NASARA ZEYDUN AMRAN
Beşir Bey, bir sonbahar ikindisinde, camiye giderken Çınar ve Defne adlı iki kardeşle, anneleri ve babaanneleriyle karşılaştı.
– Merhaba Çınar, benim oyun arkadaşım, nasılsın, okul nasıl gidiyor, dedi. Kız kardeşi Defne’ye de ‘Defneee, güzel kııız’ diye takıldı. Yanlarında annesi ve babaanneleri vardı. Bu karşılaşmadan anneleri pek hoşlanmamış, yüzünü asmıştı. Kayınvalidesinin buna tanık olmasını istemiyor gibiydi.
– Siz arkadaş mısınız, dedi, babaanne.
– Evet, efendim, biz Çınar’la oyun arkadaşıyız, demiş ve kısa bir selam verip hemen camiye yönelmişti. Bakışların ne manaya geldiğini bilirdi.
Yazın camiye gelip giderken Çınar’la top oynamışlardı. Bir seferinde kendisi, diğerinde Çınar kaleye geçmiş ve 1-1 berabere kalmışlardı.
– Barış içinde kalalım, diye işi tatlıya bağlamışlardı. Her işi kararında bırakmak gerek. Maksadı gerçekleşmişti. Tanışmak ve ahbaplık kurmak.
Anneleri daha üç yaşında olan Defne’yi hava alsın ve oynasın diye evin önüne çıkarıyordu. Annedir tabii, gelen geçen arabalardan korumak istiyor, hem de yavaş yavaş sokağa alıştırmaya çalışıyordu.
Annesi Çınar’ın camiye gitmesini istiyordu. Başı açıktı, kayınvalidesi öyle istiyormuş. Hâlbuki evlenmeden önce kocasıyla anlaşmışlardı. Bir süre sonra kapanacaktı. Gel gör ki annesinin oğlu üzerindeki etkisi pek kuvvetliydi. Namazlarını kılıyor, Kur’an okuyor ama bir türlü cesaret bulup kapanamıyordu. Çocuklarının dindar olması için elinden geleni yapıyordu. Evlendikleri ilk evden çıkıp yeni bir kiralık ev aradıklarında, camiye yakın bu eve taşınmaya can atmış ve kocasını ikna etmişti.
Beşir Bey, camiye gelen Çınar’ı yanına çağırıyor ve yan yana namaz kılıyorlardı. Öğle namazının son sünnetini bazen unutan Çınar’a, bir sonraki namazda bunu tatlılıkla hatırlatıyordu. Camideki diğer çocuklarla kaynaşmasını sağlamaya çalışıyordu.
Yazın okullar kapandıktan bir süre sonra, camilerde yaz Kur’an kursları açılır ve kız-erkek çocuklar, camilere doluşur ve oraları şenlendirirlerdi. Cemaatten özellikle yaşlı olanlar buna çok sevinirlerdi. 60 yaşında olan Beşir Bey de onlardandı. Artık daha hisli ve yumuşak olmuştu, eskiden sert biriydi; geçirdiği imtihanlar onu yumuşatmış, çocukluğundaki haline geri döndürmüştü.
Okullarda evrak işlerine bakan sade bir memurdu. Kendisinden tecrübeli olanlardan işini iyi öğrenmişti, takıldığı yerde hemen onları arardı. İlçe Milli Eğitim’deki memurlarla da arası iyiydi. Her evrakı, onlardan ayrı ayrı sorardı. Zaman içinde böylece üstlerinden bile daha iyi bir dereceye gelmişti. Öyle ki hem kendi okulundaki hem de çevre orta eğitim kurumlarındaki idareci, öğretmen ve memurlar, takıldıkları her işte ona danışır olmuşlardı. Gece vakti bile mesajla sorarlar, o da dikkatle cevaplardı.
Öğretmeyi severdi, ilkokulda ‘öğretmen’ olmak istemişti, hemen her öğrenci gibi. İyi öğretmen, rol model olur ve çocukların yetişmesinde bazen anne-babadan daha yararlı olabilir. Kötü öğreticiyi ise sormayın, açtığı yaralar bir ömür boyu kapanmaz, öyle fenadır. Aile durumundaki iniş çıkışlar, babasının işinden ötürü altı yedi senede bir taşınmak zorunda kalışları, liseden öteye tahsil görmesine engel olmuştu. Onun için öğretebileceği bir şeyi, büyüğüne küçüğüne tatlı dille ve tevazuyla anlatırdı. O zaman, yumuşak olurdu. Diğer zamanlar ise zaman zaman gerginleşir, kendini insanlardan geri çekerdi. İsterdi ki bu halinden kimse incinmesin…
Ailesine tatlı sert davranırdı, hanımı ve çocukları ondan çekinirlerdi. Ama dışarıya karşı, mesafeli ve kibardı. İyi bir babaydı. Çocuklarını yetiştirmeye özen gösterirdi. Zaman içinde çocuklarını dışarıya alıştırmış, İstanbul’un tarihi yerlerini gezdirmişti. İlkokul dördüncü sınıftan sonra ceplerine yeterli harçlık koyar; gezecekleri yeri iyi tarif eder, hangi otobüs ve dolmuşa bineceklerini hatırlatır, oğlu ve kızını gönderirdi. Böylece kendilerine güven duymaya alıştırırdı.
İstanbul burası, İslam medeniyetinin en önemli baş şehirlerinden birisi. Sadece gezmek bile insana çok şey kazandırır. Afyon’dan İstanbul’a taşındıklarında henüz 17 yaşındaydı, liseyi yeni bitirmişti. Birçok işte çalışmış, insan tanımış, onlardan çok şey öğrenmişti. Yazın ailesi memleketleri olan Sivas’a gidince evde tek başına kalır, bekâr hayatı yaşar; yemek pişirmekten, çamaşır yıkamaya her işi kendi yapardı.
Birçok işte çalıştıktan sonra askere gitmiş, gelince de ailesi onu kendi memleketinden iyi bir ailenin kızıyla evlendirmişti. Ondan sonra okullarda çalışmaya başlamıştı. Mütevazı bir evi kiralık olarak tutmuşlar, kıt kanaat geçinmeye başlamışlardı. Evlilikten ötürü oluşan borçları ödemeye gayret ederler, ayın sonunu zor getirirlerdi. İkisi de kanaat ehliydiler, iktisat ederler, hiçbir şeyi atmazlar, bir kenara koyarlardı. Bu âdeti babasından öğrenmişti. Ufak tefek de olsa bu eşyalar hem kendilerine hem de başkalarına yarardı.
***
Akrabasından biri ev satın almak istiyordu, satıcının talep ettiği fiyatın ancak üçte biri kadarı vardı. Geri kalanı için borca ihtiyacı vardı. Danışmak için hemen Beşir kardeşine geldi. Hazırda çay vardı, beraberce içip halleşip sohbete ettikten sonra, Hasan konuyu açtı ve yardım istedi.
– Biliyorsun, bizim de borcumuz var, dedi. İçinden de ‘Ne yapsak da bu kardeşime yardım etsek’ diyerek;
– Dur bakalım, Allah kerim, elbet bir çıkış yolu gösterir. “Evlenen ile ev alana Allah yardım eder” dedi. Akşam yemeğini beraberce yedikten sonra,
– Selametle kal, bir şeyler düşüneceğiz, bu devirde kiracı olmak zor, diyerek uğurladı.
Hasan gittikten sonra ilk çocuğuna hamile olan eşine konuyu açtı. Beraberce ne yapabileceklerini konuştular. Hanımı Saniye’nin ailesi de zengin değildi. Düşündüler taşındılar, büyüklerimize danışalım deyip beraberce yatsı namazını kıldıktan sonra yattılar.
Beşir aile büyükleriyle ve iş arkadaşlarıyla görüştü, bir sonuç çıkmadı. Enflasyon vardı, özellikle memur ve işçi kesimi ayın sonunu zor getiriyorlardı.
Saniye Hanım da aile büyüklerini telefonla aradı, onlardan da bir şey çıkmadı. Beşir Bey, akşam eve gelince akşam yemeğinde konuyu görüştüler. Durum pek iç açıcı değildi. “Allah bilir, bir kapı açar kardeşimize” diyerek istirahate çekildiler.
Ertesi gün Beşir babasını yeniden aradı. Memlekette bir arsaları vardı.
– Muhterem babacığım, o arsa boş, kullanan da yok, ne dersiniz satsak da Hasan’a versek, dedi.
– İyi düşündün, evlat, benim de hatırıma yeni geldi, yaşlanıyoruz artık. Hasan’ı tek başına bırakacak değiliz, akrabamızdır, deyince Beşir’in içi ferahladı. Hemen Hasan’ı aradı:
– Babamla görüştüm, memlekette boş bir arsamız var, onu satıp sana vermeyi düşündük, artık ne kadar ederse, çorbada bir tuzumuz olur deyince Hasan çok sevindi.
– Ben de biraz borç buldum, dedi.
Beraberce sevindiler. Üç ay sonra arsa satıldı, altı ay içinde de Hasan yeni evine taşınıp akraba ve komşularına güzel bir ziyafet verip Allah’a şükr ettiler…
***
Gel zaman git zaman Beşirlerin ilk iki çocuğundan dokuz sene bir erkek evlatları doğdu. Çekirdek aile böylece beş kişi oldu. Beşir Bey, ilk çalıştığı Milli Eğitim’e bağlı okullardan dindarların özel okullarından birine geçti. Orada da yeni dostlar edindi. Bazı toplantılarda ve iftarlarda eskileriyle beraber olurlar, eski günleri yâd ederlerdi.
Bu arada babası vefat etti. Peder beyi defnolunduktan sonra evde çocukları ve hanımı ona sokuldular. Ve bir başka hal yaşadılar ki tarif edilmez. Ölümün ne demek olduğunu anlayıp ürperdiler. Ölüm, ölüm, ölüm… Hayat ve ölüm… Büyük sır…
Beşir, artık ailenin büyüğü o olmuş, ama işte o zaman kendini yetim hissetmişti. Yetim bir erkek, koca, baba… Büyüğüne küçüğüne saygılı o adam, artık daha müsamahakâr ve halim selim olmuştu. Herkesin sevgi ve saygını kazanmaya çalışan bir adam… Kemal sahibi olma yolunda bir derviş…
Artık annesi Beşirlerin evine taşınmış, ona bir oda vermişlerdi. Artık ev daha bereketliydi, yemekleri beraber yiyip Allah’a şükrederlerdi. Kadriye Hanım, çok güzel yemek yapardı. Anadolu mutfağının üstadı sayılırdı. Gelinleri ve komşuları, yeni bir yemek yapmak istediklerinde hep ondan tarif alırlardı. Lakin şekeri vardı ve Beşir’in bütün uyarılarına rağmen kendine dikkat etmez, yeteri kadar su içmez, tatlı-meyve ne bulursa yerdi. Bir gün ayağı morarmaya başladı. Beşir onu doktora götürdü. Doktor,
– Teyze, ayağının kesilme ihtimali var, dedi.
Bunun üzerine kendine daha dikkatli bakmaya başladı. Limonlu su içiyor, az yiyordu. Bir ay sonra kontrole gittiklerinde doktor ayağın kesilme tehlikesinin geçtiğini söyleyince kendini bıraktı. Eskisinde daha çok yeme içmeye başladı. Sanki arayı kapatmaya çalışıyordu. İlk moraran ayak iyileşmişti ama bu sefer diğerinin rengi neredeyse kararmaya başlamıştı. Bir cumartesi gecesi çok ciddi bir şekilde ağrımaya başlayınca Beşir, arabasına bindirip hastaneye götürürken trafik polisleri onları durdurup evraklarını istediler.
– Annemi hastaneye götürüyorum, durumu acil, dediyse de dinlemediler. Evrakı kontrol eden polis,
– Aracınızın muayene tarihi geçmiş, bağlayacağız, inin arabadan, dedi.
Beşir Bey, ne diyeceğini şaşırmıştı, son zamanlarda hem işteki yoğunluk hem annesinin hastalığı onu dalgın yapmıştı; yoksa bu tür işleri hep bir kenara not alır ve aksatmazdı. Memura annesini göstererek onu oyalamaya çalıştı. Adamın kılı kıpırdamıyordu. İçinden sürekli dua eden Beşir, ‘Ya Rabbi medet!’ deyip duruyordu. O sırada bir resmi araç yanaştı, içinden rütbeli bir polis indi. Bütün memurlar saygı vaziyeti aldılar. Beşir Bey, bir baktı ki Hasan’ın büyük amcasının oğlu ve ev alımında borç veren kişi. Hemen ona yanaştı ve durumu kısa cümlelerle anlattı. Abdünnasır Bey, o memuru çağırıp kaşını çatarak bağırmadan fakat sert cümlelerle ciddi bir şekilde uyardı. İçinden derin bir oh çekerek rahatlayan Beşir Bey, amire teşekkür edip hemen arabasına bindi ve hastaneye doğru sürdü.
Birçok tahlilden sonra, ortopedi doktoru ayağın kesilmesi gerektiğini söyledi. Bunu annesine nasıl anlatacaktı.
– Anneciğim, seni birkaç gün yatıracaklar, dedi. Sonra eve telefon edip annesinin eşyalarından getirilmesi gerekenleri istedi. Telaşlanan hanımını yatıştırdı, ‘Bol bol dua edin’ dedi. Sonra annesinin yanına gidip eski güzel günlerden konuşmaya başladı. Acısı gittikçe şiddetlenen Kadriye Hanım, oğlunun bu sevgi dolu ilgisinden memnun oluyor, Hasan’a ve Abdünnasır beylere dua ediyordu. O gece öyle geçti. O sabah erkenden durumu müdüre haber veren Beşir Bey, izin istedi. Yapılacak işleri, yetişmesinde katkısının olduğu arkadaşına tarif etti. Annesinin yanına dönüp onunla konuşup dua etmeye devam etti. Doktorlar gelip muayene ediyorlar, tahliller yapılıp durum iyice araştırılıyordu. Ameliyat zamanı da belli olmuş, bekleme başlamıştı. Hanımı ve vakti müsait olan akrabaları geliyorlar, Beşir Bey de onlara durumu kısaca izah ediyordu.
Ertesi gün, annesinin sancıları iyice artınca,
– Anneciğim, Kelime-i Tevhidi söyleyelim mi, deyince annesi,
– Tabi ki Beşir, dedi ve birkaç defa tekrar ettiler bu mübarek kelimeleri.
Ve annesi ameliyata alındı. Beşir Bey, cep telefonuna yüklü Kur’an’dan Yasin suresini okumaya başladı. Bir buçuk saat sonra ameliyathanenin kapısına yöneldi, şifa niyetine Fatiha okuyarak koridorun bir kenarında kimseyi rahatsız etmeden adımlamaya başladı. Yüreciği pır pır ediyordu. Nihayet kapı açıldı, annesinin sağ olduğunu gören Beşir Bey, rahatlamıştı. Yoğun bakım odasına yakın bir yerde, yine adımlayarak duaya devam ediyordu. Akraba ve dostları sürekli arıyorlar, o da onlara durumu izah ediyor, dua istiyordu.
Namazlarını yakındaki camide kılıyor, farzdan sonra hemen dönüyordu. Kahve içmeyi severdi. Gözü hastanede, ağzı duada; simit, su alıp kahve içip hemen geri geliyordu.
Annesini, üç gün sonra taburcu ettiler. Hanımı onun odasını güzelce hazırlamıştı. Beşir Bey, bu işten sonra işine giderek kendisini ilgilendiren evrakı, hızlıca birer birer bitiriyordu. Telefonunu sessize almıştı. Öğle aralığında önceden yazdığı mesajı onlara gönderiyordu. Akşam da vakit kaybetmeden eve dönüyor, sürekli dua ediyor, Yasin okuyor, az yiyip kısa uykularla sabahı edip işe gidiyordu.
Bir ay kadar sonra annesi toparlamaya başladı ama perhize bir türlü dikkat etmiyordu. Beşir’in sözleri kâr etmiyordu. Annesinin gözünde o hâlâ çocuktu. Hanımı,
– Onu kendi haline bırakmalısın, bu günden sonra onu hoşnut edecek şekilde davranmalısın diyor, Beşir ona hak veriyor, ama içi bir türlü rahat etmiyordu. Annesi de sakinleşmiş ve perhize biraz daha dikkat etmeye başlamıştı. Şeker illeti, menhus bir hastalıktır, sürekli şekerli gıdalar tüketmeye yöneltir insanı.
Üç ay sonra kendini tekrar bıraktı annesi. Hiçbir söz ona kâr etmiyordu. Beşir de artık ısrar etmiyordu. Zaman zaman ambulansla kontrole götürüyorlar, Beşir annesinin perhize dikkat etmediğini mümkün olduğu kadar doktorlara anlatıyordu ama eve dönünce,
– Sen beni doktorlara şikâyet ediyorsun, diyerek Beşir’e çıkışıyordu. O da susuyor, duaya devam ediyordu. İlk ameliyattan beş ay sonra diğer ayak da morlaşmaya başladı. Acili aradılar, gelen ekip ilk hastaneye değil en yakın olana götürmek gerektiğini söyleyince, naçar kabul ettiler. Gece vaktine kadar süren işlemlerden sonra, büyük oğlu ile beraber arabaya dikkatle bindirip eve geldiler. Annesini yatağına yatırıp duaya devam ettiler. Ama ayak hızla kötüleşmeye devam ediyordu. Neden müdahale etmediklerini bir türlü anlamadılar. Sabır ve tevekküle günlerini geçirmeye başladılar.
Bir ay kadar sonra, bir gece yarısı, annede büyük bir sancı başladı. Telefona sarılıp ambulans çağırdılar. Hastaneye vardıklarında kısa bir tetkikten sonra, anneyi ameliyata aldılar. Beşir, yine duaya başladı, biraz Kur’an okuyor, biraz ayakta adımlıyor, sürekli dua ediyordu. Gözü hep ameliyathanen kapısındaydı. Bir buçuk saat sonra, kapı açılıp annesinin sağ olduğunu görünce ferahladı. Üç gün sonra taburcu edilince evde bakıma devam ettiler. Şeker, artık gözüne iyice vurmaya başladı. Daha önce üç kere operasyon geçirmişti. Gözleri kısa bir zaman sonra artık görmez oldu. Bu hal, zaten morali bozuk olan annesinin sinirlerini iyice bozdu. Zaman zaman kriz derecesinde oğlu, gelini ve torunlarına sıkça kızmaya başladı. Bir ay kadar sonra sakinleşti. Beşir’in ilk ayağın kesildiğinde aldığı bir tuğladan teyemmümle abdest alıp namaz vakitlerini onlardan sorup günlerini dua, tövbe ve namazla geçirmeye başladı.
***
Beşir Bey bu arada emekliliğini istedi. ‘Artık yeter’ demişti. Kendilerine danıştığı hoca ve büyükleriyle konuşup onların da teşvik edici sözleriyle emekli oldu. Cami, Kur’an, tesbih, ev, anneye iyi muamele ile günlerini geçirmeye başladı. Büyük oğlu Mahmut, elektrik mühendisi olmuş, yüksek lisansını yaparken Almanca öğrenmeye başlamış, işe girmişti. Sonra Almanya’daki iyi bir üniversiteye müracaat edip kabul edilince ödemesi gerekli olan yüklüce bir miktar para için babasına saygıyla söyledi.
– Tabi, olur Mahmudum, dedi. Arabasını sattı. Artık bir daha araba almayacaktı. Cami, ev, cumaları farklı camilerde kılmak, yürüyüş yapmak ona yetiyordu. Evden çok uzaklaşamıyordu. Aklında hep annesi oluyordu.
Yine bir gün yukarı camiye giderken artık liseye giden Çınar’la karşılaştı, kucaklaştılar. Elini öpmeye davranınca hemen geri çekti. ‘Küçükten saygı, büyükten tevazu eksik olmamalı’ derdi. Yanındaki Yusuf’la da sarıldılar. Ortaokuldayken onunla Kur’an, hadis, ilmihal, siyer dersleri yapmışlardı. Beraberce namaz kıldıktan sonra caminin alt tarafında sohbet için ayrılan yerde beraberce uzun uzun halleştiler. Müezzin İsa Hoca da bu tatlı konuşmaya katıldı. İkindiye kadar konuştular da konuştular. Sohbet esnasında, Beşir Bey Çınar’ın annesini sordu. Kapandığını, günlerini namaz, Kur’an, tesbih, hayır hasenatla geçirdiğini öğrendi. Babası vefat edince ondan kalan mirası hep hayır işlerine vermiş. Kocası da ticaretten epey zengin olmuşlar. Kirada oldukları evi satın alıp mütevazı bir şekilde yaşamaya devam etmişler. Beşir Bey, Çınar’ın annesinin Hasan’ın hanımı tarafından akrabası olduğunu öğrendi.
– Yeni öğrendim bunu, Hasan kardeşim hiç bahsetmedi veya söyledi de aklımda kalmadı.
Hemen cep telefonunu çıkarıp onu aradı. Öyle olduğunu öğrenince,
– O zaman, bir gün bize gelip çay çorba içeriz, inşallah, dedi.
***
Bu arada Beşir Bey’in kendisinden medrese usulü Arapça öğrendiği Abdüssamet Hoca, ezandan önce yardımlaşmaktan konu açmıştı.
– Arapça derslerine Emsile* kitabıyla, ‘nasara’ yani ‘yardım etti’ diye başlanır. Dinimizin en önemli esaslarından biri de budur. Her hususta, yemede içmede, giyinmede, dostların yükünü taşımada, her yerde her vakit yardımlaşmak…
Ve sonra dedi ki,
– Yardım eden, yardım görür. Yardım edene, yardım edilir…
Haydar Hepsev
Mart 2022
* Emsile, medreselerde okutulup ezberletilen Arapça fiil ve isimlerin çekim kılavuzudur, sarf yani dilbilgisinde şekil bilgisi kitabıdır.