RUH VE NEFS KAVRAMLARININ FARKLI KAYNAKLARDAKİ TANIMLARI
RUHUN TANIMLARI
Râgıb el-İsfahânî’nin (1) Müfredât’ında (2)
R-V-H
‘Rûh’ ve ‘ravh’ temelde birdirler; ama ‘rûh’ nefse isim yapılmıştır. Şair ateşi anlatırken şöyle der: “fe-qultü lehü-r-fe’hâ ileyke ve ahyihâ / bi-rûhike vi-c’alhâ lehâ qîtetün qadrâ (Ona dedim ki; ateşi kendine çek ve onu canlandır; Ruhunla (nefesinle) ve ateşe ölçülü, yavaş bir şekilde üfle (3).
Zira nefs, ruhun bir bölümüdür. Bu, tıpkı insanın hayvan diye isimlendirilmesi gibi nevin, cinsin isimi ile isimlendirilmesidir. Ruh; hayatın, hareketin, menfaatleri elde etmenin ve zararları defetmenin kendisiyle meydana geldiği cüzüne isim olmuştur. İşte şu âyette zikredilen budur: “Ve yes’elûneke ‘ani-r-rûhi quli-r-rûhu min emri Rabbî … (Sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir; İsra suresi, 85. ayet)” “… ve nefahtu fîhi min rûhî … (Ona ruhumdan üfledim; Hicr suresi, 29. ayet)”.
Yüce Allah, ruhu, mülkü olduğu için kendi nefsine izafe etmiş; bununla da onu şereflendirmiş ve yüceltmiştir. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi: “… ve tahhir beytiye … (Evimi temizle…; Hac suresi, 26. ayet); “qul yâ ıbâdiye … (Ey Kullarım!); Zümer suresi, 53. ayet”.
Meleklerin ileri gelenleri de ruh diye isimlendirilirler: “Yevme yeqûmu-r-rûhu ve-l-melâ’iketu saffâ … (O gün Ruh ve melekler, sıra sıra dururlar); Nebe’ suresi, 38. ayet”; “Ta’rucu-l-melâ’iketu ve-r ruhu … (Melekler ve Ruh yükselirler); Me’âric suresi, 4. ayet).
Çebrail, şu ayette Ruh: “Nezele bihi-r-rûhu-l-emîn. (Onu Güvenilir Ruh indirmiştir.); Şu’arâ suresi, 193. ayet”; şu ayetlerde ise Ruhulkudüs diye isimlendirilmiştir: “Qul nezzelehu ruhu-l-kudusi … (De ki: ”Ruhulkudüs onu indirdi) Nahl suresi,102. ayet”; “…ve eyyednâhu bi-rûhi-l-qudusi … (Onu Ruhulkudüs‘le güçlendirdik); Bakara suresi, 87. ayet”.
Şu ayette de Hz. İsa, ölüleri dirilttiği için Ruh diye isimlendirilmiştir: “…ve rûhun minhu … (… Kendisinden bir Ruh’la …); Nisa suresi, 171. ayet (4)”
Kur’an’a da; “… ve inne-d-dâre-l-âhirate le-hiye-l-hayevânu … (Ahiret yurdu gerçek hayattır); Ankebût suresi, 64” âyetinde belirtilen ahiret hayatına vasıta olduğu için şu ayette Ruh denilmiştir: “Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ … (İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik); Şûrâ suresi, 52. ayet”.
ravh: Nefes alıp vermektir. “erâha-l-insânu. (İnsan nefes alıp verdi.) “Fe-ravhun ve reyhânun … (Ona rahatlık ve reyhan vardır); Vâqi’a suresi, 89.” ayetinde geçen ‘reyhân’ kelimesi kokusu olan şey; bazılarına göre ise rızık anlamındadır. Şu ayette, yenen tane’ye ‘reyhân’ denir: “Ve-l-habbu zu-l-asfi ve-r-reyhân. (Yapraklı ve hoş kokulu taneler.); Rahmân suresi, 12. ayet (5)”
Bir bedeviye, “Nereye?” diye soruldu; o da şöyle cevap verdi: “atlubu min reyhânillâh. (Yani Allah’ın rızkını aramaktayım.)” Fakat bu kelimenin asıl anlamı yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Hadiste de şöyle rivayet edilmektedir: “el-veledü min reyhânillâh. (Çocuk Allah’ın reyhanındandır/güzel kokulu bitkisindendir.) (6)” Bu tıpkı şairin şöyle dediğine benzer: “yâ habbezâ rîhu-l-veled / rîhu-l-huzâmî fi-l-beled (Çocuğun kokusu ne güzel! / Memleketteki lavanta çiçeği kokusu.) (7)” Hadisin anlamı şu da olabilir: “Çocuk Allah’ın rızkındandır.”
rîh: rüzgâr: “O, hareket eden havadır” şeklinde tanımlanmaktadır. Yüce Allah’ın tekil formuyla rüzgâr gönderdiğini zikrettiği her yerde ondan kasıt azap; çoğul formuyla zikrettiği her yerde ise rahmettir.
Tekil forma örnekler: “İnnâ erselnâ aleyhim rîhan sarsaran … (Biz onların üstüne şiddetli bir kasırga gönderdik); Kamer, 19”; “…fe-erselnâ ‘aleyhim rîhan ve cunûden lem teravhâ … (Biz onların üzerine bir kasırga ve sizin görmediğiniz ordular gönderdik); Ahzâb suresi, 9. ayet; “…ke-meseli rîhin fîhâ sirrun … (Dondurucu bir rüzgâra benzer (Âl-i İmrân suresi, 117. ayet); “…işteddet bihi-r-rîhu … (Rüzgârın hışımla saçıp savurduğu); İbrâhîm suresi, 18”.
Çoğul forma örnekler: “Ve erselna-r-riyâha le-vâqiha … (Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik); Hicr suresi, 22. ayet”; “Ve min âyâtihî en yursile-r-riyâha mubeşşirâtin … (Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi O ‘nun ayetlerindendir); Rûm suresi, 46. ayet”; “Ve hüve-llezî yursilu-r-riyâha buşran … (Rüzgârları müjde olarak gönderen O ‘dur); A’râf suresi, 57. ayet”.
“Allâhu-llezî yursilu-r-riyâha fe-tusîru sehâben … (Rüzgâr göndererek bulutu sürer); Rûm suresi, 48. ayet (8)”. Bu ayetin rahmet anlamında olması daha açıktır. Ayetteki bu kelime, çoğul olarak da [er-riyâha] şeklinde okunmuştur (9); sahih olan da budur. Kimi zaman istiare yoluyla “galip gelme” anlamında da kullanılır: “… ve tezhebe rîhukum … (Rüzgârınız/ Kuvvetiniz elden gider); Enfâl suresi, 46. ayet”.
“ervaha-l-mâ’u” Suyun kokusu değişti. Bu kokuşmayla alakalıdır.
“rîha-l-gadîru yürâhu”: Gölet rüzgârla savruldu’, savrulmaktadır. “erâhû”: Rüzgâra girdiler/kapıldılar.
“dühnün müravvahün”: Hoş kokulu yağ. Hadiste şöyle rivâyet edilmektedir: “lem yerah râ’ihate-l-cenneti” Cennet kokusunu alamaz (10). Hadisteki “lem yerah” sözü, “lem yecid”: ‘bulamaz/alamaz’ anlamındadır.
“mervahate”: Rüzgârın estiği yer. “mirvahate”: Yelpaze: Rüzgâr estiren alet. “râ’ihate”: Rüzgâr esintisi.
“râha fülânün ilâ ehlihi”: Falan kişi ailesine gitti. Bu söz şu iki anlamda söylenmiş olabilir: Sözü edilen şahıs, ailesine rüzgâr gibi hızlı gitmiş; veya ailesine dönmekle onlara hoş bir mutluluk vermiştir.
“râha” kelimesi “ravh” kökünden gelmektedir. “if’al zâlike fî serâhin ve ravâhin”: Şu işi serbest ve rahat bir şekilde yap.
“mürâvahate”: Bir işi iki kişinin nöbetleşe yapmasıdır. “ravâh” kelimesi istiare yoluyla, insanın gün ortasında istirahat ettiği zaman için kullanılır. Bu anlamdan şöyle denilmektedir: “erahnâ ibilenâ”: Develerimizi barınaklarına koyduk. “erahtü ileyhi haqqahu”: Hakkını ona verdim, sözü de “erahtü-l-ibile”: Develeri barınaklarına yerleştirdim, anlamından istiare edilmiştir: “mürâh”: Develerin barındığı yerdir.
“teravvaha-ş-şeceru ve râha yerâhu”: Ağaç yaprak çıkardı.
“ravh” kelimesinden genişlik anlamı düşünülmüş ve “qas’atün ravhâ’u” geniş çanak, denilmiştir. “… ve lâ tey’esû min ravhillâhi … (Allah ‘ın ravhinden ümidinizi kesmeyin); Yûsuf suresi, 87. ayet”; yani Allah’ın ferahlık vermesinden ve O’nun rahmetinden. Bu da “ravh” kelimesinin içerdiği anlamlardan biridir. [s. 445-448]
***
Tokadî Mustafa Efendi’nin el-Kânûn fi’t-Tıb Tercümesi’nde (11)
“Rûh: Anâsır-ı erba’adan (İnsanın fiziki vücudunun dört ana kaynağı olan hava, su, toprak ve ateş) kalpte latif bir biçimde oluşup vücudun ihtiyaç duyduğu kuvvetleri organlara taşıyan ana unsur. (c.6, s.525) “Ve ruhtan bizim muradımız kalpte ahlatın letafetiyle vücut bulup kuvvetleri taşır. Bu makamda bizim ruh ile muradımız hukemanın nefs dedikleri emr değildir. (c.1, s.329).
***
Kaamûsu-l-Muhît Tercümesi’nde (12)
“Rûh, kelamcılara göre “latif ve şeffaf bir cisimdir ki bizzat canlıdır, bedene sirayeti gülsuyunun güle sirayeti gibidir” deyip uruc etmesi (yukarıya çıkması), inmesi ve berzahta tereddüt eylemesini delil gösterirler. Ve niceleri “rûh, arazdan (araz, “alamet, işaret, belirti, iz” demektir ve ıstılahta, cevherlerin varlığı için zaruri olmayan vasıf (şekerin beyaz renginin şekerin varlığı için zaruri olmaması gibi) manasına gelir) ve o hayattan ibarettir ki beden onun vücuduyla diri olur” derler. Ve felsefeciler ve sûfîlerin çoğu derler ki “rûh, cisim ve araz değildir, kendisiyle kaim mücerret bir cevherdir, belirli bir yeri yoktur; tedbir ve tahrik gibi tasarrufla bedene taalluk eder, dâhil ve hariç de değildir.” Tabiplerce rûh, kandan ibarettir. Ruh konusu, İmâm-ı Râzî’nin (13) Metâlib-i Âliye [el-Metâlibu-l-‘Âliye, Fahreddin er-Râzî (rahmetullahi aleyh)’in kelâma dair en hacimli kitabı] adlı eserinde ve özellikle Suyûtî (14) merhumun Rûh risâlesinde geniş olarak açıklanmıştır.
Rûh, Kur’ân-ı azîme ve ilâhî vahye denir. Ve Cibril-i Emin’e denir; “er-rûh” ile “Cibrîl” bir sayılır. Ve Hazret-i İsa’ya denir. Ve nefh manasınadır ki nefes ile üfürmek ve üflemektir. Ve emr-i nübüvvete dahi ruhani hayata bais olduğu için rûh denir, denir. Hazret-i Rabbülâlemînin hüküm ve emrine denir. Ve Rûh bir melek ismidir ki yüzü insan yüzü ve cesedi melâike suretindedir.
Müellifin (Fîrûzâbâdî) Besâ’ir’deki (15) beyanına göre rûhun hakikati “Rabbâni bir latîfe ve ulvi âlemin unsurlarından bir unsur-ı şeriftir ki İlâhî yardım ile ile süflî âleme bitişiktir. Hayvanların dereceleri ve hallerin farklılığı hasebiyle hayvan kısmına müteallik olur ve insan türü suret, mana ve sıfatta hayvan cinsinin en mükemmeli olmakla ona bitişik olan rûh, ruhların efdali olur. Ve o latifenin hakikatine vukuf, beşerin aklının ötesidir. Nihâyet arazları tam olarak temyiz ve idrak etmek mümkün değildir. Ve Hayvânî, Tabîi ve Nefsânî olmak üzere üç türe ayrılır. (Tarafımızdan sadeleştirilmiştir.)
***
Hüccetullâhi-l-Bâliga’da
Bil ki: Ruhun hakikati hakkında elde edebileceğimiz ilk bilgi, onun canlılar için hayat iksiri olduğu, onlara ruh üflenmekle diri oldukları, ruhun ayrılmasıyla da öldükleridir. Sonra daha dikkatli düşünüldüğünde şu husus ortaya çıkar: Bedende, kalpte halitaların (eski tıbba göre insan bedenindeki dört unsur: Kan, balgam, sevda ve safra) hülâsasından meydana gelen latîf bir buhar vardır ve bu hissedici, hareket ettirici ve besin için tedbir alıcı kuvvetleri taşır ki bu konu tamamen tıbbın alanına girer.
Tecrübeyle sabittir ki, bu buharın incelik, kalınlık, saflık ve bulanıklık gibi her bir halin, kuvvetlerde ve bu kuvvetlerden kaynaklanan işlevlerde özel bir etkisi bulunmaktadır. Keza bilinmektedir ki, herhangi bir organa ve ona uygun buhar üretimine bir âfet arız olduğunda, bu, buharı bozmakta ve o organı çalışamaz hale getirmektedir. Bu buharın oluşması hayatı gerektirir; ölüm ise onu çözümlemektedir. İlk bakışta ruh bu sanılmaktadır. Ama iyice düşünüldüğünde bu, ruhun alt tabakası olmaktadır. (16)
***
Giritli Sırrı Paşa’nın Ruh Risalesi’nde
Rûh, insan bedeninin terkip edildiği cisim ve arazlara mugayirdir. Zira bu cisimler, unsur ve hıltların imtizacından meydana gelen şeylerdir. Ama ruh öyle değildir. Ruh, soyut ve saf bir cevherdir ki “kün (ol)” emriyle vücut bulmuş, meydana gelmiştir. (17)
***
Lügat-ı Remzî’de
Rûh: Hayat maddesi olan İlâhi emanete denilir ki hükema ona nefs ve can derler. Doktorlarca, İmam Râzî’nin Metalib-i Âliye (18) eserinde ve bilhassa Süyûtî’nin (19) Rûh Risalesi’nde beyan olunduğu veçhile, kana denilir. İlahi vahye ve Cebrail’e (aleyhisselam) de ruh denilir. Nefesle üfürmek (nefh etmek) ve ruhani hayatın diriliğine sebep olduğu için peygamberliğe; Rabbulâlemin’in emir ve hükmüne denilir. Çokluk hali ‘ervâh’ gelir. Besâ’ir’de (20) beyan olunduğuna göre “Ruhun hakikati, Rabbani bir latife ve yüce âlemlerin unsurlarında bir kısımdır ki İlâhi yardımla süflî âleme bitişik ve hayvanların dereceleri ve hallerin (tavırların) farklılığı hasebiyle hayvan kısmına ait olur. İnsan türü; surette, manada, hakikatte ve sıfatta hayvan cinsinin en mükemmeli olmakla ona bitişik olan ruh da ruhların en üstünüdür; bu latifenin hakikatini tam olarak bilmek, beşer aklının ötesindedir. Fakat aslında önceden bulunmayıp da sonradan ortaya çıkan seçkin unsurlarıyla idrak etmek, imkân dairesindedir.”
Ruh; Hayvanî, Tabiî (doğal) ve Nefsanî namıyla üç tür olup Hayvanî Ruh’un merkezi kalb, Tabiî Ruh’un merkezi dem yani kan, Nefsanî Ruh’un merkezi dimağdır (beyindir). Hayvanî Ruh; bütün uzuvlara şerâyîn (atardamarlar) denilen nabız yani kırmızı kan damarlarıyla ulaşır ve meyvesi, hayat ve rahattır. Tabiî Ruh, bedenin uzuvlarında evride (toplar damarlar) yani siyah kan damarları vasıtasıyla erişir ve meyvesi, kuvvet ve kudrettir. Nefsanî Ruh ise baştan ayağa kadar sinirler vasıtasıyla yayılır ve meyvesi, his ve harekettir denilmiştir.
Velhasıl Kur’an-ı kerim’in söylediği veçhile ruh, İlâhî ve Rabbanî bir emr’dir (21).
Ayrıca pek keskin olup tutuşarak yanmağa istidatlı ve son derece sarhoş edici bir çeşit mayalanma mahsulü olan ispirto, rakı, Lokman ruhu ve benzeri uçucu şeylerdir. (22)
***
NEFSİN TANIMLARI
Râgıb el-İsfahânî’nin Müfredât’ında
n-f-s
Şu ayetlerde ruh anlamındadır: “…ahricû enfusekum … (Ruhunuzu teslim edin); En’âm, suresi, 93. ayet”; “…va’lemû enn-allâhe ya’lemu mâ fî enfusikum f-ahzerûhu … (Bilin ki Allah gönlünüzdekini bilir); Bakara suresi, 235. ayet”. Yine buyurur ki “…ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsike inneke ente allâmu-l-guyûb. (sen benim nefsimde -olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız, Sensin, sen!); Mâ’ide suresi, 116. ayet (23)”; “…ve yuhazzirukumu-llâhu nefsehu … (Allah, size asıl kendisinden çekinmenizi emreder); Âli İmrân suresi, 30. ayet”. Bu ayetteki, Allah’ın nefsi, O’nun zatıdır. Bu ifade lafız açısından isim tamlaması olduğundan bu da ayrı şeyler olmasını gerektirse de ve ibare açısından iki varlığın ispatı manasına gelse de, anlam yönünden Allah ‘tan başka bir şey değildir. Yüce Allah her açıdan ikilikten münezzehtir. Bazıları da der ki: Burada Yüce Allah’a nefs kelimesinin izafe edilmiş olması, sahip olma anlamındaki izafettir. Buradaki “nefsehu” ifadesiyle bizim, kötülüğü emreden nefislerimizi kastetmektedir. Kendi ismine izafe etmesi ise, onların kendi kontrolünde olduğunu bildirir.
“münâfese” ise, erdemlerle donanıp erdemlilere benzemek ve kimseye zarar vermeden onların kervanına katılmak için nefs ile mücahede etmektir. Allah buyurur ki: “Hitâmuhu miskun. Ve fî zâlike fe-l-yetenâfesi-l-mutenâfisûn. (Onun sonu misktir. İşte bu alanda yarışmak isteyenler yarışsınlar.); Mutaffifîn suresi, 26. ayet”. Bu da tıpkı şu ayet gibidir: “Sâbiqû ilâ magfiratin min rabbikum … (Rabbinizden bir mağfirete; koşun); Hadîd suresi, 21. ayet”.
“Nefes” ise, ağızdan ve burundan bedene girip çıkan havadır. Bu, nefs/ruh için gıda gibidir. Kesilince canlılık da sona erer.
Rahatlama, ferahlık da “nefes” diye adlandırılmıştır. Rivayette yer alan şu ifade de bu köktendir: “İnnî le-ecidü nefese Rabbuküm min qabli-l-Yemeni. (Ben, Rabbinizin verdiği ferahlığın Yemen tarafından estiğini duyuyorum.) (24)”
Hz. Peygamberin (sallallahu teala aleyhi ve sellem) şu sözü de bu manaya işaret etmektedir: “Lâ tesubbu-r-rîha fe-innehâ min nefesi-r-Rahmâni. (Rüzgâra sövmeyiniz. Çünkü, o, Rahman’ın nefesindendir.) (25)” Yani, insanın sıkıntılarını hafifleten, biraz ferahlatan bir serinliktir. Bu anlamda “Allahümme neffes ‘annî” denir ki, Allah’ım, bana ferahlık ver, demektir. “Teneffeseti-r-rîhu” Rüzgâr, hoş, güzel bir şekilde esti.
Şair şöyle der: “fe-inne-s-sabâ rîhun izâ mâ teneffeset ‘alâ / nefsin mahzûnin tecellet humûmühâi (Şüphesiz saba öyle bir rüzgardır hoş bir şekilde estiğinde / Üzgün bir yüreğin üzerine mutlaka efkarını dağıtır.) (26)”
“nifâs” kadının doğum yapmasıdır. Doğum yapana: “hiye nüfesâ’u” çoğuluna ise, “nüfâs” denmektedir. Bu sırada doğurduğu çocuğa ise, “sabiyyün menfâsün” (kırklı çocuk) adı verilmektedir.
“teneffesü-n-nehâr”, Günün nefes alması, iyice genişlemesi, etrafı kuşatmasıdır. Allah teala buyurur ki: “Ve-s-subhi izâ teneffes. (Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki.); Tekvîr suresi, 18. ayet”
“nefistü bi-kezâ”: Şunu aziz bildim; yani, gözüm onda kaldı. Değerli bir şeyin “şey’ün nefîsün”: Nefis bir şey; “şey’ün menfûsün bihi”: kendisiyle nefes alınan bir şey; “şey’ün menfis”: nefes aldıran bir şey, gibi tanımlandığına da rastlanmaktadır. [s. 1076-1077]
***
Lügat-ı Remzî’de
Nefs: Ruh manasına cana denilir ve kana ıtlak olunur. Kan, ruhu taşıyan ve hayatın kıvamı olduğu için böyle denildi ve nefsin mahalli olduğu için cesede denilir. Nefes gibi müessir olduğundan ötürü, nazarı hemen isabet eylediği için kem göze denilir; göz değirmek ve birbirine yakın olma alakasıyla ‘inde (yanında, nezdinde demek olan bir Arapça edat) manasına kullanılır. Bir nesnenin kendisi ve cevherine denilir. Bir deriyi debagat (terbiye) edecek miktar palamut ve mazı gibi nesnelere denilir; debagatla güya ki pöstekinin hayatına sebep olur. Azamet ve zahmet manalarıyla da kullanılır. Hamiyet (şeref ve haysiyet, fazîlet) manasınadır.
Ruhun hakikati tam olarak bilinmediğinden ötürü gayb (gözle görülmeyen mânevî âlem) manasına kullanılır ve aralarındaki benzerlikten ötürü irade ve meşiyet (dileme, arzu etme) manasına kullanılır. İşkence ve cezalandırma anlamına gelir.
Nefs 15 manada kullanılıp olup hepsinin çokluk hali ‘enfüs ve nüfûs’ gelir. Rüzgâr havası manasından alınmıştır. Zat, kendi, şahıs; gayret ve ceninin vücûda gelmesine sebep olan su yani meni denilir. (27)
***
1865-1943 yılları arasında yaşamış büyük âlim ve büyük Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Abdülhakim Arvasî Efendi (kuddise sirruh) hazretlerinin, er-Riyâzu-t-Tasavvûfiyye (28) adlı eserinde
Nefs, lügatte cesed ve ruh, bir şeyin vücudu ve aynısı manalarına gelmiştir. Sûfîlerin ıstılahında ise kulun hastalıklı vasıfları ve kınanmış ahlakı murat edilir. İşbu vasıfların bir kısmı, şeriatın emirlerine muhalefet ve isyan etmek gibi kulun kendi kazandığı şeylerdir. Bir kısmı da reddedilmiş ve bayağı olan ahlak olup bunlar zaten ayıplanmış ve çirkin olanlardır. Bu kısım mücahedenin, gayretin, maksat hâsıl oluncaya kadar devamlı ve sürekli çalışmanın yardımıyla ortadan kalkıp yok olur; Allah tealanın lütfuyla güzel ahlak ve beğenilen sıfatlar hâsıl olur. “… fe-ulâike yubeddillullahu seyyi’âtihim hasenât … [… Artık Allah onların günahlarını sevaplara tebdîl eder… (Furqân suresi, 70. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)] ayeti buna işarettir.
Birinci kısım, şeriatta haram olarak yasaklanmış olan zina, içki içmek ve benzeri olan şeylerdir ki bunlar fıkıh kitaplarında yazılıdır.
İkinci kısım, hakir görülüp reddedilen kibr, böbürlenme, öfke, kin, hased ve benzerleri kötü ahlaklardır ki tasavvuf ve ahlak kitaplarında geniş olarak açıklanmıştır.
Nefsin zararlı emirlerinin en güç ve şiddetli olanları, takaddüm (öne geçme) ve temeyyüz (sivrilme) gibi şeylere, kendinde hak ve ehliyet görmektir. Bu da kâmil olmayan zatların huzurunda süluk eden dervişlerde çokça bulunur.
Nefsin ayıplanmış ahlaka mekân olmak üzere insan kalıbına tevdi edilmiş bir latife olması da muhtemeldir; ruhun övülmüş ahlakın mahalli olmak üzere insan kalıbında bir latife olması gibi.
Bu suretle ruh ile nefsin ikisi de tek bir insanda birleşir. Gözün görme mahalli; kulağın işitme yeri; burunun koku alma mekânı; ağızın tat alma yeri olduğu gibi. (işiten, gören, koklayan, tat alan) organların her biri diğerinin gayri olmakla beraber bütün bu duyuların toplanma yeri insan olduğu gibi, övülmüş vasıfların mekânı ruh veyahut ruh ile kalıb; yerilmiş vasıfların mahalli nefs olmakla beraber bu sıfatların hepsi yani bu toplam, insanın kendisidir. Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefs) ve Levvâme (kendini kınayan nefs) bu ikinci kısımdır. (29)
***
Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır (rahmetullahi aleyh (30)), Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde A’râf suresinin 205. ayetini izah ederken nefs hakkında şu önemli bilgileri verir:
“İnsan varlığında ruh ile bedenin pek hayret verici bir alakası vardır ki kalb-i vicdanî ve vahdet-i nefsiyye bu alakada tecelli eder. Ve Hakk’ın vahdaniyetini tanımak, bu pencereden doğar. Bu alaka hasebiyledir ki ruhta hâsıl olan bir eserden bedene bir eser iner ve bedende hâsıl olan bir eserin ruha birtakım neticeleri çıkar. Mesela en adi bir misal olmak üzere; ekşi olan bir şeyi hayal etmekten diş kamaşır ve facia tahayyülünden baş ağrısı, hararet ve baygınlık hâsıl olur ki bunlar ruhtan bedene inen eserlerdir. Kezalik bedende bir takım emellerin tekerrüründen nefiste kuvvetli bir meleke hâsıl olur ki bu da bedenden ruha çıkan eserlerdendir. Bu suretle insan, doğru tefekküre mâni olmayacak veçhile ve kendi kendisinin duyacağı kadar dil ile zikir alışkanlığını kazanırsa, bu zikirden hayalde bir eser husule gelir ve bundan bir nur yükselir. Sonra bu nurlar ruhtan lisana, lisandan hayale, hayalden akla yansır. Karşılıklı aynalar gibi sürekli birbirini takviye eder ve yekdiğerinin noksanlarını tamamlayıp kemal mertebesine çıkarır. Bu mertebelerin artma ve ilerlemesine nihayet yoktur ve bu namütenahi deryanın kutsi ve yüce makamları nihayetsizdir. Marifet yolculuğu işte bu nihayetsiz deryada Hakk’a yürümektir. Bu seyrin yegâne gemisi, nefs ve yegâne dümeni zikrullahtır. Tam gaflet mutlak tehlikedir ve her bir gaflet anı bile bir tehlikedir. (31)
***
Zeki DAL’ın Bitirme Ödevi’nde (32)
‘Nefs’ kelimesinin çoğulu ‘enfüs’ ve ‘nüfûs’tür.” “ ‘Nefis’ de kişi ve can anlamlarına gelir. Nitekim ‘şurada şu kadar nüfûs var’ dediğimiz zaman, ‘şu kadar kişi veya can var’, demek olur (33).
‘Indî selâsetü enfüsin’ yani yanımda üç insan var, sözünde olduğu gibi Nefs, “insan” için de kullanılır [1]. Sibeveyh, buradaki nefs’in ‘insan’ manasında kullanıldığını ve bu ifadedeki ‘nefs’ kelimesinin müzekker olduğunu söyler (34).
“Nefs’in müennes olduğu kullanımı ise ruh anlamındaki kullanımıdır. (35)”
Nefs’in “beden” anlamına geldiğini söyleyen sözlük yazarları da vardır: “ ‘Hüve azîmü’n-nefs’ yani o büyük bedenlidir, denilir. (36)”
Cesede nefs adı verilmesinin nedeni ise “cesedin nefsin mahalli, yeri olmasıdır. (37)”
“Nefs, kan anlamına da gelir. Nefs’in kan manasında isimlendirilmesi, onun (kanın) çıkmasıyla nefsin de çıkması dolayısıyladır (38)”. [Nefsin kan anlamı Tevrat’ta da geçmektedir: “Yalnız kanlı et yemeyeceksiniz; çünkü kan canı içerir.” (Tekvin 9/4) (39).
Nefs’in diğer bir anlamı ‘yanında-katında’ anlamıdır. Bu kullanım Kur’ân’ın Hz. İsa’nın sözünü naklettiği ‘Sen nefsimde olanı bilirsin; ben senin nefsinde olanı bilmem’ ayetinde (40) görülebilir. Bu ayet, ‘Sen benim yanımda olanı bilirsin; ben senin yanında (katında) olanı bilmem’ demektir (41). Ancak bu ayetteki nefs kelimelerinin manaları konusunda ihtilaflar vardır (42).
“Nefs, ‘kardeş’ manasına da gelir. Yüce Allah’ın şu âyet-i kerimesinde olduğu gibi: ‘Evlerinize girdiğinizde kardeşlerinize selam veriniz. (Nûr suresi, 61. ayet)’” Bu manada şu hadis zikredilir: ‘Kim mü’min kardeşinin bir ayıbını örterse, kıyamet günü Allah da onun ayıbını örter… (43)”
“İbn Abbas’a göre, her insan için iki nefs söz konusudur (vardır). Birincisi (birinci nefs), akıldır ki kendisiyle temyîz (ayırtetme-farketme-açıklama) olur. Diğer nefs ise rûhtur ki, kendisiyle hayat olur. (44)”
Ebu Bekir el-Enbarî ise şöyle yorum getirir: “Lügat bakımından nefs ve ruh aynıdır. O ikisi bir şeydir (aynı şeydir). Ancak nefs müennestir, ruh ise müzekkerdir. (45)”
Diğer bir kısım âlimler ise şöyle dedi: “Ruh kendisiyle hayat olunan şeydir. Nefs ise kendisiyle aklolunan şeydir. Uyuyan uyuduğu zaman Allah, onun nefsini kabzeder (alır), ruhunu kabzetmez. Ruhu ancak ölümde kabzeder. (46)”
Nefs ile ruh’un aynı mı farklı mı oldukları konusundaki yukarıda zikrettiğimiz faklı açıklamalardan sonra, nefs’i daha bütüncül bir bakış açısıyla değerlendiren Gazali’nin yorumlarına bir göz atalım:
“Gazali’ye göre nefs iki manada kullanılır (47):
Birinci mana: İnsanda gazab ve şehvet kuvvetini toplayan bir manada kullanılmasıdır. Tasavvuf erbâbı ekseriya bu kelimeyi bu manada kullanır. Zira onlar, nefis demekle insanda kötü vasıfları toplayan bir aslı kastederler ve nefis ile mücadele edip onu kırmak lâzımdır, derler. Nitekim Rasül-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘Senin en büyük düşmanın iki koltuğun (yanın/böğrün) arasında seni kuşatan nefsindir. (48)’ buyurmakla bunu kastetmiştir.
İkinci mana: İnsanın hakikati ve kendisi demektir. Fakat bu nefs hallerinin ihtilâfı sebebiyle muhtelif niteliklerle vasıflanır. Meselâ emir ve irade altına girip şehvetlere karşı koyabilmesi sayesinde sükûna kavuştuğu zaman ona ‘Nefs-i Mutmainne’ denir.
Şu halde birinci manadaki nefis, son derece mezmûm; ikinci manadaki nefis ise makbuldür. Çünkü Allah Teâlâ’yı ve diğer malûmâtı bilen insanın zâtı ve hakikati demektir.”
Haydar Hepsev
Temmuz 2022
_____________
Notlar:
(1) Ebü’l-Kāsım Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal er-Râgıb el-İsfahânî (vefatı h.V / m.XI). el-Müfredât adlı meşhur eseriyle tanınan İsfahan doğumlu müfessir, dil âlimi ve ahlâk felsefecisi. Şöhretine rağmen hayatı hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. [Daha geniş bilgi için bkz.TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Ömer Kara, Anar Gafarov), İstanbul 2007, c.34, s.398-403; https://islamansiklopedisi.org.tr/ragib-el-isfahani ]
(2) Bkz. Râgıb el-İsfahani, Müfredat-Kur’an Kavramları Sözlüğü, terc. Prof. Dr. Abdulbaki Güneş, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yolcu, Çıra Yay., 3. Baskı, İstanbul 2012. (Sayfa numaraları, ilgili bölümün sonunda köşeli parantez içindedir. Metindeki dipnotlar aynen aktarılmıştır; bizim ilave ettiklerimize ise HMH rumuzu eklenmiştir.) Not: Bu dipnot Nefsin Tanımları bölümü içindeki Müfredat iktibası için de geçerlidir.
(3) Zû’r-Rumma’ya ait bu şiir için bkz. Divânu Zü-r-Rumme, s. 246; Feyrûzâbâdî, Besâ’ir, III, 103; İbn Manzûr, Lisânu-l-Arab, (hayâ) maddesi.
(4) Yusuf Türker tercümesinde bu kısım şöyle tercüme edilmiştir: “Şu âyette Hz. Îsâ (aleyhisselâm) bununla adlandırılmıştır: “… kelimetuhu. Elqâhâ ilâ Meryeme ve rûhun minhu … (Meryem’e ilka eylediği kelimesi ve O’ndan bir ruhtur); Nisâ suresi, 171”. (Hz. Îsâ’nın böyle adlandırılmasının) nedeni “ölüleri diriltme (vasfına veya mucizesine) sahip olmasıdır.” Bkz. Râgıb el-İsfahani, Müfredat-Kur’an Kavramları Sözlüğü, çeviren ve notlandıran Yusuf Türker, Pınar yay., 4. Baskı, İstanbul 2016., s. 644.
(5) İbn Adi, Kâmil, IV, 1467; Suyûtî, el-Fethu-l-Kebîr, III, 308.
(6) Bkz. Zemahşerî, Rabi’u-l-Ebrâr, III, 521; İbn Ebi-I-Hadîd, Şerhu Nehci-l-Belâga, III, 22.
(7) Bkz. Zemahşerî, Rabi’u-l-Ebrâr, III, 521; İbn Ebi-I-Hadîd, Şerhu Nehci-l-Belâga, III, 22.
(8) Tekil formuyla İbn Kesîr, Hazma, Kissâî ve Halef okumuştur. / Çoğul formuyla Nâfi’, Ebû Ca’fer, Ebû Amr, Asım ve Ya’kûb okumuştur. Bkz. Dimyâtî, İthâf, s.348.
(9) Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhümâ)’nın ‘in Hz. Peygamber (sallallahu teala aleyhi ve sellem)’den rivayet ettiği bu hadisin tamamı şöyledir: “men qatale mu’âhaden lem yerah râ’ihate-l-cenneti ve inne rîhahâ tûcedü min mesîrati erba’îne ‘âmeten. (Kim, Müslümanlarla güven akdi bulunan bir kâfıri öldürürse cennet kokusunu alamaz: oysa cennetin kokusu kırk yıllık mesafeden alınır.); Buhârî, Cizye, VI, 269; Ebû Dâvûd, Cihâd, HN: 2760.” Doç. Dr. İbrahim Tozlu hocamızdan aldığımız bilgiye göre hadisin diğer kaynakları şöyledir: Buhârî, Diyât 30; Ebû Dâvûd, Cihâd 153; Tirmizî, Diyât 11; Nesâi, Kasâme 15.
(10) Bkz. Tokadî Mustafa Efendi, Tahbîzü’l-Mathûn el-Kânûn fi’t-Tıb Tercümesi, Haz. Mustafa Koç-Eyyüp Tanrıverdi, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Bşk. Yay., İstanbul 2018)”
(11) Bkz. Kâmûsu’l-Muhît Tercümesi (www.kamus.yek.gov.tr)
(12) Ebû Abdillâh (Ebü’l-Fazl) Fahrüddîn Muhammed b. Ömer b. Hüseyn er-Râzî et-Taberistânî (vefatı h.606 / m.1210). Hicri 543 (m.1149) doğumlu Büyük Selçuklu Devleti’nin başşehri olan Rey’de doğan kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan büyük âlim. [Daha geniş bilgi için bkz.TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Yusuf Şevki Yavuz), İstanbul 1995, c.12, s.89-95; https://islamansiklopedisi.org.tr/fahreddin-er-razi ]
(13) Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî es-Süyûtî eş-Şâfiî (vefatı h.911 / m.1505). Hicri 849’da (m.1445)’te Kahire’de doğan tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi. [Daha geniş bilgi için bkz.TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Halit Özkan, Sedat Şensoy, Salih Sabri Yavuz), İstanbul 2010, c.38, s.202-204; https://islamansiklopedisi.org.tr/suyuti (Not: Kaynaklarda adı geçtiği ve iktibaslar yapıldığı halde onun ‘Ruh’ risalesi bulunamamıştır.)]
(14) Fîrûzâbâdî’nin tam adı Besâ’iru Zevi-t-Temyîz fî Letâ’ifi-l-Kitâbi-l-azîz olan tefsire dair eseri.
Ebü’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya‘kūb b. Muhammed el-Fîrûzâbâdî (vefatı h.817 / m.1415). İran’da Şîraz’a bağlı Kâzerûn kasabasında hicri 729 (m.1329’da) doğup Şîrâzî nisbesiyle de anılan ve el-Kaamûsü’l-muhîṭ adlı sözlüğüyle tanınan büyük dil, tefsir ve hadis âlimi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Hulusi Kılıç), İstanbul 2010, c.13, s.142-145; https://islamansiklopedisi.org.tr/firuzabadi ]
(15) Bkz. Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî, Hüccetullâhi-l-Bâliga İslam Düşünce Rehberi, terc. Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, Yeni Şafak yay., İstanbul 2003, c. 1, s. 116.
Ebû Abdilazîz Kutbüddîn Şah Veliyyullāh Ahmed b. Abdirrahîm b. Vecîhiddîn ed-Dihlevî el-Fârûkî (vefatı h.1176 / m.1762). 1114 (3 Mart 1703) tarihinde Delhi şehrine bağlı Muzaffernagar’da doğan, soyu baba tarafından Hz. Ömer (radiyallahu anh) hazretlerine, anne tarafından İmam Mûsâ el-Kâzım (radiayallahu anh) hazretlerine ulaşan Hindistanlı büyük âlim [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mehmet Erdoğan), İstanbul 2010, c.38, s.262-267; https://islamansiklopedisi.org.tr/sah-veliyyullah#1 ]
(16) Bkz. Giritli Sırrı Paşa, Ruh, (neşre haz. H.M.Hepsev), Şamil yay., İstanbul 2021, s. 23.
Giritli Sırrı Paşa (1844-1895). Girit adasının Kandiye şehrinde doğan asıl adı Selim Sırrı olup Kaynaklarda Sırrî-i Girîdî, Giritli Sırrı Paşa ve Selim Sırrı Paşa olarak da anılan Konya’dan göç ederek Girit’e yerleşmiş ailelerden birine mensup olan Osmanlı devlet adamı, edip, şair ve âlim. Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Cemal Kurnaz), İstanbul 2009, c.38, s.127-129; https://islamansiklopedisi.org.tr/sirri-pasa ]
(17) el-Metâlibü’l-ʿâliye. Kelâma dair en hacimli eseri olan bu kitabı Ahmed Hicâzî es-Sekkā dokuz cilt olarak yayımlamıştır (Beyrut 1407/1987).
(18) Süyûtî (rahmetullâhi aleyh; vefatı h.911 / m.1505) Büyük tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi. [ Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (Madde yazarı: Halit Özkan), 2010 İstanbul, c.38, s. 202-204. (Adı geçen Ruh Risalesi, bu maddede zikredilmemiştir.)
(19) Fîrûzâbâdî’nin tam adı Besâ’iru Zevi-t-Temyîz fî Letâ’ifi-l-Kitâbi-l-azîz olan tefsire dair eseri.
(20) Burada İsrâ suresi, 85. ayete işaret vardır: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: “Ruh rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir. (Diyanet İşleri Başkanlığı meali)”.
(21) Tarafımızdan sadeleştirilmiştir. Bkz. Lügat-ı Remzî, Matbaa-i Hüseyin Remzî, İstanbul,1305 (1887/1888), c.1, s. 605-6.
(22) Ayetin tamamının meali şöyledir: “Ve o vakti ki, Allah Teâlâ «Ey Meryem’in oğlu İsâ! Sen mi insanlara beni ve anamı Allah’tan başka iki ilâh ittihaz ediniz dedin?» diye sual buyurdu. Dedi ki: «Seni tenzih ederim, benim için hak olmayan bir şeyi söylemek layık olamaz, eğer ben onu söylemiş isem, Sen onu elbette bilmişsindir, Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin zâtındakini bilemem. Şüphe yok ki, gaybleri bilen ancak Sensin, Sen» (Ömer Nasuhi Bilmen meali). [Ayetin hepsi verilmediğinden, verilen kısmı yanlış anlaşılmasın diye eklenmiştir. HMH.]
(23) Ebu Hüreyre (radiyallahu anh) hadisi. Bkz. Ahmed, Müsned, 1,451; Ravileri sika (güvenilir) kişilerdir. Bkz. Heysemî, Mecma’u-z-Zevâ’id, X, 59.
(24) Übey b. Ka’b (radiyallahu anh) hadisi. Bkz. Ahmed, Müsned, V, 123.
(25) Şair, Leylâ’nın Mecnûn’u. Bkz. Dîvân, s. 252; İbn Kuteybe, Garîbu-l-Hadîs, 1, 291.
(26) Bkz. Lügat-ı Remzî, Matbaa-i Hüseyin Remzî, İstanbul,1305 (1887/1888), c.2, s. 874.
(27) İstanbul 1341 (m. 1922/1923), s. 27-28.
(28) Tarafımızdan sadeleştirilmiştir. / Not: Nefs hakkındaki bu bilgiler büyük ölçüde Kuşeyrî Risalesi’nden iktibas edilmiştir (bkz. haz. Süleyman Uludağ, Dergah yay., İstanbul 1978, s. 182-184).
(29) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878-1942) Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devir büyük âlimlerindendir.
(30) (Tarafımızdan sadeleştirilmiştir. Bkz. Dersiamdan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini KUR’AN DİLİ Yeni Mealli Türkçe Tefsir, T.C. Diyanet İşleri Neşriyatı No: 5, Matbaai Ebüzziya, İstanbul 1936, c. 3, s. 2362-3.
(31) Bkz. Zeki DAL, Kur’an’a Nefs Kavramı (yayınlanmamış bitirme ödevi), T.C. Uludağ Üniv., İlahiyat Fak., İlköğretim Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Bölümü, Ödev no: H0010022, danışman: Yard. Doç. Dr. Abdulhamit BİRIŞIK, BURSA 2004. Bundan sonraki dipnotlar bu ödevdendir. (Bu kıymetli çalışmayı bize gönderen kıymetli dostum Prof. Dr. Abdulhamit BİRIŞIK’a teşekkür ediyorum.)
(32) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(33) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(34) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(35) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(36) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(37) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(38) İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, VI, 233-235.
(39) Bkz. (Kutsal Kitap, Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil), Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul 2003)
(40) “Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, (fakat) yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gaafillerden olma. (Mâide suresi, 116. ayet)”
(41) Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (sadeleştirenler: İsmail Karaçam v. dğr.), Azim Dağıtım, İstanbul, ts., IX, 16.
(42) İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, VI, 234-235.
(43) İbn-i Mâce, Hudûd, 5.
(44) İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, VI, 234-235.
(45) İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, VI, 234-235.
(46) İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, VI, 234-235.
(47) Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, (trc. Ahmet Serdaroğlu), Bedir yay., İstanbul 1992, III, 10-11; Aynı şekilde bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet yay., İstanbul 1991, s. 368-369.
(48) Beyhakî, ‘Zühd’ kitabında İbn Abbas (radiyallahu anhuma’dan) rivayet etmiştir. Ayrıca Gazâli hazretlerinin İhya-u Ulûmi’d-dîn (trc. Ahmet Serdaroğlu, c.III, s.10-11) kitabında mevcuttur.
#Kuran #Sünnet #Ruh #Nefs #Akıl #İlim #İrfan #Hikmet