NAKŞBENDÎLİK-MEVLEVÎLİK BİRBİRİNE ZIT MIDIR?
Değildir, elbette. Ehl-i sünnete bağlı tarikatların hiçbirisi birbirine zıt değildir, çünkü hepsi aynı irfan ve maksadın yolcularıdır. Lakin bilgisi kıt olanlar veya bilgisi olduğu halde farklı amaç taşıyanlar, bu hakikate ters düşmektedir. Bu yazıda, bunlardan ikisinin Nakşbendî şeyhi Ali Behcet Efendi (kuddise sirruh) hazretleri hakkında yazdıkları yazıların ve bu sakim görüşün tenkidini yapacağız. Kökte büyük hata olunca dallarda da yanlışlıklar olması kaçınılmazdır.
Bir Maddede Kaç Hata…
Nihat Azamat’ın Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde (c. 2, s.383) maddesinin tamamını bir okuyalım:
“ALİ BEHCET EFENDİ (1727-1822); Mutasavvıf, Nakşibendî ve Mevlevî şeyhi. Konya’da doğdu. Ulemâdan Ebûbekir Efendi’nin oğludur. Dedesi Hasan Efendi’den tahsil ve terbiye gördü. Karahisar’a (Afyon) giderek Divâne Mehmed Çelebi Dergâhı postnişini olan akrabası Alâeddin Çelebi’den Mesnevî, Mektûbât, ‘Avârifü’l-ma’ârif gibi tasavvuf klasiklerini okudu. Daha sonra medrese tahsili yaptı ve kadı oldu. Çeşitli yerlerde ve bir müddet Ankara’da kadılık görevinde bulunduktan sonra istifa ederek tekrar Afyon’a gitti. Alâeddin Çelebi’ye intisap etti, çilesini tamamladı ve “sikke” giydi. 1796 yılında, Bursa’da faaliyet gösteren Kadirî ve Nakşibendî şeyhi Abdülkādir-i Geylânî soyundan Kerküklü Seyyid Mehmed Emin Efendi’ye intisap ederek Nakşibendiyye, Kādiriyye, Kübreviyye, Çiştiyye ve Şüttâriyye tarikatlarından icâzet aldı. Şeyh Mehmed Emin Efendi’nin müntesiplerinden olup Bursa’da sürgün hayatı yaşayan ve daha sonra affedilen Sadrazam Burdurlu Derviş Mehmed Paşa’nın tavsiyesiyle II. Mahmud tarafından İstanbul’a davet edildi ve III. Selim’in yaptırdığı Üsküdar’daki Selimiye Nakşibendî Dergâhı şeyhliğine tayin olundu (1816). Tasavvuf tarihinde birbirine zıt temayüllere sahip Nakşibendiyye’den Müceddidiyye ile Mevleviyye tarikatlarına mensup olmakla birlikte Nakşibendî şeyhi olarak faaliyet gösterdi. II. Mahmud devrinin önemli devlet adamları, âlim ve aydınları katında büyük bir nüfuza sahip oldu. Kendisine intisap eden Hâlet Efendi, Pertev Paşa, Kethüdâzâde Ârif, Şeyhülislâm Turşucuzâde Ahmed Muhtar bunlar arasında sayılabilir.
XIX. yüzyılda Mevlevî – Nakşî yakınlaşmasında önemli bir yeri olan Şeyh Ali Behcet Efendi ölümüne kadar irşad faaliyetinde bulunarak tâliplere tefsir, hadis, fıkıh, Mesnevî ve Mektûbât okuttu. Sadece dört kişiye (İbrâhim Hayrânî, Mülkiye Nâzırı Pertev Paşa, Ahmed Buhârî Dergâhı şeyhi Rıfkı Efendi ve Hacı Ahmed) hilâfet verdi. Büyük oğlu yetişinceye kadar halife olarak yerine İbrâhim Hayrânî Efendi’yi bıraktı. Kabri Selimiye Dergâhı hazîresindedir.
Hüseyin Vassâf, Ali Behcet Efendi’nin Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşibendiyye, Behcetü’s-sülûk, Sırrü’l-mîâd, Terceme-i Hâl-i Ricâl-i Çiştiyye, Risâle-i Hâliyye ve Rûhâniyye, Divançe ve Vâridât-ı Kalbiyye adlı eserleri olduğunu kaydetmektedir. Bunlardan, Nakşibendiyye’nin sülûk usulünden bahseden ve kendisinin Nakşibendî – Mevlevî silsilesini veren Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşibendiyye basılmıştır (İstanbul 1260). Kendi el yazısıyla üç mektubu ve bir manzumesi İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (İbnülemin, nr. 3223).
BİBLİYOGRAFYA: Fatîn, Tezkire, s. 306; Hüseyin Vassâf, Tercüme-i Hâl-i Hazreti Şeyh Ali Behcet Konevî, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 2760/4; a.mlf., Sefîne, II, 100-108; Osmanlı Müellifleri, I, 47; Cemaleddin Server Revnakoğlu, Ali Behcet Efendi Dosyası, Divan Edebiyatı Müzesi, nr. B 232; Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşi), s. 27; İ. Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleriyle Üsküdar Tarihi, İstanbul 1976, I, 264-269; Butrus Abu Manneh, “The Naqshbandiyya – Mujaddidiyya in the Ottoman lands in the early 19th Century”, WI, XXII/1-4 (1982), s. 1-36.”
***
Şimdi, italik yaptığımız yerleri ele alalım:
1. “…Alâeddin Çelebi’den Mesnevî, Mektûbât, ‘Avârifü’l-ma’ârif gibi tasavvuf klasiklerini okudu. Daha sonra medrese tahsili yaptı …”
Burada takdim-tehir hatası yapılmış. Ali Behcet Efendi, Karamanlı Abdullah ve Abdussamed Efendilerden icazet aldıktan yani medrese tahsilini bitirdikten sonra Şeyh Alâeddin Çelebi’den Mesnevî, Mektûbât-ı İmam Rabbanî, ‘Avârifü’l-ma’ârif kitaplarını okumuştur (1). Kadim geleneğimizde bu kitaplar, zaten icazet alındıktan sonra okunurdu.
2. “…Nakşibendiyye, Kādiriyye, Kübreviyye, Çiştiyye ve Şüttâriyye tarikatlarından icâzet aldı.”
Yazar “Sühreverdiyye” tarikatını atlamış (Vassaf, s. 194).
3. Tasavvuf tarihinde birbirine zıt temayüllere sahip Nakşibendiyye’den Müceddidiyye ile Mevleviyye tarikatlarına mensup olmakla birlikte Nakşibendî şeyhi olarak faaliyet gösterdi.”
Bu, bir yorum cümlesidir ve ansiklopedilerde yorum olmaz, kesin bilgiler kaydedilir. Makalelerde yorum yapılır. Yazar, ansiklopedi maddesi ile makale yazma arasındaki farkı gözetmemiş. (Yorum cümlesinin yanlışlığını da Mesnevî-hân Nakşbendîler başlığı altında ayrıca ele alacağız.)
4. “XIX. yüzyılda Mevlevî – Nakşî yakınlaşmasında önemli bir yeri olan Şeyh Ali Behcet Efendi …”
Bu da bir yorum cümlesidir ve yanlıştır. Bu iki tarikat ve mensupları birbirlerine zaten uzak değillerdi ki “yakınlaşmak” için ayrıca gayret sarf etsinler. Tasavvuf tarihine biraz bakıldığında bu yanlışlık hemen fark edilir.
5. “Sadece dört kişiye (İbrâhim Hayrânî, Mülkiye Nâzırı Pertev Paşa, Ahmed Buhârî Dergâhı şeyhi Rıfkı Efendi ve Hacı Ahmed) hilâfet verdi.”
“Sadece dört kişiye … hilâfet verdi “ yanlıştır. Efendi hazretlerinin 20 kadar halifesi vardır. Sefîne-i Evliyâ’da (s. 198) “Şeyh İbrâhim Hayrânî Efendi, Muhammed Sa’îd Pertev Paşa, Hacı Ahmed Hamdî Efendi, Rıfkı Efendi erşed-i hulefasıdır (en reşit, en olgun halifeleridir)” kaydı vardır.
Bu konuda Pertev Paşa’nın torunu Seyyid Abdülazîz Beyefendi, “… altı sene meşîhatlerinde ancak İbrâhîm Hayrânî Efendi ve Muhammed Sa’îd Pertev Paşa ve Hacı Ahmed Hamdî Efendi ve Rıfkı Efendi hazerâtından ibaret dört zata hilafet vermişlerdir”; diğer halifeleri için de “vaki olan manevi işaret üzerine tarikat usulüne uyarak inâbe vermiş ve seyr ü sülûklarına rehberlik etmiştir” ifadesini kullanmıştır. “ancak” kelimesini madde yazarı galiba yanlış anlamış.
6. “Kendi el yazısıyla üç mektubu ve bir manzumesi …”
Ali Behcet Efendi’nin üç mektubu, Mecmû’a-i Eş’âr adıyla İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, nr. 3223 kayıtlı yazmaya derç edilmiştir. İlk mektubun altında “el-fakîr ed-dâ’î Ali Behcet” ibaresi vardır. Lakin bu, “Ali Behcet Efendi’nin kendi el yazısıdır” şeklinde hüküm vermek için yeterli değildir. Çünkü hazretin el yazısı ile yazılmış başka bir belge henüz ele geçmiş değildir. Üç mektubun bir yerde bulunması, hazretin mektuplarını derlemek isteyen birisinin bunları istinsah ettiğini akla getiriyor. Eğer mektupların aslı olsaydı, üçü de ayrı sayfalarda olurdu.
7. “Hüseyin Vassâf, Tercüme-i Hâl-i Hazreti Şeyh Ali Behcet Konevî, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 2760/4”
Bu tercüme-i hâl, Hüseyin Vassâf’a ait değildir; Pertev Paşa’nın torunu Seyyid Abdülazîz Beyefendi tarafından kaleme alınmıştır. İlk sayfasında “Kudemâ-yı üdebâmızdan Hüseyin Vassâf Bey, bu tercüme-i hâli istinsah ettikten sonra bu sahîfeyi yazıp i’âde eylemiştir” notu vardır. Bu notu ve Seyyid Abdülazîz’in risalenin sonundaki imzasını dikkate almayan madde yazarı (ve diğer bazı kaynaklar), bu tercüme-i hali, Hüseyin Vassâf’a ait göstermiştir. Bu, mühim bir hatadır. Seyyid Abdülazîz’in imzasını fark etmemişlerdir. Risaledeki hatt ile Hüseyin Vassâf’ın el yazısını karşılaştırsalardı, ilk sayfa haricindeki yazıların Hüseyin Vassâf’a ait olmadığını anlarlardı.
8. “Cemaleddin Server Revnakoğlu, Ali Behcet Efendi Dosyası, Divan Edebiyatı Müzesi, nr. B 232 (Divan Edebiyatı Müzesi’ndeki yazmalar artık Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir; biz de oradan temin ettik.)”
Buradaki Ali Behcet Efendi (1860- 1901’den sonra), Ali Behcet Efendi’nin halifesi Şeyh İbrahim Hayrânî Efendi hazretlerinin torunu (ve Şeyh Feyzullah Efendi’ni oğlu) olan Ali Behcet Efendi’dir. Madde yazarı, bu yazmanın hepsini değil sadece ilk sayfasını okuma zahmetine katlansaydı bu hataya düşmezdi.
9. “Butrus Abu Manneh, “The Naqshbandiyya – Mujaddidiyya in the Ottoman lands in the early 19th Century”, WI, XXII/1-4 (1982), s. 1-36”
Bu kitapta Ali Behcet Efendi’ye ait bilgiler 20-23 sayfalardadır. Madde yazarı, diğer sayfalarda hazret hakkında hangi bilgileri bulmuştur, biz de merak ediyoruz.
***
Bu bölüme şunu da eklemek lazımdır: Diyanet İslam Ansiklopedisi maddeleri hazırlanırken, yazarlarından gelen maddeler, birçok editör ve redaktör tarafından tashihten geçtikten sonra yayınlanmaktadır. Bizi endişeye sevk eden husus, bu kadar hatanın bunlardan hiçbirinin dikkatini çekmemiş olmasıdır. (Biz, medeniyetimize ait konularda ilk önce Diyanet İslam Ansiklopedisi’ne bakıyoruz. Lakin böyle yanlışlıklar güvenimizi sarsıyor.) Umarız yeni baskılarında bu hatalar düzeltilir.
***
Mesnevî-hân Nakşbendîler
Şeyh Ali Behçet Efendi hazretleri, hem Mevlevî hem de Nakşî idi. Silsilesinde ilk Nakşî-Mesnevîhan Neccarzâde Mustafa Rızâ Efendi’dir (vefatı 1746). Neccarzâde, Beşiktaş Mevlevîhânesi postnişini Mesnevîhan Mehmed Memiş Efendi (vefatı 1723)’den Mesnevî okuyarak icazet almıştır. Onun dervişi Muhammed Âgâh (vefatı 1770), bu neşveyi devam ettirerek Bursa’daki Emîniye Tekkesi’ni kuran Mehmed Emin Kerkûkî’yi yetiştirmiş, o da Ali Behcet Efendi‘yi irşad etmiş ve bu yol onun halifeleri vasıtasıyla Osmanlı’nın son dönemine kadar devam etmiştir. Hüseyin Vassâf, Ali Behcet Efendi hakkında (s. 194), “urefâ-yı Mevleviyye ve ricâl-i Nakşibendiye’den bir kâmil (Mevlevi âriflerinden ve Nakşibendî erlerinden olgun bir zat)” demiştir.
DİA’daki maddede geçen“… tasavvuf tarihinde birbirine zıt temayüllere sahip Nakşibendiyye’den Müceddidiyye ile Mevlevî tarikatları …” yorum, külliyen yanlış bir ifadedir. Hz. Mevlânâ (kuddise sirruh), Hz. Ebû Bekir (radiyallahu anh) soyundandır; Nakşbendîler de silsilelerini ona isnad ederler; aralarında böyle kavi bir bağ vardır. Ayrıca Ehl-i sünnete bağlı tarikatların hiçbirisi diğerine zıt temayüller içermez. Gizli veya açık zikri tercih etme gibi bazı yöntem farklılıkları vardır, bu da son derece normaldir; çünkü insanların mizaçları da farklıdır, herkes kendi mizacına uygun bir mürşid ve yola bağlanmakta serbesttir. Önemli olan itikat ve amelde, Kur’an ve Sünnete uygun, şeriatın zahirine ve batınına bağlı olmaktır.
Bu yanlış iddianın sahibine, Ali Behcet Efendi’nin mezar taşındaki “câmi’u kemâlâti-l-Mevleviyye ve-n- Nakşbendiyye (Mevlevî ve Nakşî kemallerini toplayan)” ibaresini; bir de Şeyh Hayrullah Tâceddin’in Gülgonca-i Aşıkan kitabında (Şirket-i Mürettibiye Matbaası, İstanbul 1923, 1339-1341, s. 16) bulunan “hem Celâleddin-i Rûmî nesl-i pâkinden idi / Hazret-i Behcet Konevî neşr-i envâr eyledi / aşk-ı Mevlânâ ile cem oldu feyz-i Nakşbend / nice tullâb-ı tarîki gark-ı esrâr eyledi” kıtasındaki “aşk-ı Mevlânâ ile cem oldu feyz-i Nakşbend (Mevlana aşkı ile Nakşbendî feyzi cem’ oldu)” mısraını hatırlatmak isteriz.
Kaldı ki Nakşbendî tarikatında Hazret-i Mevlâna ve Mesnevî’sine olan yakınlık çok daha eskidir. Nakşbendî yolu, daha henüz Anadolu’ya gelmeden şeyh efendiler Mesnevî okumuş ve okutmuşlardır. Mesela Nakşbendî silsilesinin büyüklerinden Ya’kûb-ı Çerhî (kaddise sirruh; vefatı m.1447) hazretlerinin Hazret-i Mevlâna ve Mesnevî’sine özel bir yakınlığı vardı. Mesnevî’nin ilk 18 beytinin ve bazı hikâyelerinin şerhinden oluşan Neynâme-i Mevlâna adlı bir risale yazmış; eserinde Hz. Mevlâna’yı “yüce bir irfan ve lisan sahibi, sözüne itibar edilen –hakikat sırlarını ortaya çıkaran-, şeriat ve tarikatta ulema ve evliyanın burhanı” gibi sıfatlarla övmüş, diğer eserlerinde de Mesnevî’den bolca iktibasta bulunmuştur (2).
Nakşbendî-Müceddidî şeyhlerinden Abdullah Dehlevî (kuddise sirruh), Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevî’sini çok sever, bu eserden okuyarak sohbet yapardı. Bir sohbetten sonra şöyle demişti:
“Bu ümmet içinde üç kitâbın benzeri yokdur. Birincisi Allah teâlânın kelâmı (Kur’ân-ı Kerîm)dir. İkincisi (Buhârî-yi Şerîf)tir. Bunlardan sonra Mevlânâ Rûmî’nin (Mesnevî)si gelir. Allah’ın kelâmından ve Buhârî’den sonra, o kitâbın bir benzeri yokdur. Eğer bir kimse bu Mesnevî-yi Şerîf’e göre amel ederse bir tasavvuf pîrinin ta’limi olmadan ma’rifet sırlarından büyük pay alır. Hakk’a kavuşanlar zümresinden olur (3).
Şunu da ilave etmek lazımdır: Nakşî tarikatının son büyük müceddidi Mevlana Hâlid Bağdadî (kuddise sirruh) hazretleri, şeyhi Abdullah Dihlevî (kuddise sirruh) hazretlerinden beş tarikatın yani Nakşibendî, Kaadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çiştî yollarının icazetini almış; irşadını Nakşbendîlik üzerine devam ettirmiş, yetiştirdiği halifelerine bu beş tarikatın icazetini vermiştir. Onun için Nakşbendî-Hâlidî yolunda bu beş tarikatın neşvesi mündemiç olmuş, farklı renk ve zevklerin bir arada yaşamasına vesile olmuştur. Mevlevî şeyhi olan Ali Behcet Efendi de daha sonra intisap ettiği Mehmed Emin Kerkükî hazretlerinden Nakşbendiye, Kaadiriye, Sühreverdiye, Kübreviye, Çiştiye, Şüttâriye tarikatlarının icazetini almış, ama o da irşadını Nakşî yoluna göre icra etmiştir.
Evet, hiçbir tarikat birbirine zıt temayül içermez, uyum içinde yan yana Hakk’a yürürler. Birbiriyle tanıştıklarında dervişler “Siz hangi bahçenin gülüsünüz” diye kibarca sorarlar; “Nakşî, Kaadirî, Gülşenî, Uşşakî, Halvetî, Mevlevî vb.” gibi cevaplar alırlar, ya da muhterem mürşidlerinin ism-i âlîlerini telaffuz ederler; kol kola girip sohbet ederler, birbirlerinin muhabbetlerini arttırırlar, o kadar.
Tasavvuf ve tarikatların tarihini, usul ve yöntemlerini iyice incelemeden; tasavvuf büyüklerinin bilgeliklerini tam olarak anlamadan verilen hükümler, elbette yanlış olacaktır. Bu konuda azami dikkat gerekir. Salt akademik kafayla tasavvuf anlaşılmaz, irfan gerekir, irfan sahibi olmak için tasavvufu yaşamak lazımdır. Yaşamadan tasavvufa yaklaşmak, bal kavanozunu dışından yalamağa benzer ki tabii ki hiçbir tat ve lezzet alınmaz.
***
Garazkâr Bir Adamın Hâl-i Pür-melâli
Paragrafın başında “Mevlevî-Nakşî kaynaşması … “ diyen Abdülbâki Gölpınarlı, Şeyh Ali Behcet Efendi hazretleri hakkında şu bilgileri aktarıyor: “Yine zamanında büyük bir şöhret kazanmış olan ve adına, Üsküdar’da Selimiye’de bir dergâh ve mescit inşâ edilen Nakşbendî şeyhi, Konyalı Şeyh Behçet Ali (ölm. 1866) ile yerine geçen halîfesi ve torunu Şeyh Muhammed Saîd (ölm. 1896), Mesnevî okuturlar ve sâliklerini Mevlevî neşesiyle teslik ederler, ekseriya destarlı sikke giyerlerdi. Dergâhta medfun olan Behçet Efendi’nin taşındaki kitabeden, Mevlevî ve Nakşbendî olduğunu anladığımız gibi halîfesi ve torunu Saîd Efendi’nin taşından da taşından da Behçet Efendi’nin, çelebilerden bulunduğunu öğreniyoruz.
Yalnız şunu da söylemek gerektir ki şimdiye kadar anlattıklarımızdan da anlaşıldığı gibi Mevlevîlerle Nakşbendîler arasındaki bu kaynaşma tek taraflı olmuş, Mevlevîler, Nakşbendîlere aid sülük esaslarını yollarında bulmuşlar, fakat buna karşılık Mesnevî’ye dalan ve Mevlevîliğe intisab eden Nakşbendîler, hemen hemen Mevlevîleşmişler, Mevlevîlik, irfaniyle bunları temsil etmiştir. Belki Nakşbendîlik, bazı Mevlevîlere zahitlik aşılamıştır, fakat Mevlevî olan Nakşîye mukabil Nakşî olan bir tek Mevlevî bile yoktur. (4)”
Tashih ve tenkide sondan başlayalım: Gölpınarlı “Belki Nakşbendîlik, bazı Mevlevîlere zahitlik aşılamıştır, fakat Mevlevî olan Nakşîye mukabil Nakşî olan bir tek Mevlevî bile yoktur” diye iddialı ama hatalı bir cümle kurmuş. Bu cümleyi, Şeyh Ali Behcet Efendi hazretlerinin bizzat kendisi yalanlıyor, çünkü kendisi zaten Mevlevî şeyhi iken 1211 (1796-97) senesinde, hem de 69 yaşındayken Hazret-i Mevlânâ’nın (kuddise sirruh) manevî ve ruhanî işaretiyle Bursa’ya giderek Kerküklü Seyyid Burhâneddîn Mehmed Emîn Efendi ye (kuddise sirruh) intisap etmiş ve ondan Ondan Nakşbendiye, Kaadiriye, Sühreverdiye, Kübreviye, Çiştiye, Şüttâriye tarikatlarından icazet almıştır. Şeyhlik yaparken de Mevlevî destarı taşımak ve Mesnevî okutmaktan başka Mevlevilik faaliyeti yapmamıştır (5).
Herkesin malumudur ki Nakşbendî tarikatının en mühim müceddidlerinden olan büyük ârif İmam Rabbânî (Şüttâriye hariç) bu tarikatlardan icazetliydi ve kendisinden sonra gelenler de bu tarikatlardan icazet verdiler, ama irşadları hep Nakşbendî usulü üzere olmuştur. Ali Behcet Efendi de böyledir; bunu en büyük delili de Risale-i Ubeydiyye-i Nakşbendiye eseridir. Gölpınarlı, bu eseri görmemiş ve yukarıdaki talihsiz sözü sarf etmiştir. Onun o yanlış iddiasının aksine Mevlevî iken Nakşbendî olan çoktur ama Nakşbendî iken Mevlevî olan pek yoktur.
Devlete ve millete çok büyük zararlar veren Yeniçerilikle beraber onunla özdeşleşmiş Bektaşî tarikatı da ilga edilmişti. Mensupları ise gizlenmiş, kripto olmuş ve hemen her tarikata sinsice hulul etmişlerdir. Bunların şifre kelimesi “nâzenîn”dir; nâzenîn-i Mevlevî, nâzenîn-i Halvetî, nâzenîn-i Melâmî vb olup başında gerçek şeyh olmayan dergâhları bir bir ifsad etmişlerdir. Yüzyıllarca yüzbinlerce insanın irşadına vesile olan Mevlevîlik de bundan en çok etkilenen ve zarar gören tarikattır, maalesef. (Yozlaşma, günümüzde de devam ediyor ve bizi çok üzüyor: Tesettürsüz kadın şeyh taslakları; erkeklerin gözleri önünde sema eden kadınlar; şeriatten ve tarikatten bîhaber ve nasipsiz beynamaz ve oruçsuz imitasyon dervişler; ehl-i Beyt sevgisini bahane ederek ehl-i sünnetten uzaklaşmış sapık anlayışlar; tarikatı semadan ibaret sayma ve popüler kültüre teslim olma kafası vb almış başını gitmiştir; maalesef ki maalesef…)
İşte Hazret-i Mevlânâ’nın manevî ve ruhanî işareti, Ali Behcet Efendi hazretlerinin şahsında belki de bütün Mevlevîlere şamildir. Bunu da Hazret-i Hünkâr’ın bir kerameti kabul etmek gerekir. O işareti vermiş, anlayan anlamış, gerçek ve sağlam yolu bulmuştur.
Gölpınarlı’nın “Mevlevî olan Nakşîye mukabil Nakşî olan bir tek Mevlevî bile yoktur” sözünü, Mevlevîlik gayretiyle söylediğini düşünebilirsiniz. Amma 293. sayfadaki “Nakşbendîlik, … uydurma bir telâkkidir” ve 294’teki “Nakşbendîler, Mevlevîlerin bu gayretini boşta bırakmamışlar, kendi hesaplarına onu istismara kalkışmışlardır” ifadelerinden anlayacağınız, Gölpınarlı’nın bu yüce tarikata olan düşmanlığıdır. Bir ara komünist bile olan Gölpınarlı’nın Melâmî mi (değil kelâmî), Bektaşî mi, nâzenîn-i Mevlevî mi yoksa hepsinin karışımı garip bir anlayış sahibi mi olduğu belli değildir. Fakat mezhebi Şia’dır ve bu kesindir. Ehl-i Sünnete kesin ve tavizsiz bir rabıtayla bağlı olan Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin tarikatında Şii bir şeyh taslağı. Vaziyetin vahim özeti budur. Ehl-i sünnete sımsıkı bağlı Nakşbendîlere olan husumeti de buradan gelmektedir. Yâ uli-l-elbâb…
***
Yukarıya doğru devam ediyoruz: “Dergâhta medfun olan Behçet Efendi’nin taşındaki kitabeden, Mevlevî ve Nakşbendî olduğunu anladığımız gibi halîfesi ve torunu Saîd Efendi’nin taşından da taşından da Behçet Efendi’nin, çelebilerden bulunduğunu öğreniyoruz.” Behcet Efendi hazretlerinin Mevlevî ve Nakşbendî olduğunu sadece mezar taşından mı anlıyoruz… Demek ki Gölpınarlı, Ali Behcet Efendi hakkında araştırma yapmamış; Risale-i Ubeydiyye-i Nakşbendiye eserinden haberi yok (6); çelebi olduğunu mezar taşından anlıyor, demek ki tercüme-i halini okumamış. Kanaatimce Selimiye Tekkesi’ne de gitmemiş, çünkü gitse torunundan önce Ali Behcet Efendi’ninkinin hemen yanında medfun olan oğlu Şeyh Muhammed Hidâyetullah Efendi’nin mezar taşını da görürdü. Ayrıca oğlu Hidâyetullah Efendi bile halifesi değil iken (Vassaf, s. 197), torunu nasıl halifesi oluyor; buyurun size bir idraksizlik daha… Bu kadar cehaletle o kitap nasıl yazıldı demekten insan kendini alamıyor.
***
“Mesnevî okuturlar ve sâliklerini Mevlevî neşesiyle teslik ederler, ekseriya destarlı sikke giyerlerdi.” Ali Behcet Efendi’nin Mesnevî okuttuğunu biliyoruz, lakin kaynaklarda hakkında az bilgi bulunan torunu Muhammed Saîd Efendi’nin okutup okutmadığını bilmiyoruz; tahmin ile böyle bir yargıya varmış, Gölpınarlı; tahminin ise ilimde yeri yoktur.
Ali Behcet Efendi “ekseriya” değil “dâimâ Mevlevî sikkesi ile gezer ve beyâz destâr sararlardı (Vassaf, s. 199).”
“sâliklerini Mevlevî neşesiyle teslik ederler” hükmü ise külliyen uydurmadır; Efendi hazretlerinin müridlerini Nakşbendî usulüyle yetiştirdiğinin en büyük delili, Risale-i Ubeydiyye-i Nakşbendiye’dir; lakin Gölpınarlı o kıymetli eserin kapağını bile kaldırmamış ki…
***
Gölpınarlı, “adına, Üsküdar’da Selimiye’de bir dergâh ve mescit inşâ edilen” hükmüne varmış. Bu bilgiyi acaba nereden bulmuş… Bulması mümkün değil, ama uydurması mümkün… Bu dergâhı Sultan III. Selim tarafından 1801-1805 yıllarında inşa ettirmiş, harap olunca da II. Mahmud Han 1834-1836’da ihya etmiştir. Ali Behcet Efendi’den önce bu tekkeden iki şeyh efendi geçmiştir (7).
***
İşte garazkâr bir adamın hal-i pür-melali. O zat yaşarken bunları yazmak isterdik, lakin geç değildir, kitap ortadadır ve “Hakikatin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” diye bir kelam-ı kibar vardır. İşte o gün, bugündür.
Haydar Murad HEPSEV
_________
(1) Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Kitabevi, İstanbul 2006, c. 2., s. 194. (Bundan sonra bu eserden iktibas yaparken “Vassaf” ismini kullanacağız.)
(2) bkz. Ahmet Cahit Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî – Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, İnsan Yay., İstanbul 2009; aynı yazar Ney-name’yi de Erkam yayınlarından neşretmiştir.
(3) Raûf Ahmed Müceddidî, Dürr-ül Me‘ârif, Hakîkat kitabevi, İstanbul 1998, s. 92.
(4) Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İnkilâp Kitapevi, İstanbul 2006, s. 295.
(5) Bu konudaki doğruya en yakın hüküm, Ekrem Işın’ındır: “Ali Behçet Efendi’nin yetiştirdiği halifeler, Mevlevi-Nakşi sentezini İstanbul’da temsil etmişler ve “Mesnevihan Nakşiler” olarak nitelenebilecek bir tasavvuf zümresi oluşturmuşlardır. “bkz. ALİ BEHÇET EFENDİ”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla OSMANLI ANSİKLOPEDİSİ, YKY yay., İstanbul 2008, 2. baskı, c. 1, s.197)” (Biz de bu bölümün başlığını buradan aldık.)
(6) Haberi olmaması normal, çünkü başlığında ‘Nakşbendiye” kelimesi var; haberi olsa orada onun Mevlevî silsilesini de görür, istifade ederdi, çünkü kitabının ismi “Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik”.
(7) Bkz. M. Baha Tanman, , “Selimiye Tekkesi”, DİA, c.36, s. 438-439.