaz’ın liderliğinde Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi koalisyonu ile kuruldu.
Açılan kapatma davası sonunda Anayasa Mahkemesi, 16 Ocak 1998’de Refah Partisinin kapatılmasına ve aralarında Erbakan’ın da olduğu 6 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesine karar verdi. Refah Partisinin kapatılma kararından bir ay önce Millî Görüş çizgisindeki Fazilet Partisi kurulmuştu; partinin başına önce İsmail Alptekin, ardından da Recai Kutan getirildi. Bu dönemde tarafların aksi yöndeki demeçlerine karşın Fazilet Partisinde Erbakan’a yakın olan ve “Ak Saçlılar” ya da “Gelenekçiler” olarak tanımlanan kanat ile Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği kanat olan “Yenilikçiler” arasındaki gerilim tırmanmaya başladı. Kanatlar arasındaki çekişmenin artık görünür hâle geldiği 14 Mayıs 2000’de yapılan FP 1. Kongresi’nde “Yenilikçi” kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Haziran 2001’de Anayasa Mahkemesinin Fazilet Partisinin kapatılmasına karar vermesinden sonra kurucusu olduğu Millî Görüş Hareketi bölündü. Erbakan’ın desteklediği Millî Görüşçü (Gelenekçi) kanat Recai Kutan başkanlığında Saadet Partisini (SP) kurarken “Yenilikçiler” ise Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisinde örgütlendiler.
5 yıllık siyasi yasağı Şubat 2003’te sona eren Erbakan, 11 Mayıs 2003’te Saadet Partisinin genel başkanlığına seçildi. 3 Aralık 2003’te hakkındaki mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından onanınca Erbakan, 30 Ocak 2004’te Saadet Partisi genel başkanlığından ve parti üyeliğinden ayrıldı. Aldığı sağlık raporu doğrultusunda infazı ertelen Erbakan’ın “Kayıp Trilyon Davası” nedeniyle aldığı hapis cezası Nisan 2008’de ev hapsine çevrildi. Erbakan ev hapsini çekerken Adli Tıp Kurumunun “sürekli hastalık” raporu doğrultusunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 19 Ağustos 2008’de affedildi. 17 Ekim 2010’da tekrar Saadet Partisinin genel başkanlığına seçildi. Bu sırada ise sağlık durumu giderek kötüleşiyordu. 19 Ocak 2011’de ayağında nükseden damar iltihabı rahatsızlığı sebebiyle hastanede yoğun bakım altına alınarak, bir süre tedavi görerek taburcu edilmesinin ardından kısa süre sonra solunum ve kalp yetmezliği rahatsızlığı sebebiyle kaldırıldığı hastanede, 27 Şubat 2011 günü vefat etti. (Allah teala, rahmet eylesin.)
(5) Aliya İzzetbegoviç (1925 -2003), Bosnalı devlet adamı ve bağımsız Bosna-Hersek’in ilk cumhurbaşkanı. Özellikle tarih, felsefe ve edebiyat kitapları okuyan Aliya İzetbegović, gençlik yıllarında üç eser Bergson’un üç eserinden etkilenmiştir. Bunlar; ‘Yaratıcı Evrim’, Kant’ın ‘Saf Aklın Eleştirisi’ ve Spengler’in ‘Batı’nın Çöküşü’ adlı eserlerdir. Kitaplarını okumayı sevdiği romancıların başında Hermann Hesse gelir. Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi egzistansiyalist filozofların romanlarının, Dostoyevski ve Kafka’nın felsefe akımlarını okumuştur. Aynı zamanda Aliya İzetbegović, Balzac, Tolstoy, Ivan Turgenyev, Gorki, Gogol, Puşkin, Stendhal, Victor Hugo, Edgar Allan Poe, Knut Hamsun, Goethe, Émile Zola, Charles Dickens, Günter Grass, Lawrence Durrell, Oscar Wilde, Thomas Mann, Guy de Maupassant, BertoltBrecht ve Ivo Andric okuduğu bilinmektedir. Aliya İzetbegović; Aristoteles, Platon, Kant, Hegel, Nietzsche, Niccolo Machiavelli, Henri Bergson, Soren Kierkegaard, Karl Marks, Friedrich Engels, Martin Heidegger, Sigmund Freud, Eric Fromm, Max Weber, Jose Ortega y Gasset’yi okumayı bir düşünür olmuştur. Eserlerini okuyup fikirlerinden etkilendiği bazı Müslüman yazar ve düşünürler ise İbn Sina, İmam Gazali, İbn Tufeyl, İbn Hazm, Katip Çelebi, Muhammed İkbal, Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, Hakim Tirmizî, İbn Haldun, Firdevsî, Nizamî, Sadi-i Şirazî, Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’tır.
1980’de Tito ölünce, federasyon cumhurbaşkanlığı konusunda bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Bunun üzerine altı federal eyaletin her birinin cumhurbaşkanının sırayla bir yıl federasyon cumhurbaşkanlığı yapması üzere anlaşma sağlandı. Bu gelişmeyle birlikte ülkede kısmen bir demokratikleşme sürecine girilmiş oldu. Çünkü federal eyaletlerde yönetime geçmek isteyenler siyasal partiler vasıtasıyla faaliyetler yürütebiliyorlardı. Buna bağlı olarak hürriyetlerde de bir genişleme oldu. İzetbegoviç’in oğlu bu ortamdan yararlanarak babasının makalelerini bir kitapta toparlayıp, 1983’te “İslamî Manifesto” adıyla yayınladı. İzetbegoviç’in daha önce 1970’te de bu adla bir kitabı yayınlanmıştı. 1983’te söz konusu kitabın yayınlanması epey bir yankı uyandırdı. Hâkim sistem bu gelişmeye tahammül edemeyerek İzetbegoviç’i Avrupa’nın ortasında radikal İslami bir cumhuriyet kurmak için çalışmakla suçladı ve tutuklattı. İzetbegoviç, mahkeme önüne çıkarılıp “hakim sistemi değiştirmek ve Bosna-Hersek’i İslami devlete dönüştürmek için çalışmak”la itham edildi ve yargılamadan sonra 14 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Lakin bu mahkûmiyet, onun kitabının bütün Bosna’da duyulmasını ve tesirini göstermesini sağladı. Müslümanlar muhtelif yollarla onun söz konusu kitabını temin etmeye çalışıyorlardı. Kitabın yazarının bu kitaptan dolayı hapiste olması okuyanların ruhlarındaki tesirinin daha da artmasına sebep oluyordu. Yargıtay kararıyla daha sonra mahkûmiyet süresi 11 yıla indirildi. 1988’de çıkarılan bir afla da serbest bırakıldı. Beş yıllık hapis süresi (1983-1988) İzetbegoviç’in hayatında önemli etkiler yaptı. Hapiste düşünmeye, fikir üretmeye, daha önce üretilmiş fikirlerden istifade etmeye çokça fırsat buldu. Bunun yanı sıra önemli bir fikri eserinden dolayı hapse atılmış olması, onun fikirlerinin çevrede daha çok yankı uyandırmasına sebep oldu. Ayrıca onun hapiste olduğu dönemde yıllarını verdiği “Doğu ve Batı Arasında İslam” adlı meşhur kitabı yayınlandı. Bu kitabını bir arkadaşı neşretti ve çok kısa zamanda geniş bir kitleye ulaşarak büyük yankı uyandırdı. İzetbegoviç, bu kitabıyla İslam’ı sade ve öz bir şekliyle yetişen nesillere kazandırmayı hedefliyordu.
İzetbegoviç, hapisten çıktığında Dünya’da komünist rejimler çöküş dönemine girmişti. Yugoslavya’da da eski federatif yapının korunması konusunda çok fazla bir duyarlılık kalmamıştı. Bunun yerine bağımsızlık yanlısı fikirler etkisini göstermeye başlamıştı. Ayrıca eyaletlerde yönetime geçme konusunda etkin siyasi yarışlar başlamıştı. Aliya İzzetbegoviç de Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem Partisi (SDA) adı verilen bir siyasi parti kurdu. Bu parti Bosna-Hersek’te 5 Aralık 1990’da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanarak lideri Aliya İzzetbegoviç cumhurbaşkanı oldu. Bu seçim SDA’nın girdiği ilk seçim olmasına rağmen büyük bir başarı elde etti ve cumhurbaşkanlığını kazanmasının yanı sıra parlamentoda da 86 sandalye elde etti. Hastalık nedeniyle 14 Mart 1996 yılında Başkanlık görevini bırakmak zorunda kaldı.
1990’lı yıllara girildiğinde Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti içinde bir bağımsızlık hareketi baş gösterdi. Özerk cumhuriyetler birbiri ardından bağımsızlıklarını ilan ediyor ya da bu yönde niyetlerini ortaya koyuyorlardı. Bosna-Hersek de 1 Mart 1992’de gerçekleştirdiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etti. Çünkü yapılan referandumda halkın %62,8’i bağımsızlığı tercih etmişti. Ancak Sırplar hemen arkasından Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak yeni bir katliam hareketi başlattılar. Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlık mücadelesine destek olan Avrupa ülkeleri ve ABD ise Bosna-Hersek’i Sırp saldırıları karşısında yalnız bıraktılar. Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan da, Avrupa’nın üçüncü büyük ordusu Yugoslavya Federal Ordusu’nun Sırp çetnikleriyle birlikte hareket etmesi, onlara destek vermesiydi. Müslümanlarsa herhangi bir askerî destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek’in önemli şehirlerini işgal ettiler. Bu işgal hareketi bir milyona yakın Müslüman’ı göçe zorladı. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslami izler taşıyan tarihî eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.
Bosna-Hersek meselesinin çözümü için değişik tarihlerde gerçekleştirilen görüşmeler ve arabuluculuk çalışmaları da bir sonuç vermedi. 1994’ün sonuna gelindiğinde Bosna-Hersek’teki iç savaşın aldığı can sayısı 250.000’i, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç çok büyük askerî güce ve imkâna sahip olan Sırplarla, her türlü askeri imkândan yoksun ve hiçbir dış desteğe sahip olmayan Bosna-Hersek halkını karşı karşıya getirmemek için önce oldukça temkinli bir politika izledi.
Bosna-Hersek Müslümanlarının direnişlerine Müslüman halklar grubu sahip çıktı. İslam dünyasının muhtelif bölgelerinden gençler direnişçiler soykırıma dur demek için bu ülkeye gitti. Direniş ve savaş aynı zamanda Bosna-Hersek Müslümanları arasında İslami bilinçlenmenin artmasını da sağladı. Ancak ülke yönetimleri Bosna-Hersek Müslümanlarını büyük ölçüde yalnız bıraktılar. Katliamın son raddesine vardığı sırada da Sırpların isteklerini kabul etmeleri için Müslümanlara baskı yaptılar. İşte bu siyasi baskılar ve eşit olmayan savaş şartları karşısında İzzetbegoviç, önüne konulan anlaşmayı kabul etmiştir. Çünkü savaşın devam etmesi Bosna Müslümanlarının tam bir soykırımla karşı karşıya gelmeleri gibi sonucun doğmasına sebep olabileceğini düşünüyordu. Neticede 1995’te ABD tarafından dayatılan Dayton Anlaşması’nın imzalanmasıyla savaş sona erdi. Anlaşma Bosna-Hersek topraklarının %51’ini Müslümanlara ve Hristiyan Hırvatlara, %49’unu da Bosna-Hersek Sırplarına (veya bu ülkeye yerleşmiş Sırplara) veriyordu. Yönetimin de bu üç halk arasında paylaşılmasını şart koşuyordu. Anlaşmayla Amerika Birleşik Devletleri, aynı zamanda Müslümanlara ellerindeki silahları imha etmelerini ve ABD patentli silahları, yedek parçasız bir şekilde satın almalarını şart koştu.
14 Eylül 1996’da Dayton sonrası yapılan ilk seçimde Boşnak, Hırvat ve Sırp temsilcilerinden oluşan üçlü Başkanlık Konseyi’ne seçildi ve başkanlığı üstlendi. 13-14 Eylül 1998 seçimine katılmayı istememekle birlikte Demokratik Eylem Partisi Ana Komitesi’nin kararı doğrultusunda, tekrar aday oldu ve seçimden galip çıkarak Başkanlık Konseyi’nin yöneticiliğine devam etti. Ancak sağlığının görevini sürdürmesine imkân vermemesi üzerine 2000 yılı Haziranı’nda görev süresi tamamlanmadan devlet başkanlığından çekildi ve 19 Ekim 2003’te vefat etti (Allah teala, rahmet eylesin.)
Daha geniş bilgi için bkz. Aliya İzzetbegoviç (1925-2003)) [Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Admir Mulaosmanoviç), Ankara 2020, (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cili, s. 685-687; https://islamansiklopedisi.org.tr/izzetbegovic-aliya ]
(6) Cevher Musayeviç Dudayev (1944-1996), Müslüman Çeçen halkının kahraman lideri. Dudayev, Musa ve Rabia Dudayev çiftinin 13. evladı olarak dünyaya geldi ve 27 Şubat 1944’te henüz kundaktayken Kazakistan’a gönderildi. 1957’deki geri dönüşüne kadar da Çimkent şehrinde yaşadı.
Orta öğrenimini Sibirya’da tamamladı ve Tambov Hava Harp Okulu’na girdi. 1966 yılında Uzun Mesafe Uçak Pilotluğu ve Mühendisliği Okulu’nu, devamında da Gagarin Hava Harp Akademisi’ni bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis unvanını kazandı. SSCB hükûmeti tarafından kendisine 12 madalya verildi. Tümgeneralliğe terfi etti. Stratejik Hava Kuvvetleri’nde tümen komutanı olarak atanan ilk Müslüman oldu.
1989’da Estonya’da stratejik hava kuvvetleri filoları komutanlığında görev yaparken Baltık Ülkeleri’nde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova’dan emir aldı ancak bu emri yerine getirmedi. Moskova bu itaatsizliği üzerine Dudayev’i ceza olarak askerî birliği ile birlikte Grozni’ye sürgüne gönderdi. Dudayev, ordudaki görevinden 1990 yılının Mayıs ayında istifa etti.
Kasım 1990’da toplanan Çeçen Halkı Milli Kongresi’ne davet edildi ve sonradan “Çeçen Milli Kongresi” adını alan bu halk meclisinin icra heyeti başkanlığına seçildi. 19-21 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Sonrasında, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti hükûmetini düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. 27 Ekim 1991’de yapılan seçimlerde %85 oranında oy alarak Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Cevher Dudayev, Rusya’nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan’a karşı başlattığı askerî harekâta karşı cihat ilan etti, Dudayev’in liderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam edecek çatışmalara başladı.
Cevher Dudayev, 21 Nisan 1996’da Rus bir senatörle telefonda görüşürken telefon sinyalinden konumu tespit edildi ve lazer güdümlü savaş uçağı füzesiyle şehid edildi. Ölümünün ardından Rus asıllı eşi Alla Dudayeva, Cahar Dudayev’in mücadelesini anlatan “Milyon Birinci” isimli kitabını yazdı. Kitap, Türkçeye de çevrildi. Kitap, ismini Reuters ile yaptığı röportajda söylediği, “Çeçenlerin bir milyon generali var, ben milyon birinciyim” sözünden almıştı. 1991’den 1996’daki şehadetine kadar Kuzey Kafkasya’daki Çeçen İçkerya Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yapmıştı. (Allah teala, rahmet eylesin.)
(7) Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa’daki sermaye birikimini arttırmasına denir. Sanayi Devrimi, ilk olarak İngiltere’de ortaya çıkmış, ardından Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’ya sıçramış ve bütün dünyaya yayılmıştır.
Sanayi Devrimi, 18. yüzyılda önce İngiltere’de başlayan demir ve kömürün asıl enerji kaynağı ve hammaddeyi oluşturduğu bir makineleşme çağıdır. Kömür, buhar ve makinenin birleşiminin ortaya çıkardığı Sanayi Devrimi önemli ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açmıştır. Bu değişim, Avrupa’da burjuva sınıfının yapı değiştirmesine ve yeni bir işçi sınıfının doğmasına yol açmıştır. Eski burjuva sınıfına şimdi fabrika sahipleri de katılmıştı. Burjuva sınıfı artık her ülkede en zengin sınıfı oluşturuyordu. Ancak ülkelerin çoğunda orta sınıf pek çok siyasal ve sosyal haklardan mahrumdular. Bu haklarını elde etmek için 19. yüzyılın bitişini beklemek gerekecekti.
Avrupa’da Sanayi Devrimi öncesinde de bir işçi sınıfı vardı. Bu sınıf her zaman çoğunlukta ancak bilinçsiz durumda idi. Sanayi Devrimi sonucunda işçi sınıfı bilinçlenmeye başladı. Toplumların hemen hepsinde en kalabalık sınıfını oluşturdu. İşçi sınıfı, yoğunluğuna karşın ekonomik ve siyasal haklardan mahrumdu. Ücretleri düşük, yaşama ve çalışma koşulları çok kötüydü. Çalışma saatleri uzun, fabrikalar havasız ve her türlü sağlık koşullarından uzaktı. Oy hakları yoktu, sendikalaşma ve grev yasaktı; ancak işçiler artık bu durumun farkında ve bilincindeydiler.
Sanayi Devrimi’nin oluşturduğu işçi sınıfı hakları ile ilgili olarak sosyalizm görüşü ortaya çıktı. Bu görüş önceleri ütopik (hayali) sosyalizm olarak gelişti. Daha sonra Marx ve Engels sosyalizmi geliştirerek bilimsel sosyalizmi ortaya koydular. Böylece toplumdaki uzlaşmaz sınıflar (burjuvazi ve proletarya) arasındaki çatışma daha çok keskinleşti. Sosyalizm, komünist topluma geçiş için bir araç olarak kabul edildi. Devrimin bir başka etkisi de nüfus artışı konusunda oldu. Sanayileşme sayesinde tarım makineleşmiş, böylece aynı miktar toprak daha fazla insanı besleyebilir hale gelmişti.
Sanayi Devrimi kentlerde nüfus yığılmalarına da neden olmuştur. ABD’de, 1920’lerde nüfusunun yarısı kentlerde yaşıyordu. Kentleşme önemli sorunları da beraberinde getirdi. Gecekondu bölgeleri büyüdü. Bu bölgeler pis ve kalabalıktı.
İşçilerin fabrikalarda toplanması ve fabrikaların da kentsel alanlara yığılmasıyla giderek kentler kırsal alanları yutmaya başladı. Bu gelişme tıp bilimindeki yeniliklerle ortaya çıkan nüfus artışı ve bu nüfusu doyurmak için gıda maddesi bulma çabalarıyla birleştiğinde 20. yüzyılın değişmez özelliği olan kitle toplumu tarihteki yerini aldı.
#MerhumAdnanMenderes #MerhumTurgutÖzal #Merhum #MerhumNecmettin #Erbakan #MerhumAliyaİzzetbegoviç #ŞehidCevherDudayev #SüleymanDemirel #devlet #DevletAdamı #Lider #Önder #İktidar #Cumhurbaşkanı #Başbakan #Tarih #Tarihbilinci #Sosyoloji #KuvvetlerAyrılığı #TBMMBaşkanı #GenelkurmayBaşkanı #YargıtayBaşkanı #AnayasaMahkemesi #Sanayi Devrimi #SesliYazılıGörüntülüBasınveYayınOrganları #Sosyal Medya #Bağdad Paktı