ÖNCE İÇTE BİRLİK
İslam Birliği Bir Ütopya Değildir
Geleceğe bakan yüzüyle hayal, geçmişe bakan tarafıyla bir hikâye de değildir.
Geçmişimizde birçok kere gerçekleştiğinden bir menkıbe de değildir. Tarih, İslam Birliği’nin örnekleriyle doludur. Geçmişte bir kere dahi gerçekleşmiş bir işin günümüzde ve gelecekte olması da imkân dairesinde olduğundan, İslam Birliği bir hayal de değildir.
Uzun vadeli bir proje de değildir. Mesele gönüllerin ve zihinlerin bu büyük işe yönelmiş olmasındadır.
Evet, bir idealdir İslam Birliği. Hedef ve gayrettir. Her anımızı kuşatan bir amaçtır. Gönlümüzün muradıdır.
Birlik fikrimiz, bir düşünme biçimidir. Bir zihniyet meselesidir. Kısa, orta ve uzun vadeli eylem planımızdır. Her anımızı kuşatan bir aksiyondur, birinci gündem maddemizdir.
Kahramanların işidir, birlik için çalışmak. Mangal gibi yüreği olanların kutlu çabasıdır. Bilgi ve görgü sahiplerinin işidir. Tarih bilgisi sağlam olanların, kaliteli ve doğru bilgiye dayananların başarabileceği bir çalışmadır.
Tarihin derinliklerinden gelen sesi duyabilen aydın gönüllerin idealidir. Dünyanın her yanındaki mümin gönüllerin muradını sezebilen büyük kafaların çabasıdır. Mazlumların seslerini ya da sessizliklerini işitebilen merhameti büyük adamların, adam gibi adamların hedefidir, İslam Birliği.
Zalime karşı durmaya gücünüz yetmiyorsa birleşmek zorundasınız. Organize olmuş hıyanete karşı birleşmeyip ne yapacaksınız. Eliniz kolunuz bağlı olarak oturacak ve ah u vah etmekten başka hiçbir şey yapamayacaksınız. Filistin ve Gazze’dekiler amansız bir şekilde katledilecek ve siz gözyaşı dökmekten başka hiçbir şey yapamayacaksınız…
Keşmir’de planlı bir zulüm var. Doğu Türkistan’da planlı ve amansız bir katliam var. Afganistan ve Pakistan’da planlı ve uzun vadeli bir çökertme harekâtı var. Afrika’da, insanları açlıktan öldüren planlı bir sömürge çalışması var,
Bosna’nın acıları daha çok taze ve unutmadık henüz. Çeçenistan’ın acıları, Irak’taki işgal hâlâ devam ediyor. Ve biz oturup duruyoruz, yaptığımız en saygın iş gözyaşı dökmek… Çocuklar ve kadınlar gibi…
İki yüz yıldır, memleketimizde de bir birlik sorunu var. Binlerce insan katledilip şehid oldu, yerinden yurdundan oldu, yaban ellere gitmek zorunda kaldı.
Bu mesele de elbette İslam Birliği’nin konusudur. Yakından başlar birlik, daire daire genişler. Akrabadan başlar bütünleşme, komşudan başlar.
Birlik ve Kürtler ve Türkler
Müslüman Kürt kardeşlerimiz bizden üstündür. Çünkü onlardan nice âlim, fazıl, devlet adamı ve kahraman çıkmıştır. Mevlana Halid-i Bagdâdî, Ahmed Hânî, Bediüzzaman Said Nursî ve nice şeyh, molla ve müderris; Selahaddin Eyyubî, Şeref Han ve daha nice büyük devlet adamları, Müslüman Kürt büyükleridir. Ve tabii ki bizim de büyüğümüzdürler. Müslüman Araplar da bizden üstündür. Müslüman olan her kavim ve kabile bizden üstündür. Mümin olan her kardeşimiz elbette bizden üstündür. Tabii ki onlar da Müslüman Türkler, bizden üstündür diye düşünür. Ve üstünlük tabii ki ve elbette ki takvadadır, İslam’a ve Kur’an’a sarılma, tebliğ ve cihada rağbettedir.
Bu anlayış tarihte öyleydi, temiz insanlar arasında hâlâ da böyledir. Ama ırkçılık fitnesi girdi aramıza ve biz ayrı düştük birbirimizden. Farklı göz ve anlayışlarla bakar olduk. Birisi çıktı “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” gibi yanlış bir mısra söylemekten çekinmedi, birileri de bunu göğüslerini gere gere tekrarlamaktan. Diğeri çıktı “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” dedi, bırakınız Turan ve Türkistan’ı, Anadolu’muz gidiyordu elden, zor kurtardık, dışarıda kaldı kan ve can kardeşlerimiz, Misak-ı Milli hudutlarına bile ulaşamadık.
Irkçılık ana felsefemiz oldu, ama biz onu milliyetçilik adıyla biraz İslamileştirdik, daha doğrusu öyle zannettik. Dağlara taşlara “Ne mutlu Türküm diyene” yazdık ve hiç kimsenin bundan rahatsız olabileceğini düşünmedik, belki de özellikle rahatsız etmek istedik. Ve onlara da biz öğrettik ırkçılığı. Milliyetçilik postuna bürünen ırkçılık herkesi kandırabilir: “Irkçılık yapmıyorum ki ben, kendi insanlarımı seviyor ve onların üstünlüğünü savunuyorum sadece” der ve ona pek güzel bir kılıf bulmuş olur.
Türk milleti diye bir tabir uydurduk. Hâlbuki millet demek, din ve o dinin toplumu demektir. Daha önce de yazdık, tekrar edelim. “Din ile millet, bir madalyonun iki yüzü gibidir: Din, inanç ve uygulama esaslarıdır, millet de bu esaslara uyanlardır. Millet-i İslamiye demek, İslam’ın milleti, İslam’a bağlı toplum demektir.” Millet tanımının içine Türk de girer, Kürt de girer, Arap da girer, Çeçen de girer, Müslüman olan bütün kavimler girer. Millet kelimesini, nasıl olur da bir kavim kendine hasredebilir…
Dile Yasak Olur mu…
Arap ve Kürt kardeşlerimizin kendi dilleriyle konuşmalarına izin vermedik. Şu olayı bizzat kendisinden dinlediğim ailesi Kürt beylerinden olan Mardinli bir arkadaşım vardı. 1983’te PTT’de annesiyle telefonla görüşürken Kürtçe konuştu diye jandarma tarafından sertçe uyarılmış. “Annem köyden dışarı hiç çıkmadı, tek kelime Türkçe bilmiyor” dediyse de kabul görmemiş ve arkadaşım annesiyle konuşamadan geri dönmüş. Bu, en hafif bir olaydır, daha niceleri ve ağırları var. Ve bunca yanlışlığa rağmen Müslüman Kürt kardeşlerimizin çoğu yanlışa ve fitneye düşmedi. Düşen gençleri de bir dereceye kadar mazur görüyorum, çünkü ilmen ispat edilmiştir ki etki, tepkiyi doğurur.
Hata yaptığını itiraf etmek ve özür dilemek bir erdemdir. Aciz bir kardeşleri olarak bendeniz, Kürt kardeşlerimden, şimdiye kadar yaptığımız bütün yanlışlardan özür diliyorum. Umarım ki kendileriyle aynı kavimden olduğum Müslüman Türk kardeşlerim ve tabii ki devletin ileri gelenleri de özür dilemeyi ve Müslüman Kürt kardeşlerimizin kalbini kazanmayı başarırlar. Yani devlet adamları, üniversite hocaları, aydınlar da… Tabii ki özür dilemek, yeterli değildir. İşin tam gereğini yapmak gereklidir, zordur ama başka çare de yoktur.
Müslüman Türk, yeniden efendi olacaksa ırkçılığı tamamen bırakmak zorundadır. Yeniden efendi olacaksa yeniden alçakgönüllü olmalıdır. “Hâkim” değil “hadim” olmalıdır, yani hükmeden değil hizmet eden. Osmanlı zamanını görmüş birçok büyüğümüzle tanışma fırsatım olmuştu. Onlardan duyduğum bir hatırayı aktarmak istiyorum: Derlerdi ki “Biz alenen Türküz demekten çekinirdik.” “Neden” diye hayretle sorardım, çünkü ben de şimdiki eğitim sisteminin milliyetçi yani ırkçı etkisini taşıyordum. “Diğer kardeşlerimiz, diğer unsurlar alınır diye. Çünkü bir yönetici unsuruz” cümleleri beni çok düşündürmüştü. Demek ki ecdadımız Osmanlı, kendilerinin Türk olduğunu diğer unsurlar belki alınırlar diye söylemekten çekinen âlicenap insanlardı, demek ki onun için 600 sene, bu kadar kavim ve unsuru bir arada tutabilmişlerdi, adalet ve hakkaniyetlerinin yanında demek ki bu da vardı. O zamandan beri, bu konuda farklı düşünüyorum.
Kürtler Yaban, Kürtçe Yabancı Dil Değildir
Ülkemizde, terör olaylarının arttığı 1990’lı yıllardan bu yana büyük bir sosyolojik hadise yaşanıyor: Yeni bir göçe daha tanık oluyor Anadolu toprağı. Bu kadim coğrafya, tarihin her döneminde böyle göçlere şahit oldu. Kimi kavimler sadece göç etti doğudan veya batıdan gelip kim bilir nereye. Kimi kabileler de gelip bu bereketli toprağa yerleştiler.
Milli şairimiz Mehmed Âkif’in deyimiyle “cennet vatan”ımız Anadolu, gerçekten dünyanın en verimli ve bereketli topraklarına, en zengin madenlerine, denizlere ve nehirlere, dağ ve ovalara sahip eşi menendi bulunmaz memlekettir. Bir tarafı Karadeniz’dir, hırçındır. Bir tarafı Ege’dir, Akdeniz’dir; heyecanlı ve değişkendir. Bir tarafı yaz, öbür tarafı kıştır. Ve dünyada benzeri yoktur.
Hem doğu ve batı arasında, hem kuzeyle güney arasında bir köprüdür. Üç belalı toprağın ortasında ve arasındadır. Kafkasya sert ve haşindir, her dağında ayrı bir kavim ve dil vardır. Balkanlar, dağ ve ormandır. Ortadoğu, din ve milletlerin sergi yeridir.
Topraklarımız zengindir. Anadolumuzun stratejik önemi vardır, bundan ötürü düşmanların iştahını kabartır. İnsan unsurumuz çeşitlilik açısından da çok zengindir ve bu, dünyanın pek az yerinde vardır.
İnsanların bu derece renkliliği ve çeşitliliği, elbette, bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Çünkü nerede bir zenginlik ve bereket varsa orada mutlaka sorunlar vardır. Lakin problemin olduğu yerde de mutlaka çözüm vardır ve çözüm sadece matematiğe mahsus değildir. Sosyal olaylarda da çözüm vardır, iki kere iki dört eder keskinliğinde değildir, uzun vadeli ve çok zahmetlidir. Çeşitlilik, zenginliktir. Onun için sorunların çözümü de tarihi süreç içinde kolay olabilmektedir ve bunun örnekleri çoktur.
Önyargılar ve bilgisizliktir sosyal olayların çözümünü engelleyen en önemli sebep. Menfaatler ve yanlış inançlardır. Köksüz ya da kökü dışarıda olan ideolojilerdir. Irkçılıktır. Ve ırkçılık, nice zamandır bu topraklarda yaşamayı bize zehir etmiş olan en vahim bir hastalıktır. 100 yıldan ötesine gittiğinizde bu düşünce kirliliğini bulamazsınız. Bu coğrafyada büyük devlet kurmuş olan hiçbir devlette (Hitit, Roma, Selevkos, Bizans, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı’da) ırkçılığı bulamazsınız.
İyi de kimse ben ırkçıyım demiyor, diyemiyor ve diyemez de; çünkü insanlık suçudur. Ama problem de böylece bitmiş olmuyor. Evet, kimse ırkçıyım demiyor ama “Türk milliyetçisiyim”, Kürt milliyetçisiyim” ya da “Arap kavmiyetçisiyim” diyebiliyor ve bu anlayış en ufak bir şekilde eleştiriyi bile kabul etmiyor. Çünkü ırkçılık gözlerini bağlamış. Nasıl mı?
Milliyetçiyim diyenler kendilerini şöyle bir test etsinler: a) Yahudiler ırkçıdır, kendileri de Yahudiler gibi mi; yani kendi uluslarını herkesten yüce görüyorlar mı? b) “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur” mısraını göğüslerini gere gere okuyorlar mı? c) Kendilerine dil ve kültür yasağı konsa ne yaparlardı? Sorular artırılabilir ama işi özetleyen bu suallere vicdanlarıyla beraber aynanın karşısında verecekleri cevaplar, onlara kendilerini tanıma fırsatı verecektir. Kendini tanıyan Rabbini bilir, Rabbini bilen merhametli ve anlayışlı olur; böylece hatasından döner, işin aslını araştırmaya başlar, sorar, öğrenir ve hakikate teslim olur.
Önce kelime ve kavramları araştırmakla başlayalım. “Millet” din ve o dinin toplumu demektir. Muallim Naci’nin Lugat-ı Naci ve Şemseddin Sami’nin Kaamus-ı Türkîsine lütfen bakınız; orada göreceksiniz ki ırk anlamında kullanılışı çok yenidir, 1890’ardan sonradır.
Bizi, Batıdan ithal edilen kelime, fikir ve felsefeler perişan etti. Yeniden kendimize dönmek istiyorsak kendi kelimelerimizin asıl manalarını bilmek zorundayız. O zaman yakın tarihe şöyle bir bakalım:
Batı ya da sınırlandırırsak (çünkü ABD ve Rusya Avrupa devletleri gibi değildir, çok ulusludur) Avrupa, yani özellikle Fransa, Almanya, İtalya ırk esasına dayanan ulus devlet modeline yönelmek durumundaydı. Kendi coğrafyaları ve tarihleri onları ulus devlete yöneltiyordu çünkü. Buna rağmen, ırkçılık onlara da yaramamıştır; I. ve II. Dünya savaşlarının altında hemen ırkçılığı görüvereceksiniz.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca galip devletler, bize ulus devleti dayattılar, biz de kabul etmek zorunda kaldık. Hemen sonrasındaki II. Dünya Savaşı ve ardından doğan Soğuk Savaş döneminde, dayatmayla oluşmuş bu yapı pek sorgulanmadı. Lakin Sovyetlerin çökmesinden sonra oluşan (ya da hâlâ oluşamayan) Yeni Dünya düzeninde artık pek çok şey farklı. Artık tarihi meseleler, coğrafi problemler ve etnik sorunlar dünyanın daha çok gündeminde. Ve eskide kalanlar için tehlike çanları çalıyor artık. Yani ırkçılık ve ulus devletçilikte ısrar edenlerde.
Anlamak ve Kaynaşmak
Yeniden göç olgusuna dönebiliriz artık, bu uzun özetten sonra ama işimiz o kadar kolay değil, onun için uzun uzun, derin derin düşünmekten başka çaremiz de yok.
Evet, orta ve batı şehirlerimiz güneydoğudan gelen Kürtlerle tanışmakta ve tabii ki yadırgamaktadır. Bu da normal karşılanmalıdır. Yüzyıllık düzen iyice değişmektedir.
Göç eden Kürt halkı, kırsal alandan gelmekte ve şehirlerin yaşantısına tam olarak katılamamaktadır. Ucuz işgücü sağlayıp maddi düzeni sarsmakta ve bu yüzden düşmanlık çekmektedir. Mafyanın etki alanına girip bazıları bu yüzden çok çabuk zengin olmaktadır. Bu sebeplerle göç ettikleri yerin ahalisiyle kaynaşmaları zorlaşmaktadır. Buna benzer sebeplerle yerli halk da onları pek kabul etmemektedir.
Bir yabancı gelse ve bizim üst katımızda otursa ve “efendice” içki içse ve fuhuş yapsa ona bir şey söyleyemiyoruz. Yollarda ve parklarda öpüşen, camilerimizin karşısında saygısızca ama “medenice” içki içen turistlere bir şey diyemiyoruz. Lakin yurdumuz tehlikeye girdiğinde bizimle beraber şehid olacak insanlara bu kadar düşmanlık ediyoruz, olacak şey mi bu… “Gelmesinler, gelmişlerse varoşlarda yaşasınlar, bize komşu olmasınlar vb.” düşüncesi, ne kadar kötü bir anlayıştır…
Anadolumuz çok göç almaktadır. Biz de göçmeniz, buralara ilk geldiğimizde acaba nasıldık… Her gelen belki birçok bakımdan medeni değil lakin bizim onları dışlamamız doğru mudur… Selam versek, gönlümüzü açsak, çocuklarına müşfik davransak neyimiz eksilir… Yaban mıdır, yabancı mıdır Kürtler… Hayır, öz kardeşlerimizdir. Bize düşen de kardeşimize sahip çıkmaktır.
Yapılması gereken, ne olursa olsun, onları kazanmaktır. Tek tek, aile aile kazanmak. Devletin, vakıfların ve yardım kuruluşlarının, cemaatlerin göç eden kardeşlerimize öncelik vermeleri gerekir. Böylece göçmen kardeşlerimizin uyumu ve bütünleşmesi kolaylaşacaktır; terör örgütlerinden ve mafyadan kurtulacaklardır.
Kürt kardeşlerimizi, anlamaya çalışmalıyız. Evet, onlarda da ırkçılık belası vardır (onların milliyetçiliği maalesef bizdekini de körüklemektedir). Kürtlerin bir kısmı da teröre bulaşmıştır. Ama bunda bizim yani devletimizin de payı yok mu? Doğudaki medrese geleneğine, devlet, büyük darbe vurmamış mıdır? Vurmasaydı ırkçılık fitnesi bu kadar büyümeyecekti. (PKK de medreseleri hedef almıştır, bu paralellik, işin başka yerlerde planlandığına alamettir.) Devletin özellikle 80 darbesinden sonraki zorbalık ve zalimliğinden ötürü bir kısım Kürtler, devlete ve Türk kardeşlerine düşman olmamış mıdır… Dillerini konuşmayı ve yazmayı uzun zaman engellediğiniz insanların bir televizyon (TRT Kurdî) kanalı açıldı diye, hemen size dost olmasını nasıl beklersiniz…
Kibir ve gururla hiçbir şey kazanamayız. Kibir Allah’a mahsustur. Bir Müslümanınsa şeytandan veya köpekten kaçar gibi kaçması gereken kötü bir huydur. İnsanı şirke ve küfre götürür. Irkçılığın temelinde işte kibir vardır.
X, Q, W Nasıl Ayıracakmış Bizi?
21 Mart geldiğinde son senelerde gereksiz ve hatta komik tartışmalar yaşanıyor. Birbirinden hiçbir farkı olmayan bir kelimenin nasıl yazılacağı problem oluşturuluyor. O kelime “newroz” veya “nevruz” yazılsa ne fark eder diyemiyoruz maalesef. Gözleri kör etmiş olan ön yargılar, bilgisizlik bilinçsizlik ve milliyetçilikten ötürü “v” ya da “w” büyük bir problem haline dönüşebiliyor.
Çok değil 100 sene önce Türk’e ve bir Kürd’e, gün gelecek çocuklarınız bir harfin yazımından ötürü kavga edecekler deseler “ahmak mı bunlar” cevabını verirlerdi. Gel gör ki hamakat aldı başını yürüdü de haberimiz yok. Dışarıdan bakanlar da zaten ya gülüyorlar ya da zevkten dört köşe oluyorlar, çünkü onların işine geliyor. Öyle ya kardeşler kavga edecek onlar sömürmeye devam edecek…
Rahmetli dedemin misafiri bol olurdu. Bazı konukları geldiğinde onlara “vara vara nan buxa” derdi, onların da gözlerinin içi güler, sofraya zevkle gelirlerdi. Gidince sorardım o cümlenin ne demek ve nece olduğunu; “gel gel ekmek yiyelim” ve “Kürtçe” cevaplarını alırdım. Validem de bazı teyzelere sorardı: “Kırmançe zôni?” Onlar da gülerek “He, valla” derlerdi. Annemin cevabı da “Kırmançe biliyor musun, diyorum onlara” olurdu. (Yani bu sözler öyle yüzyıllık sözler değildir.) Bunlar son derece basit iki misaldir. Lakin bunlar gösteriyor ki Türkler gönül almasını, insan kazanmasını bilen insanlardır. Neden kazanmayalım birbirimizi yeniden, ayrılık gayrılık mı var aramızda.
1928’de Latin harflerine geçinceye kadar, aynı elifbayı (alfabeyi) kullanıyorduk ve o zaman x, q, w gibi sorunlarımız yoktu. Eski yazımızdan bir an önce kurtulmak istercesine Latin yazısına geçtiğimizden mevcut bazı sesler yeni alfabede eksik kaldı. Aslında bu seslere Latin harfleriyle yazılan Türkçenin de ihtiyacı var. Gırtlaktan gelen “hı” sesi alfabede karşılığını bulmamıştır; “ka” ve “ke” seslerini “k” ile yani tek harfle karşılıyoruz. X ile q harflerini böylece hallettik. W’yi de varsın Kürt kardeşlerimiz kullansın ne çıkar; bizde ne eksiklik olur, onlarda ne fazlalık olur? Gâvurun değil, kardeşimizin dilidir Kürtçe! İngilizce, Fransızca, Almanca ya da başka bir dili öğrenirken gözümüze çarpmayan bu harfler, kardeşimiz kullanınca neden batıyor?
Diğer taraftan deniliyor ki Kürtçe yerel bir dildir, bir kültür ve edebiyat dili değildir. Bir dereceye kadar doğru ama tam gerçeği ifade etmiyor. Peki, o zaman Şeyh Ahmed Hânî’nin [1] Mem u Zîn şaheserine ne diyeceğiz, yine aynı zatın Arapça-Kürtçe manzum sözlüğü Nûbahârâ Bıçukân’ı yok mu sayacağız? Haydi, bunları göz ardı ettik, birçok büyük dilin yok olup birçok dilin de tarih sahnesine çıktığına bu ihtiyar dünya şahit olmadı mı?
Üç büyük dil ve edebiyatın, yani Arapça, Farsça ve Türkçenin yanında Kürtçenin de bir yeri vardır ve her daim olacaktır. Bu konuda da onlara yardım etmekle yükümlüyüz. Bir kavim kendini geliştirmek isterse onlara yardım etmek, kardeşlerinin en tabii vazifesi değil midir…
***
Temiz bir gönül, iyi bir niyet, doğru mantık ve sağlam bilgiyle hareket edilirse çözülmeyecek hiçbir sorunumuz yoktur. Mesele üzüm yemek olursa üzüm de yenir, şifa olur, deva olur, gıda olur; birlik olur, güç olur, kuvvet bulunur…
Bileğimizi kim bükecek o zaman? Kimmiş deriz göğsümüzü gere gere, kimmiş o nabekâr? Kürt ve Türk el ele olursa, Kürt ve Türk ve Arap ve Çerkes ve Laz ve herkes birlik olursa kim yan bakabilir bize?
Size soruyorum, kim?
Nasıl Kurulmuştu Birliğimiz ve Bugün Ne Durumdayız?
Milliyetçiler Yavuz Sultan Selim Han’ı pek severler, sanki o da milliyetçiymiş gibi ya da o zaman milliyetçilik diye bir şey varmış gibi. O büyük bir İslam Birliği kahramanıdır. Bugünkü güneydoğumuz onun zamanında birliğimize katılmıştır (ve bu birlik Allah’a şükür ki hâlâ devam etmektedir.) Bu birliği sağlamada büyük âlim İdris-i Bitlisî’nin büyük emeği geçmiştir. Onun değerli emeklerini kısaca bir hatırlayalım da hem günümüze ışık tutsun hem de o zaman İslam Birliği’nin bir örneğini öğrenelim:
“(1514 yılındaki Çaldıran Savaşı’ndan) ve Yavuz’un İstanbul’a dönmesinden sonra maiyetindeki 10.000 gönüllü askerle Safevî kuşatması altındaki Diyarbekr’i kurtarmaya gitti ve bu şehrin kurtarılmasında büyük hizmeti geçti. Yavuz’un emriyle bölgenin aşiret beyleriyle görüşerek Urmiye, İtâk, İmadiye, Cizre, Eğil, Bitlis, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Meyyâfârikin (Silvan), Suran, Çemişkezek, Sasun, Çapakçur, Sincar, Çermik, Hızo, Zerik gibi bölgelerin savaşsız olarak Osmanlı yönetimine girmesine de önemli hizmeti gördü. … İdris’e büyük güveni olan Yavuz ona üzeri tuğralı boş kâğıtlar göndermiş ve bunların kendisi tarafından doldurularak aşiret beylerine gönderilmesini istemişti. … (İdris) Yavuz’un Mısır seferinden dönüşünde Malatya, Urfa, Besni, Ergani, Harput, Divriği, Siverek ve … Mardin’in … Osmanlı idaresine girmesini sağladı. (Diyanet İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır. İdris-i Bitlisî ile ilgili dipnota bakınız. Konumuzla ilgili olmayan bazı kelimeler alınmamıştır.)”
“(Yavuz Han) Osman oğullarının devleti sevgisini gönlünde yaşatan, dindarların en hayırlısı, kötülükten sakınanların en seçkini, parlak yazın sanatçıları arasında kalemi incelikle kullanmasını bilen, bilgileri öğretmede gönüller açan konuşmaları beceren, kutlu medresede müderris, Bitlis’in aydın soylu kişisi Molla İdris’i, hizmette bulunmanın yakınlığıyla bu beylerin gönüllerini almak için Merend’den Urmi ve Eşni yöresine göndermişti. Ona Diyarıbakır’dan Malatya’ya varıncaya dek gerektiği biçimde ve sırasıyla yaklaştıra, uzlaştıra, beyleri Osmanlı devletinin üstün egemenliğine bağlama görevini vermişti. (s.246) Onlar da aralarında görüşüp danıştıktan sonra, büyük bir toplantı yapıp, melik ve beylerden adlı sanlı yirmi beş bey bir araya gelerek karar verdiler ki, bütün kalpleri ve temiz inançlarıyla aleme gölge salan Padişahın uğruna çalışıp, kin besleyen düşmana baş eğmeyeler. (s.247) Tacü’t-Tevarih, Hoca Sadettin Efendi, yalınlaştıran İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bak. Yay., Eskişehir 1992”
O zamanın en değerli adamları bu işe vaziyet etmiş ve İslam Birliği’nin tarihteki en şanlı başarılarından birisi elde edilmişti. Bugün Kürtlerin ve Türklerin içindeki en iyi adamlar maalesef ön planda değiller. Medrese ve tekke geleneğinin etkisi iyice azaltılmış durumda. Yani tablo olumlu değil.
Vaz mı geçeceğiz, peki, biz, birlik için çalışmaktan… Asla!
Mademki İdris-i Bitlisî’den bahsettik. Onunla ilgili bir öneride bulunalım istiyoruz. Bu teklif, birliğimize de bir katkı sağlayabilir. Diyarbakır’da, dünyaca ünlü ilim adamlarımızın iştirakleri ve devlet adamlarımızın katılımlarıyla büyük bir İdris-i Bitlisî Sempozyumu düzenlenmesi, ne kadar faydalı olur. Türk, Kürt, Arap ve diğer İslam ülkelerinden gelecek aydınlar, bu büyük şahsiyet etrafında birliğimizi yeniden kurmayı konuşabilir ve çözüm önerilerini tartışabilirler.
Ne dersiniz…
Haydar Hepsev
Ocak 2022
_________________
Notlar:
(1) Yeni Dünya Düzeni, monarşileri (siyasi otoritenin seçilerek değil, babadan oğula iktidara gelmesi demek olan devlet idaresi sistemi) yıkmayı ve dini inançları yok etmeyi, ulus devletleri ve vatanseverliği sonlandırarak totaliter bir dünya devleti kurmayı planladığı düşünülen öne sürülen bir teoridir. Yahudi Rockefeller ailesiyle özdeşleşen zihin kontrolü ve bazı sistemleri uygulayarak, hükûmetleri ve kuruluşları ele geçirip yeni dünya düzeni kurmayı planladığı iddia edilen bir örgüttür. Bir teoridir ve lakin dünyada başta siyaset ve ekonomi olmak üzere birçok alanda uygulandığına dair güçlü ipuçları vardır. Bunlardan birisi de dünyayı kasıp kavuran Korona salgınıdır. Bu vebadan sonra, istatistiklere göre, dünyanın en zengin iş adamları (ki çoğu Yahudidir) servetlerine servet katmış, fakir ülkeler ise en az on kat daha fakirleşmiştir.
(2) TRT Kurdî, 1 Ocak 2009’da Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na bağlı olarak yayınına başlayan kamusal çok dilli televizyon kanalıdır.
(3) “q, x, w” harfleri, 1928 yılından beri yürürlükte olan “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”un ilgili maddesine göre yasaktı. Bu kanunun dil ve kültür kadar sosyolojimize de etkisi oldu. Bir örnek verelim: Yargıtay, 2004 yılında verdiği bir kararla, Hakkâri Asliye Hukuk Mahkemesi, içinde ‘q, x, w’ harfleri geçen Kürtçe isim konulamayacağı kararını onaylamıştı. Bu harfleri kullananlar, Harf Kanunu’na muhalefetten Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesinden yargılandı. Özellikle güneydoğuda çocuklarına bu harflerin bulunduğu isimler koymak isteyen ebeveynler, mağdur oldular. 2013’ten sonra okullarda q, x, w harflerini kullanmak serbest oldu, ancak bu üç harf alfabeye eklenmedi.
(4) Şeyh Ahmed HÂNÎ (vefatı h.1119/ m.1707 [?]) Kürd asıllı İslam âlimi, mutasavvıf, şair, gök bilimi uzmanı, tarihçi. Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi (madde yazarı: M. Said Özervarlı), İstanbul 1997, c.16, s.31-32.
(5) İdris-i Bitlisî (vefatı h.926/ m.1520): Heşt Bihişt (Sekiz Cennet) adlı eseriyle tanınan âlim, şair, hattat ve siyaset adamı. Akkoyunlu Devleti’nde resmi mektupları yazma görevinde bulundu. Yavuz Sultan Selim’in hizmetindeyken şark siyasetinde ona danışmanlık yapmış, 1514’teki İran seferine ve Çaldıran Savaşı’na katılmıştır. Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi (madde yazarı: Abdül kadir Özcan), İstanbul 2000, c.1, s.485-488.
***
* Bu yazı, ‘İslam Birliği Bir Ütopya Değildir’ başlığıyla Yüce Devlet Dergisi’nin 1 Ekim 2009 tarihli 2 ve 15 Kasım 2009 tarihli 3. sayılarında yayınlanmış; Ocak 2022’de yeniden ele alınmıştır.