ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİ AKİF BEY
Nihayet emekli olmuştu, Biyoloji öğretmeni Akif Bey…
***
15 sene kadar devlet okullarında çalıştıktan sonra özel okullarda çalışmak mecburiyetinde kalmıştı. Çünkü o zamanlar, özel okullar, devlete göre daha iyi maaş veriyorlardı. Ailesini yalnız o geçindiriyordu ve üç çocuğunu okutmak da onu zorladığından özel okula geçmeye mecbur kalmıştı.
Akif Bey, özel okulda ilk başta biraz zorlandı, öğrenciler daha serbest davranıyorlar ve derse katılımda yeteri kadar istekli olmuyorlardı. Burslu okuyanlar çok çalışkan oluyorlar, her bakımdan okulun yüzünü ağartıyorlardı. Ama ailesi zengin olanların gayesi, sadece liseyi bitirmekti, çünkü babaları zengindi, çocukların hazır işleri vardı ve aileler de çocuklarıyla pek ilgilenmiyorlardı. Anneleri de gezip tozuyor, aile belki de haftada bir veya iki kere bir araya geliyordu. Evdeki yaşlılar da çocuklara söz geçiremiyorlardı.
Akif Bey, Biyolojideki bilgisiyle dersini aktarmada öğrencinin seviyesine inme ve üniversite sınavlarına talebeyi hazırlamada başarılıydı. Çünkü kimi zaman hafta sonları, özel dershanelerde de çalıştığından test tekniğinde de tecrübeliydi. Böylece ilk üç senede öğrenci ve velilere kendini sevdirmiş, yönetimin de takdirini kazanmıştı.
Genel müdürlük, üst yönetime, sene bitiminde, müdür adayları arasında onu da sunmuştu. Birçoğu zaten okulun velisi olan yönetim kurulu üyeleri, onu zaten tanıyorlardı. Onun müdür adayı olarak sunulması, onları memnun etmişti. Çünkü aynı zamanda devlet okullarında uzun seneler çalışması, onun yönetici olarak tercih edilmesinde büyük payı olmuştu. Yönetim kurulu, okulların açılmasına bir ay kala onu çağırdı. Onu tanımayan yönetim kurulu üyeleri, ona epeyce soru sordular. Çünkü diğer arkadaşları onu övüyorlardı ama hepsi iş adamıydı ve seneler içinde insan sarrafı olmuşlardı. Üst yönetimin Fen Lisesi açma planı olduğundan, Biyoloji dalında tecrübeli bir kişinin Anadolu Lisesi’ne müdür olarak seçilmesi onların işine gelecekti. Nihayet bir saatlik danışma ve görüşmeler sonucunda, Akif Bey, Anadolu Lisesi’ne müdür olarak seçildi.
Akif Bey, daha önce müdür yardımcılığı yapmamıştı ama Genel Müdürle eskiye dayanan arkadaşlığı, bilgi ve tecrübesi, cana yakınlığı, efendi bir insan oluşu, mesleki yeterliliği, aynı zamanda iyi bir eğitimci olması onun için büyük avantaj oldu. Hakkı Bey, adında tecrübeli bir sekreteri de vardı, Akif Bey’i İlçe Milli Eğitim Müdürü ve personeliyle tanıştırdı, yeni müdür de onlarla resmiyet çerçevesinde iyi ilişkiler kurdu. Genel Müdürlüğün bilgisi dâhilinde, onları bir hafta sonu okula kahvaltıya çağırıp kurduğu bu irtibatı pekiştirdi.
Akif Bey, Müdür yardımcısı Ahmet Bey’le beraber okulun geçmiş senelerini iyice görüştü ve gelen ve giden resmi evrakı inceleyip konusuna iyice hâkim oldu. Okulların açılmasından on beş gün önce eski ve yeni bütün öğretmenleri çağırıp yeni olanlarla tanıştı ve bütün öğretmenleri okulun geçmişi, yakın ve orta vadedeki plan ve düşüncelerini sorup onların söylediklerini not etti.
Özel okulun ilk ve orta öğretim müdürleri ile Genel Müdürlükte birçok toplantı yapıp yeni senenin planlamasını yaptılar ve öğrenci sayısını arttırılması için neler yapılabileceğini görüştüler.
Akif Bey, okulların açılmasına kadar eski veliler ve burslu öğrenci seçimi ve mali durumu, çocuklarını özel okulda okutabilecek velilerle hem telefonla hem de yüz yüze görüşerek onları çocuklarını, kendi okuluna kayıt yaptırmak için çalıştı ve bunda da oldukça başarılı oldu. Bu, yönetim kurulunu rahatlattı ve onu tercih etmelerinde isabet ettiklerini düşündürdü. Anadolu Lisesi, eski mevcudunun yüzde on fazlasıyla yeni seneye iyi bir başlangıç yaptı.
Sene başında, eski öğrencileri ve velileri, müdürlüğün böyle tecrübeli bir kişinin hakkı olduğu için çok sevindiler ama iyi bir öğretmenden ders ve eğitiminden ayrı kalacakları için de üzüldüler.
Böylece yeni sene başladı. Okul yönetimi, öncelikle son sınıftaki öğrencilerin üniversitelere başarılı bir şekilde hazırlanabilmeleri ve dershanelerden geri kalmadan öğrencileri yüksekokullara hazırlamanın planlarını yapıp bu sınıflara giren öğretmenlerle uzun uzun görüşmeler yaptılar.
Yeni gelen öğrencileri okula alıştırmak için sınıf öğretmenlerinin dikkati çekildi ve bütün sınıf öğretmenlerinin her ay düzenli olarak bütün velileri arayıp aldıkları notları, okul yönetimiyle paylaşmaları istendi.
Bütün okullarda olduğu gibi ayda bir Pazar günleri, veli toplantısı yaptılar. İlk toplantı için bir gün önceden okulun her tarafını temizleyip her kata kuru ve yaş pastalar hazırlayarak velileri memnun etmek için ellerinden geleni yaptılar. Para verdiği için kendini okulun sahibi gibi görüp ileri geri konuşmayı seven sonradan görme bazı velileri, Akif Bey ve müdür yardımcısı öğretmenlerle görüştürmeyip kendi odalarına alıp toplantıların huzurunu bozmamak için büyük çaba sarf ettiler. Günün bitiminde, evet, çok yorulmuştular ama kalben ferahlık içindeydiler. Çünkü hem Genel Müdürlüğün hem de yönetim kurulunda olan velilerin gözü onların üzerindeydi. Öğretmenler de bu ilk toplantının başarılı geçmesinden memnundular. Özellikle sorunlu velilerin kendilerinden uzak tutulması onların yeni yönetime olan saygılarını bir kat daha arttırmıştı.
Akif Bey’in bu ilk senesi bu minval üzere gitti. Son sınıf öğrencilerinin üniversite sınavları sıkı bir şekilde hazırlanmaları için ellerinden geleni yapmışlardı. Altı sınıftan 60 öğrenci, dört sınıftaydı, iki sınıf Matematik-Fen, iki de Türkçe-Matematik sınıfı vardı. Her ay deneme sınavları düzenleyerek bu deneme sınavlarından çıkan sonuçların sıralamasına göre sınıfları yeniden oluşturuyorlardı. Böylece rekabet oluşuyor, öğrenciler bir sonraki sınavda yeniden eski sınıflarına dönmek için çok çalışmak zorunda kalıyorlardı.
Öğrenciler büyük bir heyecanla sınavlara girdiler. Çok çalışanlar kendilerini başarısız hissederken pek fazla çalışmayanlar ‘Bizimki iyi geçti’ diyorlardı. Akif Bey ve öğretmenler buna alışıktılar. Çünkü çalışanlar, ‘Daha iyi yapamadım, şu soruyu çözemedim, hâlbuki çözmem gerekirdi’ derler. Sınav, o yaştaki genç insanları strese sokuyor ve bazen en iyi bildikleri ve daha önce kim bilir kaç tane benzerini çözdükleri soruda başarısız olabiliyorlardı.
Nihayet sonuçlar geldi. Matematik-Fen alanından burslu öğrencilerden biri, sıralamada Türkiye 207.cisi olup okulun yüzünü güldürmüştü. Tercihler yapıldıktan sonra sonuçlar açıklandığında 60 öğrenciden 49’u İstanbul’da bir üniversiteye girebilmiş, diğerleri de iki yıllık ön lisans kazanmışlardı.
Sonraki iki sene de bu minval üzere geçmiş, başarılarını devam ettirmişler, okulun öğrenci sayısını ikinci sene yüzde 22, üçüncü sene yüzde 27 arttırmışlardı.
Üçüncü senenin ilk döneminin sonunda Genel Müdürün işine son verdiler ve yerine devlet okullarında müdürlük yaptıktan sonra emekli olan birini getirdiler, ama Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Kani Bey’in bir tanıdığı olan bu kişi de özel okulculuktan hiç anlamıyordu. Onu idare etme işi, isteristemez Akif Bey’e düşmüştü. Öğretmen ve öğrencileri motive etmek için elinden geleni yapıyordu ama nafile… Zücaciye dükkânına dalan bir fil gibi öğretmenleri, öğrencileri kırmaktan çekinmeyip kendini padişah sanan bu kişinin foyası çabuk çıktı. Olan olmuştu ve bir buçuk ay sonra Üst Yönetim bu kişinin işine son verdi ve yönetim kurulundan birini Genel Müdür Vekili yapıp sene sonuna kadar işleri onun yürütmesini tercih ettiler. O kişi de okulculuktan pek anlamıyordu. İki arada bir derede kalan Akif Bey, sene sonuna kadar işleri idare etti ama çok yoruldu.
Üçüncü sene başlamadan önce, önceden planlandığı gibi, Akif Bey ve Genel Müdür Vekili Olcay Bey ile Fen Lisesi çalışmalarına başladılar. Okulu tanıyan Milli Eğitim müfettişleriyle görüşüp danışarak bütün evrakı tamamlayıp beraberce Ankara’ya Milli Eğitim Bakanlığı’na giderek evrakı ilgili şubeye teslim ettiler. On beş gün sonra Ankara’dan gelen müfettişler, okulu ve inceleyip okulun hacmini uygun buldular, yönetim ve öğretmenlerini yeterliliği bulup aynı binada tek müdürün yönetiminde Anadolu ve Fen Liselerinin bulunmasına onay verdiler.
Yönetim Kurulu ve Akif Bey, Fen Lisesi’nin açılmasını duyurmak için ellerinden geleni yaptılar. Orta öğretimden çok iyi derecelerle mezun olan 30 öğrencinin kaydına muvaffak oldular, bunun on yedisi burslu idi. Okullarını, en iyi özel okullar arasına sokmak için Yönetim Kurulu, kesenin ağzını açmıştı.
Artık özel okulculuğu iyice öğrenmiş olan Akif Bey, iki müdür yardımcısı ve oturmuş öğretmen kadrosunu, üç yeni ama tecrübeli öğretmenle takviye edip üçüncü seneye rahat bir şekilde başladılar. Yazın bütün okul yeniden boyandı, sınıflar yeniden tertiplendi ve bilgisayarlar yeniden gözden geçirildi. Modern bir okulda olması gerekenlerin hepsi binada mevcuttu.
Fen Lisesi’nde okuyan öğrencilere de her ay deneme sınavı yapıyor, sıralamaya göre tekrar sınıf oluşturuyor ve bu rekabet ortamında, öğrenciler bir sonraki sınavda yeniden eski sınıflarına dönmek için çok çalışmak zorunda kalıyorlardı. Çünkü Fen Lisesi’nde okuyan öğrencilerden beklenti yüksekti.
Sene çok başarılı geçti. Mezun olan öğrencilerden Matematik-Fen alanından bir öğrenci Türkiye 98.si, Türkçe-Matematik alanında bir öğrenci de Türkiye 76.sı oldu. Diğer talebelerin yüzde 87si İstanbul’daki 4 yıllık üniversitelere yerleştiler.
Sene gayet rahat ve düzenli bir şekilde geçmiş ve okul, artık özel okullar arasında saygın bir konuma gelmişti. İl ve İlçe Milli Eğitimin yaptığı toplantılarda, Devlet ve Özel okulların yöneticileri, Akif Bey ve diğer müdürlere saygı ve gıpta bazen de kıskançlıkla bakıyorlardı.
Sene sonunda, Yönetim Kurulu Başkanı Akif Bey’i odasına çağırdı ve gelecek sene yeni bir yapılanmaya gideceklerinden onunla çalışmayacaklarını söyledi. Onurlu bir kişi olan Akif Bey, Başkana teşekkür etti ve okula dönüp yönetici ve öğretmenlerle vedalaşıp eşyalarını toplayıp ayrıldı. Hâlbuki yönetici ve öğretmenler, onun Genel Müdür olacağını düşünüyorlardı, bu garip karara şaşıran hepsi üzüldü fakat yapacak başka bir şey yoktu…
***
Akif Bey, yeni bir okul arayışına girdi. Lakin çoğu özel okul kadrosunu belirlemişti. Anadolu yakasında Ümraniye’de oturan Akif Bey’in biri kız iki çocuğu üniversitede, onlardan dokuz sene doğan oğlu da ilkokulda okuyordu. Çalışmak zorundaydı. Öğretmen olarak da çalışmaya razıydı ki ailesini alıştığından aşağıya düşürmesin…
Sonunda Başakşehir’de bulunan bir özel okulla Anadolu Lisesi Müdürü olarak anlaştı. Ailesini de alıp kendi evini kiraya verip oradaki bir evde kirada oturmaya başladı. Çok zeki ve başarılı olan oğlu, kazandığı Anadolu Lisesi’nde bir yıl İngilizce okumuştu. Ailenin ayrı yaşamasını istemediklerinden onun kaydını istemeyerek alıp Başakşehir’de taşındılar.
Okul yakındı, gelip gitmesi çok kolaydı. Lakin bu okul ve idarecileri, özel okulculukta tecrübeli değildiler. Okulun Yönetim Kurulu ve çevresi taşradan yeni gelmiş insanlardı. Onlarla anlaşıp kaynaşmak zor oldu. Orada geçen iki senede Akif Bey, ciddi zorluk çekti. Hem kendi anne ve babası hem de eşininkiler Anadolu yakasında kalmışlardı. Hafta sonları ancak Pazar günleri onları görebiliyorlardı, çünkü cumartesi günleri okulda kalıp çalışmak zorundaydı.
Büyük oğlu, girdiği sınavda büyük başarı gösterdi, Matematik-Fen alanında ilk yüzde bire girdi, okulun en başarılı öğrencisi oldu. Okulun başarısı, maalesef istenen düzeyde değildi. Ama Yönetim Kurulu bunu dert etmiyordu. Başakşehir’de ikisi devlet olmak üzere üç özel okul daha vardı. En eski özel okul onlarınki olduğu için velilerin çoğu diğerlerinden daha çok onları tercih ediyorlardı. Çünkü reklam ve tanıtımda çok başarılıydılar.
Akif Bey, orada bir sene daha çalıştı. Özellikle o yıl çok zorluk çekti. İki müdür yardımcısı tecrübeli değildiler, birisi de Yönetim Kurulu’ndan birinin hanımın kardeşi olduğu için ona söz geçirmek mümkün olmuyordu. Müdür yardımcılarıyla uyumlu olamadı ve sene sonunda Yönetim Kurulu, onunla çalışmayacağını söyledi. Akif Bey, bu karara bir anlamda memnun oldu.
Kısa bir zaman sonra Bakırköy’deki bir okulla anlaştı. Müdür yardımcısı çok tecrübeliydi. Orada iki sene çalıştı. Ücreti eski okullara göre daha düşüktü ama kafası rahattı. İki sene de orada rahat bir şekilde çalıştıktan sonra, Yönetim Kurulu Başkanı Akif Bey’i, kendisinden memnun olduklarını ama öğrenci sayısını arttırmada beklentinin altında kaldığından bu konuda daha başarılı olacak birini görevlendirmek istediklerini söyledi.
Emekliliği çoktan dolmuş olan Akif Bey, artık özel okullarda çalışmak istemiyordu, devlete dönmek de artık zorlaşmıştı. Çocukları da büyümüştü. ‘Hamd olsun, başımızı sokacak evimiz var; kenarda paramız da var, Hanımla birlikte Hacc’a gidip üzerimize farz olan bu ibadeti artık eda edelim’ dedi. Kiracı ve ev sahibine haber vererek okuldan tazminatını alarak ayrıldı ve kendi evcağızına döndü.
***
Nihayet emekli olmuştu, Biyoloji öğretmeni Akif Bey…
Hanımıyla beraber Hacca gidip döndüler. Hac, onlar için hayatlarında bir dönüm noktası oldu. Giderken, Mekke ve Medine’de birçok yeni dostlar edindiler. On sene kadar önce Umre yapmışlar, çok büyük feyz ve berekete erişmişlerdi lakin Haccın neşesi, bereket ve feyzi bambaşkaydı. Hacerülesved’i selamlayıp tavaf ederken kimi zaman iki gözlerinden yaşlar döküyorlardı. Bol bol Zemzem suyu içiyorlar, Kur’an okuyorlar ve yorulunca bir kenarda uyuyuveriyorlardı. Mina ayrı bir letafetteydi. Arafat’ta vakfeye durup öğle ve ikindi namazlarını bitiştirip gözyaşlarıyla dua etmeleri başka bir âleme gitmek gibiydi. Müzdelife’de ise akşam ve yatsı namazlarını bitiştirip 21 taş toplayıp ilk şeytan taşlamaya doğru, kendi kafileleriyle birlikte ağır ağır yürümeleri, onlara hayatlarında görmedikleri başka bir halavet yaşatmıştı. Şeytan taşlarken, şimdiye kadar ona uyup işledikleri günahlar akıllarına geliyor ve ağlayarak tövbe ediyorlardı. Veda tavafından sonra Kâbe’ye el sallayıp ayrıldıkları gözlerinden silinmeyen bir hatıra olarak kalmış, her sene Hac mevsiminde o hatıra, onların gözlerine yaşlar dolduruyordu. Medine, Sevgilinin şehri başka âlemdi. Mescid-i Nebevi’den çıkmak istemiyorlar. Bütün namazlarını orada kılıp bol bol dualar ediyorlardı. On gün o mübarek şehirde kalıp hısım akraba ve komşular için Hanımıyla beraber bol bol hediye alarak gözyaşlarıyla o mübarek beldeden hüzün ve hasretle ayrılıp uçakla İstanbul’a döndüler. Bir ay kadar misafirler gelip gittiler. Onlara zemzem ve hurma ikram edip hediyelerini verdiler. Sonra yeniden Hac ve Umre yapmanın hasretiyle günlerini geçirmeye başladılar.
Akif Bey, daha sonra, hısım akraba ve komşulardan Biyolojide zorlananlara ücretsiz dersler verdi. Ailesi zengin olan gençlere de ders verip aldığı ücretle aile bütçesine katkı yapıyordu. Eşi de kanaatkâr bir hanımdı. Her evde olduğu gibi bazen tartışma yaşanıyordu ama bunlar zaten evliliğin tuzu biberi değil midir… Akif Bey, bu durumlarda sabırlı davranıyor, geri çekiliyordu lakin bazen de kızmak zorunda kalıyordu. Bazen bir iki ay küs kalıyorlar ama sonra yeniden barışıyorlardı.
Oğlu İTÜ Elektrik Fakültesi’ni bitirmiş ve yüksek lisansa başlayıp bir işe de girmişti. İyi derecede İngilizce biliyordu ama Almanya’ya gidip asıl orada master yapmak istediğinden hafta sonları Almanca öğrenmeye çalışıyordu. Nihayet Almanya’da iyi bir üniversitenin sınavını kazandı ama o üniversite yüklüce bir paranın yatırılmasını şart koşuyordu. Başka çaresi olmayan Akif Bey, arabasını satıp oğluna verdi. İlk göz ağrısından artık uzun bir ayrılık bekliyordu onu. Çünkü oğlu oradan dönmeyi düşünmüyordu, memlekette kıymetinin bilinmediği düşüncesindeydi.
Kızı da üniversiteyi bitirmiş ve bir işte çalışmaya başlamıştı. Bir süre sonra kendisinden büyük birisiyle evlenmek istediğini söyledi. Annesi, babası ve dayıları onu bu yanlış düşünceden vaz geçirmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Çok inatçı ve çetin olan kız, onları dinlemedi. Bu işin sonunun olmayacağını bilen anne ve babası, istemeye istemeye düğün hazırlıklarına giriştiler… İçlerinde derin bir kederle nikâh ve düğünü beraber yaptıktan sonra başları önünde evlerine döndüler. Uzun bir zaman sessiz kaldılar ve namazlarını kılıp sakince yaşamaya başladılar. Tabii olarak hısım akraba ve komşularından utanır olmuşlardı. Evde bir tek küçük oğulları kalmıştı. Bir sene geçmedi ki kız, o adamdan ayrıldı. Başka bir işe girip bodrum katında bir evde yaşamaya başladı. Anne baba ve akrabalarına karşı çok mahcup olmuştu, onlar haklı kendisi haksızdı. Fakat aldığı terbiyeyle sağlam bir kişilik kazanmıştı, düşüncesini sadece işine verdi. Bir sene kadar sonra baba evine gelip özür diledi, ana babasının ellerini gözyaşlarıyla öptü. Hafta sonları eve gelip gidiyordu…
***
1961 doğumlu olan Akif, çocukken de ilim öğrenmeye çok meraklıydı. Daha ilkokula gitmeden Kuran öğrenmeye ve dini bilgileri öğrenmeye başlamıştı. Her sene yaz Kuran kurslarına devam ederek bu konudaki bilgisini arttırıyor ve mümkün olduğu kadar ezber yapıyordu. Lise çağına gelince, babası onu İmam Hatip Lisesi’ne yazdırmak istemişti ama annesi buna karşı çıkmıştı, çünkü yeni açılan okulun oğluna çok fazla şey katmayacağını düşünüyordu. Bu fikri akla yakın bulan babası, Akif’i İzmir’in en iyi okuluna yazdırdı. Yalnız ilk sene bir dersten ikmale kalan Akif, diğer sınıfları doğrudan geçerek 1978’de liseyi iyi dereceyle bitirip aldığı puan İzmir ve taşradaki şehirlerde tıp fakültelerini tutmasına rağmen İstanbul’da okumak istediğinden üst sıralara tıp ve diş bölümlerini yazmış ve en başarılı olduğu dal olan Biyolojiyi de ortalara doğru bir yere yerleştirmişti.
İstanbul, medeniyetimizin en önemli şehirlerinden biriydi. Küçükken birçok defalar gelmişlerdi ama lise son sınıfa geçince babasıyla gelmişler, camileri gezmişlerdi. Âşık olmuştu genç Akif bu muhteşem şehre. Onun için bütün tercihlerini İstanbul’dan yapmıştı.
Sonuçlar açıklandığında, Laleli’de Fen Fakültesi’nin Biyoloji Bölümü’nü kazandığını öğrenince çok sevindi. Tek başına gelip kaydını yaptırdı. Babasının tanıdığı birisinin referansıyla okula yakın bir yurda yerleşti ama orada rahat edemedi. O zamanlar kiralar ucuzdu, yurtta tanışıp anlaştığı Diş Hekimliğinde okuyan bir arkadaşıyla Fatih semtinde küçük bir bekâr evine taşıdılar. Yurda verdikleri aidattan biraz fazlasıyla bu evde kalabileceklerdi. İkisinin de okulları yakındı. Sabah namazlarını Fatih Camii’nde kılıp kahvaltılarını beraber yapıp okullarına gidiyorlardı.
Genç Akif, okulun dışında sohbet, seminer ve konferanslara giderek kendini geliştiriyordu ama bu, ona yetmiyordu. Fatih Camii’nin kıble tarafındaki Dülgerzade Kuran Kursu’nda medrese usulü Arapça öğretiyorlardı. Güler yüzlü Ahmet Kemal adlı bir hocadan sarf yani kelime çekimi ilminin ilk kitabı Emsile’yi ezberlemeye başladı.
O zamanlar anarşi vardı. Sağ ve sol gruplar, fikren münakaşadan sonra, birbirlerine dış güçler tarafından düşman edilip silahlı çatışmaya sürüklenmişlerdi. Hâlbuki fikri münakaşalar herkesi kitap okumaya mecbur bırakıyordu. O dönemin gençlerinden akılları başları yerinde olanlar, kendilerini çok iyi yetiştirmişlerdi. Sağ kesimden olanların meraklıları Osmanlı Türkçesini de öğreniyorlardı. Akif de onlardan birisiydi.
1980 darbesi, ülkeye ve genç kesime büyük darbe vurdu. Evet, anarşiyi ortadan kaldırdı ama askerlerin ülkeyi yönetmesi, siyaset ve ekonomiden anlamadıklarından memleketin geleceğini tehlikeye soktu. Üstüne üstelik Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) diye bir kurumu, yükseköğrenimin başına musallat etmişler, üniversite ve fakülte sayılarını gereksizce arttırmış ve seviyeyi düşürmüşlerdi.
Akif de bu karışık ortamdan etkilendi ve sarsıldı. Üçüncü sınıfa devam etti ama okula ancak üçte iki devam mecburiyetini dolduracak kadar devam etti. İçine bir isteksizlik geldi. İstanbul’un çeşitli yerlerini geziyor, yeni arkadaşlar ediniyordu. Ama Arapçayı bırakmıştı.
Bir tez yapıp okulu iyi dereceyle bitirdi. Yazın günde on saatten fazla çalışarak yüksek lisans sınavlarına hazırlandı. Sınavda da elinden geleni yaptı. Fakat askeri yönetim, darbe öncesinde iyice kamplaşmış olan üç yıllık Eğitim Enstitüleri’nin hocalarının üniversitelerde hoca olmalarını istemediğinden bu sınavlara Milli İstihbarat Teşkilatı’nı süzgecinden geçmiş olanların kazanmasını sağladı. Ailesi ve kendisi dindar olan Akif, maalesef kazandırılmadı, eşya ve kitaplarını toplayıp ailesinin yanına İzmir’e döndü. Yeni öğretmen alımı da yapılmadığından bir sene sabahlara kadar kitap okuyarak geçirdi.
Sonraki sene öğretmen alımında Adapazarı’na tayin olup üç sene orada çalıştıktan sonra, Ankara’ya üç yıl orada öğretmenlik yapıp İstanbul’a atandı. Gelince evlendi ve Beşiktaş ve Ümraniye’deki okullarda çalıştı. İlki erkek olan çocuğundan bir buçuk sene sonra bir de kız çocuğu oldu. On bir sene devlet okullarında çalıştı. Borçlanarak Ümraniye’de bir ev sahibi oldu. İkinci el bir de araba aldılar. Yaz tatillerinde İzmir’e gidip anne ve babasına gidip denize giriyorlar, gezip tozup tekrar dönüyorlardı. Torunlarından ayrı kalmak istemeyen dede ve babaanne de İstanbul’a gelmek istiyordu. Annesinin merhum babasından kalan bir evi satıp İstanbul’a yerleştiler. Yedi sene sonra, bir Cuma sabah namazından sonra, başında Yasin okurken babası vefat etti. Çok üzüldü, lakin ölümün de dirimin de Allah’tan olduğuna imanı tam olan Akif Bey, onun bütün defin işlerini kendisi yaptı. Bir erkek kardeşi vardı, o da eczacıydı, Muğla-Bodrum’da eczanesi vardı. Beş sene sonra da onu kaybetti. O evlenmemişti. Dükkânı tasfiye edip tanıdığı birisine ucuza kiraya verdi ve döndü.
***
Yalnız kalan annesini de yanlarına almışlardı. Anacağınızın diyabetten önce bir ayağı, altı ay sonra da diğeri dizden aşağı kesilmişti. Üzüldü ama yapacak bir şey yoktu, çünkü annesi bir türlü perhize devam etmiyordu. Bir sene sonra da gözleri görmez olmuştu. Onunla az çok ilgileniyor, halini hoş tutmaya çalışıyordu. Namazlarını cemaatle kılıp bazı dersler veriyordu ama içinde bir boşluk vardı.
Artık Arapçaya yeniden başlamak ve yeniden öğrenci olmak istiyordu, emekli öğretmen Akif Bey. Bir gün camiye giderken âlim olduğunu zannettiği bir kişiyi gördü ve ‘Bu zat, galiba âlim bir kişi, galiba komşumuz’ dedi kendi kendine. Düşüne düşüne camiye gitti. Ama o zatı bir daha göremedi. O hafta, eski talebelerinden biri onu telefonla aradı ve cumartesi günleri öğleden sonra üniversite mezunu olup şirketlerde çalışmış, bu arada medrese usulü Arapça öğrenip okunması gerekli bütün kitapları bitirip icazet almış aydın bir hocayla ders yaptıklarını söyledi. Talebesine hocaya kendinden bahsetmesini ve kabul ederse derslere katılmak arzusunda bulunduğunu arz etmesini istedi. Mehmet Güneş adlı hoca da ‘Buyursun, gelsin’ deyince derslere Emsile’den başladılar. İlk dersi Mehmet Hoca verdi. Dersler ilk başta zor geliyor, okutulan kitaplar Çince gibi geliyordu, emekli öğretmen Akif Bey’e.
Artık hafızası zayıflamıştı. Emsile’yi ezberlemekte zorlanıyordu. Ta ki yeniden başladığı hatminde Bakara suresinin 32. ayeti olan “Kaalû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente-l-Alîmu-l-Hakîm (Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler. (Diyanet İşleri Kur’an-ı Kerim Türkçe meali)” ayetini yeniden okuyuncaya kadar… Kendi kendine ‘Ya Rabbi, sen öğretmezsen biz öğrenemeyiz’ diyerek dört elle ezberlemeye başladı. Kısa bir zamanda Emsile’yi bitirip Bina kitabını da bitirdikten sonra dersleri, akaid ve fıkıh kitabından okudukları kitapları daha iyi anlamaya başladı. Sarf yani fiil çekimi kitaplarını yani Emsile ve Bina’yı birer kere daha ezberleyip Arapçada cümle bilgisi olan Nahivden Avamil-i Birgivi’yi ezberledi ve beraber ders yaptıkları arkadaşlarına yetişti. Yaz günleriydi, üçte derse başlayıp ikindiden sonra beraberce yemek yiyorlar, yatsı namazından sonraya kadar derse devam edip evlerine dönüyorlardı. Böylece dokuz ay kadar devam ettikten sonra Ahmet Hoca, bir başka yere taşınmak zorunda kaldığından onunla yaptığı dersler kesildi. Çok üzüldü ama yapacak bir şey yoktu. Artık bu işe başlamıştı, devam edecekti. Hocanın talebelerinden ve kendi çocuklarından daha küçük yaşta olanlardan Arapça öğrenmeye devam.
Arapça sayıları öğrenirken Marmara İlahiyat Fakültesi talebesi ikeninstagram kanalıyla tanışıp ders yapmaya başladıkları Abdüssamet Hoca, onu imtihan etti ve Ahmed Bey, bu sınavda 77 aldı. Hoca ‘Yarım puanı da ben ekledim’ deyince eski günleri aklına geldi, güldü ve bu hatırasını herkese anlatmaya başladı. Hele eski öğrencilerine ‘Size yaptığım, bakın benim başıma da geldi’ dedi. Sıfırcı bir hoca değildi, ama herkesin hakkı olan notu almasını isterdi, önce öğrenci sonra öğretmen daha sonra da hem öğretmen hem öğrenci olan Akif Bey…
Hâla devam etmeye çalışmaktadır, sakalı saçı ağarmış Ahmet Bey, biraz öğretmenliğe ama daha çok talebeliğe…
Haydar Hepsev
Ağustos 2022