MÜHENDİS, MÜNEVVER, ŞAİR SIDDIK ALTUNBAŞ BEY İLE GÖRÜŞTÜK
Sıddık Altunbaş Hoca ile 2011 baharında Altunizade’deki eski bir konakta yer alan ACD sanat merkezinde, Prof. Dr. Hüsrev Subaşı Bey’in hat dersleri münasebeti ile tanıştık. Hüsrev Hoca’nın geciktiği yahut gelemediği zamanlar, hüsn-i hat meşklerine vekâleten bakmasından ötürü ona “hoca” şeklinde hitap ettim; ilerleyen zamanlarda bu vasıftan çok daha farklı yönlerini de öğrendim. Edebiyat bölümünde okuyor olmam, musiki dersleri almam ve hüsn-i hat eğitimine devamım sevgi ve meraktandı. Sıddık Hoca ile bu ortak sanat ortamıyla iyice yakınlaştık.
Musiki ve edebiyat, bende bir “eğitim” olsa da Sıddık Hoca’da rafine bir zevkti. Hayran kaldığım bu yönü, benim bu sanatlarla alakalı bakış açımı olduğu gibi değiştirdi. Sıddık Hoca “Ülkemizde Nâbî’yi her yönüyle bilen, daha da önemlisi hayata onun şiirinin penceresinden bakabilen tek insandır” denebilir.
Onun musiki meclislerimizde okuduğu gazeller, aruz veznini tam ve belirgin olarak okumama çok faydası dokunmuştur. Bunun yanında o şiirleri bugünkü Türkçe’ye aktarırken kullandığı kelimeler, şairin kastına o kadar yakındır ki… İşte bu yüzden Sıddık Hoca’ya bu okuyuşu ve açıklamaları herkesin bilmesi, bundan meraklısının istifade etmesi gerektiğini söyledim. “Şiir Hayattır” youtube kanalı böylece doğmuş oldu. Sıddık Hoca, başta “Nâbî Derneği” olmak üzere, Nâbî ile ilgili projelerini hâlen sürdürmektedir.
Kendisinden hâlâ istifade ediyorum. Ve kendisine her daim teşekkür borçlu olacağım. Yüce Devlet Sitesi’nden onunla mülakat yapma teklifi gelince çok memnun oldum. “Umuyorum” demeyeceğim, biliyorum ki bu değerli konuşmayı okuyanlar çok istifade edecektir.
Sıddık Bey’in kısa hayat öyküsü şöyledir:
1961 Kahramanmaraş doğumludur. İlk, Orta ve Teknik Lise tahsilini burada tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Yıldız Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Otuz yıl boyunca yurtiçi ve yurtdışı birçok projede, konuttan özellikli endüstriyel yapılara kadar önemli projelerde “Bina Tesisatı Mühendisliği” dalında serbest mühendis olarak proje hizmetleri verdi. İstanbul’da ikamet etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır. Hat Sanatı, Edebiyat, Şiir ve musiki ile iştigal etmektedir.
***
Sizi tanımaya önce hayatınızdan başlasak…
Olur tabii ki… Orta halli diyebileceğimiz bir ailenin ilk çocuğu olarak Kahramanmaraş’ta dünyaya geldim. Rahmetli babam el emeği ile geçimini sağlayan kendi halinde bir zanaatkâr idi. 5-6 yaşlarımda âdet olduğu üzere Kur’an öğrenmeye başladım. İlk birkaç ay mahallede bir hocada okuduktan sonra, evden çarşıya kendi başıma gidebilir olunca evimize uzak fakat babamın dükkânının bulunduğu Bakırcılar Çarşısı’na yakın Hâtûniye Camii’nin müezzini olan sesinin güzelliğiyle tanınan Kadir Kızdırıcı Hoca’nın derslerine devam ettim. Bu eğitim ilkokula kadar kesintisiz, ortaokula kadar da hafta sonu cumartesileri ve yaz tatillerinde pazar hariç her gün pekiştirme amaçlı olarak sürdü.
İlk, Orta ve Meslek Lisesi öğrenimimi Maraş’ta tamamladıktan sonra üniversite tahsili için “Ver elini İstanbul” deyip İstanbul’a geldim. Üniversite, askerlik, evlilik, çalışma hayatı derken halen bu güzîde şehirde ikaamet etmekteyim. Mevlâ, bir erkek bir de kız evlat lutfetti. Bu âna kadar memleketimle ve yakın akraba, eş-dost çevresi ile bağımı hiç kesmedim. Hamd olsun, bu minval üzere yaşayıp gidiyoruz.
Çocukluğunuzun Maraş’ından bugüne yansıyan hatıralarınızdan bahseder misiniz…
O yıllarda Maraş, kasabadan hallice bir şehirdi. Tabii bu durum bir yönüyle hayata dair pek çok hususu ‘sahici’ kılıyor, mahalli kültür ve gelenek bakımından da bozulmamış haliyle yaşamaya imkân veriyor; bir yönüyle de bazı mahrumiyetleri ya da zorlukları da beraberinde getiriyordu. Mesela şehirde üniversite yoktu. Onun için üniversite sınavına, komşumuz Kayseri’de girmek zorunda kalmıştım. Öte yandan merhum pederimin tutumu ve çeşitli şartların sevkiyle çocukluk yıllarımın önemli bir kısmını sözünü ettiğim Bakırcılar Çarşısı’nda geçirdim. Merhum dedem de aynı çarşının bir başka köşesinde çalıştığı için zamanımın bir kısmı babamın dükkânında, daha geniş bir kısmı da dedemle hemhâl olarak geçti. Burada önemli bir çıraklık maceram olmadı ama vaktimi misafir gibi de geçirmedim, ucundan tutmam gereken bir iş mutlaka olurdu, ben onları yapmaya gayret ederdim. Bu zaman dilimini bir “hatıra bohçası” olarak addetmeyi tercih ediyorum, lakin tek tek anlatmak zor…
Bu çarşıda geçirdiğim “sıkıcı” yıllar (takdir edersiniz ki oyun çağındaki bir çocuğun yahut genç adayının, mahallede-sokakta akranlarıyla bir arada olmak yerine, büyükleriyle uzun süre beraber olması onun hiç arzu edeceği bir şey değildir), neden sonra kavradım ki benim için uygulamalı hayat mektebi mesabesinde imiş. Meğer burada esnaflıktan insanlığa kadar geniş bir alanda tutum ve davranışların (buna “yaşama ve iş görme ahlâkı” diyelim) aslında nasıl olması gerektiği ve fakat gerçekte nasıl ve hangi çeşitlilikte olduğu hususlarında tam bir saha eğitiminden geçmişim. O zamanlar, arz ettiğim gibi, çocukluk-ergenlik çağının beklentileri ve arzuları bakımından zaman zaman bir kâbusa dönen o yıllarım için belli bir yaşa geldikten sonra ve şimdi de büyüklerimi minnet ve şükranla anmaktayım.
Bu çarşı her ne kadar Bakırcılarla anılsa da aslında Kalaycılar, Semerciler, Külekçiler başta olmak üzere çeşitli zanaat erbabını ve bunların “yan sanayii” mesabesinde olan ve işlerini yapma sürecinde kullandıkları çeşitli sarf malzemelerini satan perakende tedarikçileri barındırırdı. (Külek kelimesini herkes bilmez; süt, bal, yağ, yoğurt gibi sıvı ve bulgur, pirinç ve Maraş’a özgü zahire çeşitlerini koymaya yarayan, yuvarlak/silindirik biçimli, tahtadan kulplu, bazıları kapalı kap demektir.) Hâlen bu vasfını -sınırlı da olsa- korumaktadır. Her insanın şahsiyeti ve davranışları mesleğinden izler taşır. Hal böyle olunca benim zihnimde de bu çarşı esnafından olup hem mesleklerinden hem mizaçlarından gelen ilginç vasıflara sahip insanlar hatırımda yer etmiştir. Bunların birçoğuyla belki tek cümle konuşma vesilesi bile olmamıştır ama aradan geçen hem de uzakta geçen onlarca yıla rağmen; örneğin Kömeç Yaşar, Köroğlu İbrahim, Elekçi Mustafa, İnat Yaşar, Leblebici Muharrem, Kuşçu Mustafa, Gülüm Niyazi, Dede Paşa, Kalaycı Koreli Lütfi, Ali Rıza Usta, Demirci Cuma, Semerci Com Ali, Çaycı Mehmet ve diğer ustalar renkli kişilikleriyle hâfızamda capcanlı durmaktadırlar. Pek çoğu rahmetli olmuş bu kişiler, hakikaten sahici insanlardı. Erken yaşlarda böyle ‘sahici’ ortamlarda bulunmanın, yetişkinlik döneminde hayatı ve insanları tahlil etmede ve karşılaşılabilecek olumlu ve olumsuz olay ve durumları doğru kavrama çabasında bana çok faydası olmuştur.
Bugünün insanına garip gelecek birkaç şey aktarayım: Ortaokul sonlarına kadar şehirde yegâne toplu taşıma vasıtası olan Belediye otobüsüne bir veya iki defa binmişimdir. O zamanki Maraş “Dolmuş” denen türün henüz yollarına teker koymadığı beldelerdendi. İhtiyaç da yoktu zaten; zira şehrin her noktası yürüme mesafesindeydi. 80’li yıllardan itibaren bu külfetsizliğini günbegün kaybetti tabii ki (Ben “maalesef” diyorum ama…)
İstanbul’a nasıl geldiniz ve Maraş’tan farklı neler görüp neler hissettiniz?
İstanbul’a mühendislik tahsili gayesiyle geldim ve Yıldız Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünü bitirdim. Bu alana yönelmeme Meslek Lisesi çıkışlı olmam vesile oldu. Meslek Lisesi’ni tercih etmem de o yaşın ve çevrenin şartlarına göre olmuştu. Daha önceki yönelişler de aynı şekilde.. İnsanın hayatında bu tercih/yöneliş silsilesi çok belirleyicidir ama bir o kadar da karmaşık bir işleyişe sahiptir. Ancak olup bittikten sonra ve ancak kısmen anlayabiliriz.
İstanbul ve Maraş… Genel anlamda hayatın ritmi ve akış karakterinin bambaşka olduğu iki şehir, iki ayrı dünya.. Örneğin içme suyunu vücuda girip sonra da oradan atmanın ücrete tâbi olmasıyla, ilk defa burada karşılaştım. İnsanların birbirine hitap şekli, selamlaşma biçimi, müsâmaha gösterilen ve gösterilmeyen hususlar, arkadaşlık-dostluk-komşuluk anlayışındaki farklılıklar, yeme-içme kültürü vs. akla gelebilecek her hususta zihnimdeki taşlar yerinden oynadı.
İlk dikkatimi çeken şeylerden biri de -o zamanki kavrayışıma göre- ahalide gördüğüm anlamsız ve bitimsiz bir koşturmaca idi. O yıllarda telefonla konuşma imkânı çok sınırlı olduğundan, ilk sene aileme yazdığım mektupların birinde “burada insanlar öylesine bir seğirtmece içinde ki yolda ‘doğru dürüst’ yürümek mümkün değil, ya bir kenarda durmak ya da onlar gibi koşturmak gerekiyor” şeklinde bir ifade kullandığımı hatırlıyorum. Askerde bölüğün uygun adım yürüyüşüne ayak uydurmakta sıkıntı çeken acemi neferden farklı değildim.
Hâsılı bu hemen her konuda böyleydi; Maraş’tan İstanbul’a gelmekle tabiri caizse leğende çırpınırken bir anda kendimi okyanusun dalgaları arasında bulmuş bir çocuk gibi olmuştum. Zorlu bir intibak süreci beni bekliyordu. Aradan geçen kırk yıla yakın sürede hayli mesafe kat ettik elbette. Lakin bu mübarek beldenin, öğrenmede nihâyeti olmayan bir müfredata sahip ve imkânlarının genişliği nisbetinde meşakkatinin de hatırı sayılır olduğu herkesçe bilinir.
Şimdi asıl maksadımıza giriş yapalım. Musikimiz, Dîvân Şiiri ve büyük şairimiz Nâbî’ye ulaştığınız serüvenden bahseder misiniz…
İzniniz olursa bu soruya biraz torpil geçelim. Şundan dolayı; bizi takip eden genç dostların kadim şiirimizi okuma, anlama, şiir yazma, kaynak seçimi, takip edilecek yol gibi hususlarda soruları oluyor. Sorunuz bu hususta bir yol açtı. Bildiğimiz kadarıyla söyleyelim:
Herhangi bir kişide kabiliyeti bulunan yönlerindeki vasıfların olgunlaşması, bunların belli bir seviyeye gelmesi; geriye dönüp bakıldığında tümüyle kavranamayacak kadar çok çeşitli, girift ve zamana yayılmış etkenlerin bir sonucudur. Tıpkı birbiriyle alâkasız çok sayıda kaynak, çeşme, su akıntısı, sızıntının birbiriyle alâka kurarak ve birbirini büyüte büyüte bir dereyi ve bir ırmağı oluşturması gibidir. Biz bu etkenlerin ancak bazılarını görürüz. Bu bağlamda;
Dîvân şiirine yönelmemde tam bilemediklerimin yanında görebildiğim üç temel âmil var; biri mizacımla ilgilidir ki bu Allah vergisidir, ikincisi Osmanlı Türkçesi’ne olan meylim ve muhabbetimdir ki bunu da başta sözünü ettiğim Bakırcılar Çarşısı günlerimde dedemle olan uzun süreli hemhâl oluşlarıma bağlıyorum. Üçüncüsü lise yıllarımda Merhum Âkif’in Safahât’ını elimden düşürmedim. Çanakkale Destanı ki biliyorsunuz uzun bir şiirdir, ilk ezberlediğim şiirler arasında idi. Tabii ısrarla okuyunca o dil zevki dimağa yerleşiyor ve her zaman o zevkle yazılmış şiirler arıyor insan… Üç dedim ama dördüncü âmili de zikretmesem çok eksik kalır: Prof. Dr. Hüsrev Subaşı (Sanat Tarihi Profesörü, araştırmacı yazar, hattat. Daha geniş bilgi için bkz. https://www.biyografya.com/biyografi/22391 ) hocamla on beş yıla yakın oldu, tanışma bahtiyarlığına erdim. Öğrencisi olarak Hat meşkiyle başlayan ve gitgide abi-kardeş samimiyetinde dostluğa dönen bu süreçte Dekanlık yaptığı esnada bile gerek şiir okumada gerek karaladıklarımı göstermede “yoğunum, yorgunum” demeden zaman ayırmasını ve teşviklerini her zaman minnetle ve şükranla yâd ederim.
Dönelim tekrar ikinci sebebe, dedemle alakası nedir denecek olursa; rahmetli İslam harfleriyle yazılı metinleri bana çokça okuturdu. Hem o tür metinlerden okuduğum, “sadeleştirme” adı altında henüz kazınıp atılmamış dil zevkini yansıtan kelimeler/ibâreler hem de o kelimeleri “orijinal” imlâsıyla yani eskimez harflerle yazılı halinden okumak; insanın burnunu, aklını, beynini dilimizin has bahçelerinden başka bir iklimin kokularıyla doldurur. Bu zevk, insanda o kadar yer ediyor ki şimdilerde dahi klasik bir metni, eğer matbu veya yazma nüshası varsa oradan okumayı tercih ediyorum. Aradaki fark nedir derseniz, çok sevdiğiniz ve uzun süre ayrı kaldığınız bir ahbabınızın mektubunu okumakla kendisiyle yüz yüze konuşmak arasındaki farktan az değildir.
Sorunun başında musikiyi de zikrettiniz; tabii o yıllarda radyo bizim için, yerel imkânlarla erişmemizin zor olduğu bahçelere açılmış bir pencereydi. Bu işe ehil kişilerin musiki icralarını İstanbul, Ankara gibi büyük merkezlere münhasır bırakmayıp dönemin önemli sanatkârlarının sazından sesinden kulaklarımıza ulaşmasını sağlıyordu. Bu da güfteler vasıtasıyla Kadim Şiirimizin zevk-i selim mahsulü örneklerine aşina olmamız için iyi ve sürekli bir imkândı. Gerek dinleyici olarak, gerekse -klasik formlar da dâhil- sevdiğim eserlerin güfteleriyle doldurulmuş defterler tutarak bu fırsatı iyi değerlendirdiğimi söyleyebilirim. Bugün bile bizim evde radyo dinleme alışkanlığı önemli bir yer tutmaktadır.
Seçtiğim meslek itibariyle, uzun yıllar boyunca Klasik Şiirimize ayırdığım zaman sınırlı oldu ama irtibatı tümüyle hiç koparmadan azar azar da olsa ilgilenmeye devam ettim. Ancak on yılı aşkın süredir hassaten ve münhasıran geleneğimizin büyük şairi merhum Yûsuf Nâbî ve eserleriyle meşgul oluyorum. Gayretimi hemen tamamen Nâbî’ye hasretmeme gelince; ben de çoğu kimse gibi hazretin çok bilinen üç-beş şiirini okuyup dururken bir gün bir vesileyle Toronto Üniversitesi (Kanada) kütüphanesinden Nâbî Dîvânı’nın dijital kopyasını indirdim. Okudukça gördüm ki bizim dile doladığımız şiirler ancak bir deryanın kenarında her nasılsa bulduğumuz birkaç sedef parçası imiş. Sonra bu Türkçe Dîvân’ın ve diğer bazı eserlerinin yazma nüshalarını temin ettim. Yanı sıra başta Tenkitli Dîvânı olmak üzere mevcut akademik çalışmaların önemli bir kısmını da az-çok gözden geçirdim. Uzunca bir süredir bahusus Nâbî Dîvânı ile mensur eserlerinin belki de en görkemlisi olan Tuhfetü-l-Harameyn üzerinde çeşitli açılardan çalışmalarımı sürdürüyorum.
“Çeşitli açılardan” derken neyi kastettiniz…
Kastım şudur; Nâbî bugün anladığımız manada sadece bir şair olmanın çok ötesinde göz alıcı bir müktesebata sahip bir şahsiyettir. O, söz ustalığında zirvelerde olmasından gayrı aynı zamanda iyi bir musikişinas, Farsça ve Arapça’yı ileri derecede bilen, dinî ilimlerden Doğu ve Batı’nın mitolojilerine kadar hemen her şeyden haberdar olan, hikmet ehli ve aynı zamanda hem kavrayışı hem ifade kudreti çok yüksek bir zattır. Bu son ikisinin bir insanda mükemmeliyet derecesinde bulunması nadir görülen bir haldir. Mahallî kültürlere aşinalığı ve uzun yıllar Osmanlı bürokrasisinin üst kademelerinde görev yapmış olması, iyi bir gözlemci oluşu gibi hususları da buna ekleyelim. Hal böyle olunca eserlerini çalışırken azami istifade için -modern deyişiyle- “multidisipliner” bir yaklaşımla ele almanın elzem olduğu kanaatindeyim. “Çeşitli açılardan” derken bir kısmını zikrettiğim vasıfları muvacehesinde, Nâbî üzerine çalışmaya yönelecek genç akademisyenlere veya diğer gayretlilere kendi yol haritalarını belirlemeye yardımcı olabilecek ipuçları, notlar yahut bazı örnekler hazırlama gayretindeyim.
Şu cümleyle gençlere yönelik sözlerimi de bağlayayım; Kadim Şiirimiz bağlamında gerek dış(/görülür) planda anlama ve gerekse mana derinliğine doğru yol alma düşüncesi, bir hevesten ibaret ise bunun için tavsiye gerekmez. Bir elle şiire diğer elle lügatlere tutunmak kişiyi belli bir noktaya götürür, yeter ki sürekli olsun. Ama bu düşünce, cehd ve aşk mahiyetinde ise o zaman gayreti meşgaleden muhabbete yükseltmek ve sabırla sürdürmek gerekir ki beklenen netice alınabilsin.
Sizce bugün Dîvân Şiirini ve özellikle hikmet şâiri Nâbî’yi anlatmak mümkün mü?
Kısa cevap: Mümkün.
Dîvân Şiiri genel mânâda hem akademik mahfillerde hem sair mecralarda çalışılıyor, anlatılıyor. Yalnız konu Nâbî olunca işin rengi biraz değişiyor; evet bu konuda da öteden beri yapılmış çok değerli çalışmalar var, nitekim biz de istifade ediyoruz. Kim derse ki “Ben Nâbî’yi hakkıyla anladım ve anlatıyorum”, bu iddia hazretin “Nem-keşîde sâhil olmaz ka’r-ı deryâdan habîr (Sen ki sahilde deniz suyuyla ıslanmış bir çakıl taşısın, deryadan nasibin iki damla nemden ibaret, bu halinle denizlerin dibi hakkında ahkâm kesmeye yeltenme)” mısra’ına çarpar ve geri döner! Gerçi o bu mısra’ı başka bir bağlamda söylüyor ama mütebahhir bir insan olmaklığı hasebiyle kendisine uyarlamakta beis görmüyorum. Tabii bu sözlerimden “anlamaktan ve anlatmaktan geri duralım” manası çıkarılmasın, gücümüz yettiğince bu sularda kulaç atmak netice itibariyle bizim yararımıza olacaktır.
Uzun cevabı şöyle özetleyelim: Biraz zahmetli iştir ama -Nâbî’nin tabiriyle- ‘kışr’dan ‘mağz’a yani kabuktan öze doğru yol aldıkça feyz de zevk de artar ve tadından yenmez olur.
Burada büyük şairimiz Nâbî’nin herkesçe bilinmeyen ve sizde iz bırakan beyitlerinden örnekler versek nasıl olur…
Hay hay… Önce şunu belirteyim, şairlik kudreti bağlamında kaynaklarda hakkında şöyle bir ifade var; “Söylemek isteyip de nazma dökemeyeceği hiçbir ifade yoktur”. Bahsi geçtiği üzere Nâbî çok yönlü bir insan olmasının ve şairlik kudretinin doğal bir sonucu olarak akla gelebilecek hemen her konuya ihtiyaç duyduğu nispette şiirlerinde yer vermiştir. Örneğin imanının kemâlinden Hakk’a teslimiyetinin derinliğine, mütefekkir yönüyle varlık-yokluk sorgulamasından nev’-i beşer dediğimiz insan türünün “ahsen-i takvîm” ile “esfel-i sâfilîn” arasındaki salınımlarına kadar pek çok konuyu sözlerine yansıtmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse;
biz râh-ı emelde cüst ü cû etmemişiz
bir kimseye sarf-ı âb-ı rû etmemişiz
bir dergehe kendü dergehinden gayrı
Allâh bilür ki ser-fürû etmemişiz
Yani; Biz ham hayaller, boş emeller peşinde ömür tüketmedik, kimseciklere yüzsuyu döküp de kendimizi zillete düşürmedik, Allah şahit ki kendi makamından/kapısından başkasını boyun eğip yalvaracak bir kapı edinmedik.
behişt ü nâr miyânında ıztırâb etmem
bilür Hakîm işini her ne semte lâyık isem
(Ben öyle teslim olmuşum ki) Cennet’e mi Cehennem’e mi gideceğim konusunda hiç kaygım yoktur, zira benim Rabbim öyle bir Hakîm ki neyi hakettiğime en doğru/güzel şekilde hükmeder.
Doğup büyüdüğü şehir olan Urfa’yı da hiçbir zaman unutmamıştır;
hâkimiz mevlididir hazret-i İbrâhîm’iñ
Nâbiyâ râst makâmında Ruhâvî’yiz biz
Ey Nâbî, biz istikameti düzgün bir Urfalı’yız, (zira ne de olsa) Hz. İbrâhim’le hemşehriyiz, aynı topraklarda doğmuşuz.
(Urfa’nın eski ismi Ruhâ’dır. Ruhâvî, Urfalı demek olduğu gibi aynı zamanda Türk Müziğindeki Rehâvî makamının bir diğer telaffuzudur; yine Râst da çok bilinen bir makam ismidir. Bu beyt şâirin ileri derecedeki musiki bilgisini şiirine ustaca yansıtmasının çok sayıda örneğinden biridir.)
Şiirlerini “hikemî” tarzda yazmasının tesadüf değil bilinçli bir tercih olduğu kendi sözleriyle sabittir. Bu manadaki beytlerinden biri şudur;
şimden gerü düşmez saña vasf-ı mey ü mahbûb
Nâbî dehen-i hâmeñi kıl hikmete mu’tâd
Ey Nâbî, bundan böyle şaraptan ve sevgiliden bahsetmeyi başkalarına bırak; sen kalemini hikmetli sözlere tahsis et.
Müsaadenizle son bir örnek daha vermekle yetinelim ve bundan sonrasını kıymetli okuyucuların talebine ve gayretine bırakalım;
erbâb-ı fenânıñ nazarında gül-i Hurşîd
ârâyiş-i etrâf-ı külâh etmeğe değmez
Bu hayatın gelip geçiciliğini, aldatıcılığını hakkıyla idrak eden hakikat ehline, Güneş’i gül niyetine külahının bir köşesine süs olarak takma imkânı verilse buna tenezzül etmezler.
Bu harika beyt, kanaatimce Efendimiz (aleyhisalatu vesselam)’ın amcasına hitaben söylediği “Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem” şeklindeki sözünün şair dilinden bir başka ifadesidir.
Sosyal medyada Nâbî çalışmalarını daha kalıcı kılmak üzere bazı hazırlıklarınız olduğunu paylaştınız, bunun ayrıntılarına girmemiz gerekiyor ki okuyucularımız konuyu iyice anlasınlar:
Yukarıda Nâbî’nin müktesebatı hakkında söylediklerimin eksiği var fazlası yok. Elimizde böyle bir cevher varken bundan istifade etme konusundaki gayretimiz yüz yıldır pek parlak değil doğrusu. Dönemin şartları veya geçmişteki bir takım uygulamaların bu durumun ortaya çıkmasında etkili olduğu söylenebilir ama kanaatimce bu hal, şimdi ve bundan sonra yapılabilecekleri geciktirmenin bahanesi olmamalı. Bir gün bile gecikmeden bu hazineyi daha görülür ve olabildiğince istifadeye açık hale getirme gayretlerinin çoğaltılması ve sürekli kılınması gerektiği kanaatindeyim, aksi halde kaybeden biz olacağız. Biz onların eserlerinden istifade etmeye ciddi derecede muhtacız.
Bilerek veya bilmeyerek yokluğunun sancısını çektiğimiz ve bendenizin Medeniyetimizin Kayıp Halkaları olarak nitelediğim ve Değerler Sistemimizin bütünlüğünü sağlayan bazı parçaları bu eserlerde yeniden keşfedebileceğimizin ipuçlarını görüyorum. O halde bu parçaları bulmak, tanışıklığımızı tazelemek ve sancılarımızı olabildiğince dindirmek durumundayız. İşte bu mülâhazalarla Nâbî ve eserleri üzerindeki çalışmaları kişisel gayret dairesinde bırakmayıp birlikte çalışma zeminine taşımak gayesiyle başlangıç olarak bir dernek statüsü altında kurumsal bir yapıya kavuşturma niyetimiz ve girişimimiz var. Eğer muvaffak olabilirsek, bunun gerekliliğine ve önemine inanan dostların da maddi-manevi katkılarıyla kısa-orta vadede gözle görülür sonuçlar ortaya koyabileceğimize inanıyorum.
Burada temel hedeflerimiz şöyle:
a) Nâbî ile alakalı olarak yapmakta olduğum fakat muhtelif sorumluluklar ve sair etkenlerden dolayı kör-topal yürüyen çalışmalara hız kazandırmak, düzene sokmak.
b) İlk planda/kısa vadede gönüllülük esasına göre, gayretli edebiyat talebelerinin dikkatini çekip bu alanda (Nâbî ve eserleri) çalışmaya teşvik etmek.
c) Gelişecek maddi imkanlara bağlı olarak kısa-orta vadede Yüksek Lisans ve Doktora öğrencisi akademisyen adaylarını bursla destekleyerek Nâbî ve eserleri üzerinde ciddî/derinlikli tezler yapmaya teşvik edip uzmanlaşmalarının yolunu açmak.
d) Ayrı bir fasıl olarak; çağın imkanlarını da etkili şekilde kullanan neşriyat, çeşitli etkinlikler, seminerler, okumalar v.s. yanında elân zihnimde var olan muhtelif proje başlıklarını da detaylandırıp geliştirerek hayata geçirmek
e) Bu oluşumun içinden veya dışından -doğrudan Nâbî ile ilgili olmasa bile- Edebiyat-Şiir iklimine fayda sağlayacak temel kaynak niteliğinde eserlerin de yayımlanmasına destek olmak
Netice itibariyle yapmak istediğimiz şeye; Nâbî külliyâtını ciddî, özveriye dayalı ve aynı zamanda sağlam temellere dayanan bir sistematik ve kurumsallık içinde, Nâbî hakkında hep söylenen “Mektep Şâir” olma vasfının “Mektep” kısmını elle tutulur hale getirmek diyebiliriz. Eğer bunu yapamazsak şiir ve nesir olarak birbirinden değerli on eserin, hak ettiği kuşatıcılık ve derinlikle işlenip istifadeye sunulması pek kolay olmayacak, hep perakende ve eksik kalacaktır diye düşünüyorum.
Bunu yaparken de Nâbî ve eserlerini çalışmaların merkezinde tutmakla birlikte musiki, geleneksel sanatlar ve diğer kültürel unsurlara ve faaliyetlere de imkân nispetinde yer vermek istiyoruz.
Sizin “Şiir Hayattır” başlığıyla yaptığınız çalışmalardan bahs etsek…
Edelim… Burada size teşekkür etmeliyim. Sizin değerli teşvik ve yardımlarınızla başlamıştık bu hayırlı işe…
Şiir Hayattır başlığıyla bir YouTube kanalımız var, burada özellikle gençlere Aruz’un o muhteşem ritmini ve şiirin iç musikisini hissettirmeye özen göstererek Nâbî’den ve sair şairlerden şiirler okuyup bazılarının içeriği hakkında iyi anlaşılmasına yönelik bazı ipuçları paylaşıyoruz. Özellikle şiir yürekli genç takipçilerden güzel yorumlar geliyor, hatta yayınların arası uzayınca serzenişte bulunuyorlar. Umuyorum ki bu mecrayı da takipçilerin sabrını zorlamayacak makul aralıklarla devam ettirebiliriz.
Siz günümüzde aruz vezniyle hem de çok başarılı şiirler yazan bir şairsiniz, bu konuda da sizden bilgi almak istiyoruz…
Estağfirullah, şiir yazma değil de deneme demek daha doğru olur belki, zira Nâbî’nin anıldığı yerde değil fakirin değme şairin adı okunmaz. Bu hevesin kıvılcımı Safahât ile içime düştü ama ateş bir türlü tutuşmadı. Seçtiğim mesleğin gerek eğitim süreci gerekse aktif iş hayatı bu tutuşmayı hep geciktirdi. Dolayısıyla aruzla şiir yazma macerasının başlaması da çok eski değil, Nâbî şiirlerine yoğunlaşmamın hemen sonrasına tekabül eder. Maraş’ta buğdayın ekimden itibaren gelişip başak verme sürecini ifade eden veciz bir söz vardır, “(İlk) altı ayda bir karış (sonraki) bir ayda altı karış büyür” derler; bizim şiir yazma süreci de biraz öyle oldu. Sözün kısası, bir taraftan hazretin şiirlerini ve o şiirlerin mayalandığı muhayyilesini anlamaya çalışıyorum diğer taraftan ifade edebildiğim kadarını çeşitli mecralarda meraklılarına anlatmaya ve bir kısmını da yine kabiliyetim elverdiği ölçüde şiir formunda karalamaya gayret ediyorum.
Şiiri anlamada prensibim şu: Bu sözün benzeri kitaplar için söylenir ama şiir için daha çok geçerlidir: Her şiirin bir anlam omurgası/iskeleti vardır ve her okuyucu kendi meşrep ve müktesebatına göre bu iskelete giydirdiği ilave anlamlarla onu -bir bakıma- kendine özel kılar. Ayrıca tabiatı icabı şiir laf kalabalığını sevmez. Bu yüzdendir ki bu tılsımı bozmamak adına, bir şiirin uzun uzun izahına pek taraftar değilim (eğitim-öğretim ve uzmanlık seviyesindeki nazarî çalışmaları ayrı tutuyorum). Gel görelim, çağımızda insanların zaman kısıtlılığı ve önceliği, bütün yükü okuyana/dinleyene yıkmama düşüncesi vb. sebeplerle az bilinen kelimeleri ve bazı ipuçlarını vermekle yetinmeye çalışıyorum. Bu konuda gayretli olanlar bir süre sonra benim eksik bıraktığım boşlukları tamamlıyorlar hatta hatalarımı ikaz ediyorlar ki bu da ayrıca memnuniyet verici.
Son olarak şiirlerinizden örnekler vermenizi istirham ediyoruz…
Peki, madem bu cesareti verdiniz o halde gazel tarzında yazılmış iki örnekle birkaç kıt’a takdim edeyim;
GAZEL
dilde hüsn-i yâri nakşa çeşm ü kâşdan başladık
şükrü lillâh ders-i ‘aşkı meşke bâşdan başladık
seng-dil bir nev-nihâle dil düşürdük sehv ile
baltayı biz vurmaya heyhât ki tâşdan başladık
ağzınıñ pâyın verirler şûm ağızlı hâmlarıñ
müfredâta hâme-i huşku tırâşdan başladık
hayf kim kâlâ-yı ‘ömrüñ bilmedik biz kıymetin
bir kuşa benzetmeye nâdir kumâşdan başladık
etmedik bülbül gibi her-dem kuru âvâzeler
huşk edip çeşmânı ketm-i râza yâşdan başladık
sû taşır çeşmim yanıp hâkister olmuş göñlüme
ma’bedi ta’mîre kalb-i hurd-hâşdan başladık
kîse-i matlabda mangır kalmayınca Bâniyâ
kesb-i istiğnâya biz terk-i telâşdan başladık
Anlaşılmaya yardımcı olmak üzere bazı kelime ve ibâreleri vermek gerekirse;
seng-dil: taş kalpli.
nev-nihal: fidan, genç ağaç.
sehv: hatâ, yanılgı.
şûm ağızlı: şom ağızlı, ağzından sevimsiz sözler çıkan.
hâme: kalem.
huşk: kuru.
hâme-i huşk: henüz mürekkeple buluşup yazı yazmaya hazır hale gelmemiş kalem.
kâlâ: kumaş.
kâlâ-yı ‘ömr: ömür kumaşı.
çeşmân: iki göz, gözler | ketm-i râz: sır saklama.
hâkister: kül | hurd-hâş: “hurdahaş” deyiminin asıl yazılış şekli.
kîse: kese, cep | matlab: arzu edilen, istenen, istek, beklenti, hayal.
kesb-i istiğna: el çekme, isteksizleşme/ihtiyaçsızlaşma.
GAZEL
kesme yâ Rab tâkat-i pâyim yoluñ buldurmadan
çeşme-i lutfuñ kurutma destimi doldurmadan
elverirse bahtımız şâyet gül-i kâmı dilâ
koklasaydık bir iki gün rûz-gâr soldurmadan
her şeyin bir vakti var fevt olmadan davranmalı
mîve-çîn olmak hünerdir mîveyi uldurmadan
kol gezer bu sayd-gehde sad hezâr bîm ü hatar
kahramanlıkdır güzâriş postunu deldirmeden
şerm-sâr olmak ne zordur Bâniyâ hengâm-ı haşr
yâ İlâhî gör hisâbım kimseye bildirmeden
tâkat: güç, kuvvet.
pâ(y): ayak.
dest: el.
desti: topraktan yapılmış su kabı, testi.
kâm: istek, murâd, arzu
fevt olma: bitme, elden gitme, kaçırma.
mîve-çîn: meyve toplayan.
ulma: işe yarar olmaktan çıkacak kadar fazla olgunlaşma.
sayd-geh: av yeri, avlak.
bîm ü hatar: korku ve tehlike.
güzâriş: geçme, geçiş.
şerm-sâr: utanmış, mahcup.
hengâm-ı haşr: mahşer zamanı.
Kıt’a (Şarkı)
seni bir kerre bilen ülfet-i dünyâ bilmez
mey-i hicrânı çeken lezzet-i sahbâ bilmez
kûçe-i hüsnüñüñ âvâresi sahrâ bilmez
bülbül-i bâğ-ı visâl gülşen-i hulyâ bilmez
ülfet: yakınlık, ilgi, muhabbet.
mey/sahbâ: şarap, sarhoşluk veren içecek.
kûçe: sokak.
hüsn: güzellik.
bâğ-ı visâl: vuslat bahçesi.
Kıt’a
bir nigâr gördüñ mü vuslat’çün çürük söz vermemiş
nev-bahâr yok dehrde encâm-ı kâr güz vermemiş
kâm-ı tekmîl umma üstâd-ı Felek’den Bâniyâ
dikkat etseñ harf-i ‘Ayn’a kâş verip göz vermemiş
nigâr: güzel yüzlü, sevgili
dehr: devir, zaman, hayat | encâm-ı kâr: nihayetinde, neticesinde
kâm-ı tekmil: eksiksiz murâd, kusursuz (mutlak) mutluluk
***
Efendim, vakit ayırıp bu söyleşiyi bizimle paylaştığını için teşekkür ederiz. Özellik büyük şairimiz Nâbî hakkındaki çalışmalarınızda, youtube paylaşımlarınızda ve daha nice güzel şiirler yazmanızda muvaffakıyetler dileriz.
______________________________
Yüce Devlet’in Notu: Sıddık Altunbaş Bey, zamanımızın en dikkate değer münevverlerinden ve (aruzla yazan) şairlerindendir. Kadim şiir ve edebiyat geleneğimizi bugüne taşımaya gayret eden bir aksiyon adamıdır. Lakin maalesef değeri pek bilinmiyor. Ve insan hayıflanıyor ki içinde yaşadığımız devirde böyle nice kıymetli zat, pek az kimse tarafından tanınıyor. Ve hakikaten üzücü bir durum ki (tv, internet vb) meydanda olan çok kişi, gerekli nitelik ve donanıma sahip olmadığı halde şöhret sahibi olmuşlar ve “mesned-i izzette ser-efrâz”lardır*.
Yucedevlet.com sitesi olarak bir böyle nitelikli bir kişinin daha fazla bilinmesi için kendisiyle mülakat yapmak istedik. Sağ olsun kabul etti. Kendisini yakından tanıyan Recep Hisar kardeşimiz kendisiyle görüştü ve yukarıdaki metin ortaya çıktı. Sıddık Altunbaş ve Recep beylere teşekkür ederiz.
Sıddık Bey, sadece şair değildir, şiir için mücadele eden birisidir aynı zamanda. Gençlerin aruzla yazılmış şiirleri anlaması için ciddi emek sarf etmektedir. Büyük şairimiz Nâbî’yi tanıtmak, ondan gereği gibi istifade edilmesi için elini taşın altına koymakta, onu ve eserlerini yaşatmak için bir dernek kurulması için çalışmaktadır. Mülakatın en önemli gayelerinden birisi de budur.
Başlıkta “Mühendis” kelimesini kullandık. Yani liselerdeki tabiriyle “sayısalcı”dır. Sayısalcıların edebiyata pek ilgi duymadığını herkes bilir. Lakin alakadar olanlar da kimi zaman “sözelciler”den daha çok başarılı olurlar. Kendisi bu yüzden de ayrıca takdire şayan bir kişidir.
İnsanlarının çoğunun emekli olup gezip tozduğu veya tv-internet başında vaktini geçirdiği bir zamanda, şiir-sanat-medeniyet için çalışmalar yapması da önemlidir. Günümüzün meşhur deyimiyle bir “rol model”dir.
Bunlardan ötürü, mülakatın faydalı olacağını düşünüyoruz. Ve kendisine sıhhat-afiyet içinde uzun ömür ve gayretlerinde muvaffak olmasını diliyoruz.
***
Mülakatı yapan Recep Hisar Bey’i de kısaca tanıyalım:
1992 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu. Üsküdar Anadolu İmam-Hatip Lisesi mezunudur. 2010 yılında girdiği Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü 2015’te bu üniversitenin ilk öğrencilerinden biri olarak mezun oldu. Aynı yıl üniversitenin yüksek lisans programına başlayarak, Prof. Dr. Kemal Yavuz danışmanlığında “Türk Edebiyatı’nda Padişah ve Şehzade Mersiyeleri” tezi ile mezun oldu. Aynı yıl üniversitenin doktora bölümüne müracaat etti ve kabul edildi. Ders ve yeterlilik bölümünü geçen Recep Hisar “Cevheretü’l-Lüga” adlı bir sözlük üzerinde tez çalışmasını sürdürmektedir. Evlidir.
* Ziya Paşa’nın meşhur “milyonla çalan mesned-i izzette ser-efrâz / bir kaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir” beytinden alıntıdır. Beyt “Yüksek mevkilerde (olup da) milyonları çalanlar başı dik (gezer iken) birkaç kuruş çalanlar kürek cezasına çarptırılır” manasındadır. Yukarıya aldığımız kısım “yüksek mevkilerde başı dik gezen” demektir.