ŞEYH ABDÜLHAKÎM ARVASÎ (kuddise sirruh) hazretlerinin
RÛH ADLI ESERİNİN ÇEVİRİYAZI METNİ
Bi-smillâhi-r-rahmâni-r-rahîm
Elhamdulillâhi Rabbi-l-‘âlemîn
ve-s-salâtu ve-s-selâmu ‘alâ Rasûlinâ Muhammedin
ve ‘alâ âlihi ve ashâbihi ecma’în
Rûh, âlem-i bî-çûnîdendir. Binâenaleyh, lâ-mekânîlik ona mütehaqqiqdır. Rûhun bî-çûniliği, Vücûd-i te’âlâ ve teqaddes hazretlerinin mertebesine nisbetle ‘ayn-ı çûndur. Ve lâ-mekâniyyeti, Haqq celle ve ‘alânın lâ-mekânîliğine nisbeten ‘ayn-ı mekânîdir. Gûyâ ‘Âlem-i Ervâh, mertebe-i vücûd ile ‘Âlem-i İmkân arasında berzahdır. Binâen’aleyh rûhun iki rengi vardır. Nâçâr, ‘âlem-i çûn, onu bî-çûn bilir. Mertebe-i vücûba nazaran ‘ayn-ı çûnîdir. Bu berzahiyyet, ona fıtrat-ı asliyyesi i’tibâriyledir. Ammâ, bu beden-i unsûrîye ta’alluq ettikden sonra âlem-i berzahiyetten hurûc etmiş, tamamıyla âlem-i çûna nüzûl etmişdir. Ve kendisinden bî-çûnîlik rengi mestûr olmuşdur.
‘İnâyet-i Hüdâvendî dest-gîr olup bu sefer encâma erdikten sonra, ‘urûc vâqî olup tayy-i menâzil eyler. Ve bedene ta’alluqdan maksûd olan zuhûr eylerse kemâl-i safâ ile vatan-ı asliyyesine ‘avdet eder. Berzahiyyet-i asliyyesine erişir. Bu seferde ârif olan zât, rûhu cesede ne dâhil ve ne de hâriç, ne muttasıl ve ne de munfasıl bilir. Yalnız, rûhun cesede tasfiye ve ıslâh için ona ta’alluq etmiş olduğunu derk eyler.
‘Ulemâ-i ehl-i haqqdan haqîqat-i rûha âlim ve vâqıf olanlar azdır. Kemâlât-ı rûhiyeyi tafsîlen beyân buyurmayıp sû-i tefehhümden ictinâben icmâl ile iktifâ etmişlerdir. Kemâlât-ı rûhiye, sûretâ kemâlât-ı vücûdiyeye şebîh olduğundan, aralarındaki fark çok daqîqdir. Ulemâ-i râsihûn ancak muttali’ olabilmişlerdir.
Cesed rûhdan kemâlât-ı lâ-yuhsâ istifâde ettiği gibi rûh dahî cesedden fevâ’id-i ‘uzmâ iktisâb eyler. Rûh, bedenden iktisâb ettiği fevâ’idle semî’ olur, basîr olur, mütekellim olur, mütecessid olur, müktesib olur. ’Âlem-i Ecsâd’a münâsib olan ef ’âle mübâşir olur. Hâsse-i sâmi’a, hâsse-i bâsire cesedde mevcûddur. Rûh, cesede ta’alluq edince bir hâneli hükmüne geçer. Hayli zaman bir yerde kaldıklarından, birbirinden kesb-i kemâlât ederler. Kemâlât-ı mezkûra rüsûh hâsıl olur. Ba’de-l-müfâraqa râsih olan sıfatlar zâ’il olmaz. Binâen’aleyh rûh semî’ olur, basîr olur, hâssâs olur. Muhtelifu-l-mizâc, mütebâyinu-l-evsâf, mütegaayiru-l-‘irfân iki kimse, bir zamân birbiriyle beraber bulunsalar, yekdiğerinin mizâc, tabî’at ve vasf-ı ‘irfânlarıyla muttasıf olurlar. Ba’de-l-müfâraqa her birinde diğerinden kesb eylediği tab’ ve ‘irfân kalır, zâ’il olmaz.
“Şerh-i Meqâsıd” sâhibi der ki: Felâsife. rûhun cüz’iyâtı idrâkinde havâss-ı zâhire ve bâtınayı şart ittihâz etmişlerdir. Binâ’en’aleyh me’vâ-yı havâss olan bedenden müfâraqat ettiği zaman cüz’iyyâtı idrâk etmez. Li-hâzâ emvâtda his kalmaz.”
Kavâ’id-i ehl-i haqqa göre: Rûh için, bedenden ba’de-l-müfâraqa, idrâkât-ı müteceddide-i cüz’iye vardır. Zîrâ rûhun cüz’iyyâtı idrâk etmesine, havâssın iştirâki yoktur. Binâ’en’aleyh ziyâret-i qubûrda intifâ’ ve iştirâk-i hayrât zımnında, emvâtın ahyârı(nın) rûhlarından isti’âne hâsıldır.
Ehl-i haqq ‘indinde, rûhun cüz’iyâtı idrâki mutlaka havâssın vücûduna mütevaqqıf değildir. Belki bu idrâk, rûha bedende bulunduğu müddetçe isti’mâl-i havâss ile bir sıfât-ı müktesebe olmuşdur. Bedenden tecerrüdü hâlinde dahi, ol hey’et-i müktesebe kendinde kalır. Basar, sem’ ve sâir havâss ile iktisâb eylediği mubassırât ve mesmû’ât ve sâ’ir mahsûsât kendisinde mürtesime olup ba’de-l-müfâraqa yine müşâhede eder. Latîf olan ruhun kesîf olan bedenle imtizâcından maksad ve hikmet, bu menfa’atin husûlüdür.
Menâmât ve vâqı’âtın bir kısmı ki keşf-i muhayyel ile tevsîm edilmiştir. Şu vechiledir ki: İnsânın rûhu, hâlet-i nevmde veyâhud vâqı’âda mugayyebâttan ba’zı me’ânî ve suver müşâhade eder. Ve nefs dahî rûha ta’alluqu cihetiyle ol müşâhede ve idrâkde şirket hâsıl eder. Quvve-i muhayyeleden ol sûret ve müşâhede-i ‘ayniye, mahsûsâtdan bir münâsib sûret kisvesini ilbâs etmekle me’ânî-i meşhûdeyi rûh, kisve-i mezkûrede müşâhede etdiğinden, mu’abbir ol rü’yâda veyâhud vâqı’ânın ta’bîrinde sûret-i hayâlden vech-i münâsibine intiqâl ederek rûhun ‘Âlem-i Gayb’dan müşâhede eylediği sûret-i haqîqiyeyi bulup beyân eder. Bu vech-i münâsibde râ’înin ahvâli, zamânı, mekânı, muhîti ve mu’abbirin hâli, şânı medhaldârdır.
Rüyâlar, her hâlde Hâlıqîdir. Hâlî şeyler değildir. Mutlaqâ Hallâq-ı Haqîqî’nin bir takım hikem ve mesâlihe mübtenî ‘Âlem-i Misâl’e münâsib ve ‘Âlem-i Misâl ile mütenâsib zuhûra getirdiği şeylerdir. Her hâlde zâhirlerine hamli muhâldir. Fakat ba’zan zâhirleriyle ‘aynen husûle gelen rüyâlar da vardır. Fakat kısm-ı küllîsi, ta’bîr ve tefsîre muhtâcdır.
‘Âlem-i İmkân ya’nî mâsivâ-yı İlâhî üç kısma taksîm edilmiştir: 1. ‘Âlem-i ‘Ervâh, 2. ‘Âlem-i Misâl, 3. ‘Âlem-i Ecsâd.
‘Âlem-i Misâl’e ‘Âlem-i Ervâh ile ‘Âlem-i Ecsâd arasında berzah, hatt-ı fâsıl demişlerdir. Ve dahî ‘Âlem-i Misâl âyîne gibidir buyurmuşlardır. ‘Âlem-i Ervâh ve ‘Âlem-i Ecsâd’daki me’ânî ve ervâh gibi haqâyıq ‘Âlem-i Misâl’de suver-i latîfe hâlinde mün’akis olur. Ancak her ma’nâ ve haqîqat için ‘Âlem-i Misâl’de bir hey’et ve sûret-i mahsûsa vardır. Bununla beraber ‘Âlem-i Misâl, hadd-i zâtında ‘Âlem-i Suver ve eşkâl değildir. Belki bu suver ve eşkâl diğer bir ‘âlemden in’ikâs eden me’ânî ve haqâyıqın eser-i bürûzudur.
‘Âlem-i Misâl, hadd-i zâtında âyîne renginde ve tavrındadır ki hiç şekil ve sûreti mutezammın değildir. Onda bir renk ve sûret göründü ise hâricden gelmiş demektir. Bu esâsa vuqûf hâsıl oldukdan sonra bilinmelidir ki rûh bedene ta’alluq eylemezden evvel kendi ‘âleminde idi ki bu ‘âlem, ‘Âlem-i Misâl’in fevqındedir. Bedene ta’alluqdan sonra rûhun ‘Âlem-i Misâl ile bir münâsebeti yokdur. Bununla beraber ba’zı vakitlerde insân kendi ahvâlini tevfîq-ı İlâhî sâyesinde ‘Âlem-i Misâl âyînesinde mütâla’aya dest-res olur. Ve ahvâlinin iyilik ve çirkinliğine orada şâhid olur. Vaqı’âtda ve rü’yâlarda bu hâl vâzıhdır. Çok defa olur ki menâmât ve vâqı’âtda olan bu hâller his gaa’ib olmadan yaqazada dahi görülür.
Rûh bedenden müfâraqatdan sonra eğer ‘ulvî ise fevqıyete müteveccihdir, eğer süflî ise süfliyete giriftârdır. ‘Âlem-i Misâl’de işi yokdur. ‘Âlem-i Misâl görmek içindir, kâ’in (1) olmak için değildir. Olmak mahalli ‘Âlem-i Ervâh’dır veya ‘Âlem-i Ecsâd’dır. Âlem-i Misâl dediğimiz gibi bu iki ‘âlemin âyînesinden başka bir şey değildir.
Uykuda ‘Âlem-i Misâl’de görünen elem, görenin müstehaq olduğu elemin işâretidir ve berây-ı tenbîh zuhûr-yafte olmuştur. ‘Azâb-ı qabr bu qabîlden olmayıp elem ve ‘uqûbâtın sûret ve işâreti değil bizzât kendisidir. Uykuda hissedilen ‘azâb, haqîqî bile olsa dünyâ elemlerinden birisi olur. ‘Azâb-ı qabr, ‘uqûbât-ı uhreviyedendir. Aralarında çok fark vardır. Dünyâ ‘azâbı âhiret ‘azâbına nisbetle nedir? Ma’âzallâh! Dünyâ ‘azâbının ‘acabâ ehemmiyeti var mıdır? Cehennem kıvılcımlarından bir kıvılcım dünyâya düşse herşey hâk ile yeksân olur. ‘Azâb-ı qabri uykudaki ‘azâb şeklinde bilmek sûret ve haqîqat-i ‘azâba, ‘adem-i vuqûfdan ileri gelir. Bu tevehhüm isimlerdeki mücânesetten husûle gelme bir zu’m-i bâtıldır.
Bir fırka, ehâdîs-i sahîha-i meşhûre ve hattâ âyât-ı Kur’âniye ile sâbit olan ‘azâb-ı qabr hakkında tereddüde düşmüşlerdir. Belki de vâdî-i inkâra sapmışlardır. Bunların iddi’âları gayr-ı medfûn olan mevtânın bî-hiss olmasından ileri gelmektedir. “Mevtâ dâ’imâ bî-hareket ve câmid kalmaktadır. ‘Azâb ve elem mevzû’-i bahs olsa tezebzüb ve hareket lâzım gelirdi” derler. Bunun cevâbı şudur ki: Mahall-i qabr olan ‘Âlem-i Berzah’da hayât, dünyâ hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtı neş’esinde hassâsiyet ve irâdî hareket vardır. Bu neş’enin intizâmı için bu iki esâs zarûriyyu-l-lüzûmdur. Hayât-ı berzah’da ise hareket aslâ der-kâr değildir. Belki Hayât-ı Berzah neş’etine hareket münâfîdir. Orada yalnız his ve hassâsiyet kâfîdir ki vicdân elem ve azâb duyar. Hayât-ı Berzah, dünyâ hayâtının yarısıdır. Orada rûhun bedene ta’alluqu neş’et-i dünyeviyede bedene olan ta’alluqunun nısfıdır. Binâ’en’aleyh gayr-ı medfûn mevtânın hayât-ı berzah neş’etine ‘â’id hiss ile mütehallî olup elem ve azâb görmesi ve kendisinden bunu îmâ eden bir tezebzüb zuhûr etmemesi câ’izdir. Muhbir-i Sâdıq (sallallahu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem) Efendimizin bu bâbda buyurdukları mahz-ı haqîqatdir. Bu eşkâlin mâddesi ve emsâli cisimdir demekle, tavr-ı nübüvvetin ‘akıl meselesinin fevkınde olmasını işâret ediyoruz.
‘Aklın, idrâkinde qâsır olduğu umûrun hakikati, nübüvvet maqâmında meşhûr olur. Tavr-ı ‘akl, tavr-ı hissin verâsındadır. ‘Aklın verâsında ise hâkim tavr, nübüvvettir. Bidâyetde hiss hükmeder. ‘Akıl tasdîq veyâ tekzîb eder. Sonra hâkim nübüvvet ‘aklın(ın) hükmettiğini tasdîq veyâ naqz eyler. Mertebe-i ‘akl kâfî gelse idi enbiyâ-i kirâm ba’s olunur mu idi, (salavâtullâhi te’âlâ ‘aleyhim ecma’în.) Haşr, azâb-ı uhrevî, enbiyâ-i ‘izâmın bi’setiyle taqyîd buyurulmuştur.
Âyet “… ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ (2) …“
‘Akıl, her ne kadar bir delîl teşkîl ederse de hüccet-i bâliga olmayıp ikmâli câ’iz noksânsız bir delîl değildir. Hüccet-i bâliga ba’s-i enbiyâ ile tahaqquq eder. ‘Aklın derece-i idrâkindeki noksân ba’zı umûrda tahaqquq eylediği sâbit iken ahkâm-ı şer’iyeyi mîzân-ı ‘akl ile ölçmek mustahîl olduğu âşikârdır. ‘Akıl mîzânının müstaqıllen hükmünü tatbîq maqâm-ı nübüvveti
ne’ûzu billâh inkârı istilzâm eder. Evvel emirde risâlet ve nübüvvete ve Nebiyy-i zî-şâna îmân lâzımdır ki O’nun getirdiği cemî’-i ahkâm ve evâmire sıdq ve hulûs üzere itmînân hâsıl olsun ve bu vesîle ile zulümât-ı reyb u şekkden halâs te’mîn edilsin.
Asl kuvvetli olursa fer’, bî-tekellüf husûle gelir. Asl maksadı bu tarzda iglâq etmeksizin fer’leri birer birer isbâta çalışmak çok müşkildir. Bu tasdîqın, bu itmî’nânın husûlüne en faydalı yol ‘zikrullâh’dır. Hakk celle ve ‘alâ hazretleri, Kur’ân-ı Mübîn ve Kelâm-ı Kadîm’inde buyurmuştur (el-âyetü (3)) (… e lâ bi-zikrillâhi tatma’innu-l-kulûb (4))
“pây-ı istidlâliyân çübîn büved
pây-i çübîn saht bî-temkîn büved (5)”
Cevher-i insân; ibtidâ-yı hilqatte, ‘ilm u idrâkden hâlî bir halde halk olunmuş. Hallâq-ı haqîqî celle şânühûnun halk buyurduğu ‘âlemlerden hiçbirine muttali’ değildi. ‘Avâlimin nihâyeti yokdur. Bunu ancak Yaradan bilir. “…ve mâ ya’lemu cunûde rabbike illâ hüve (6)…”
İnsânın ‘âlemden haberdâr olması ancak idrâki sâyesindedir. Hakk sübhânehû ve te’âlâ idrâkât-ı beşerden her birini, insânı ‘âleme vâqıf ve muttali’ kılmağa vâsıta olmak için halq buyurmuştur. ‘Âlemden murâd, ecnâs-ı mevcûdâttır.
İnsânda evvelâ halq olunan şey, hassa-i lemsdir. Bu his ile harâret, rutûbet, bürûdet, yubûset, huşûnet gibi ecnâs idrâk olunur. Lems hâssası, elvân ve esvâtı derk edemez. Ondan sonra hâssa-i basar halq olunur. Bununla da insân elvân u eşkâli idrâk eder ki bunlar ‘avâlim-i mahsûsâtın en vâsi’idir. Ondan sonra hâssa-i sem’ halk olunur. Cenînin sâmi’ası fa’âliyete başlar, asvât ve nagamâtı işitir. Bundan sonra kuvve-i zâ’iqa halq olunur. İşte ‘âlem-i mahsûsâtın vesâ’it-i idrâki olan havâss-ı zâhirî bu vechile tekemmül edip çocuk yedi yaşına qarîb oldukda, kendinde quvve-i mümeyyize halq buyurulup insân mahsûsâtdan fazla olarak ‘âlem-i hisde bulunmayan bir takım umûru derk eylemeye başlar ki bu hâl dahi insân için bir tavr-ı âhardır. Ondan sonra diğer tavra teraqqî ile ‘akıl halq olunup insân bununla umûr-ı vâcibe-i lâzime-i mümkine ve mümteni’ayı ve tavr-ı ‘akıldan evvelki etvârda bulunamayan umûr ve husûsâtı derk eder. Bu etvârın kâffesi bidâyette za’îf iken tedrîcen kemâle erer.
‘Aklın öte tarafında dahi bir tavr vardır ki onda bir başka hâsse ve vâsıta açılır ve havâss-ı zâhirî ile hiss eyleyip ma’lûm olamayan ve âtîde gelecek olan umûr keşf ve müşâhede olunur. ‘Aklın idrâk eylediği şeyler, quvve-i mümeyyizeye ‘arz olundukda quvve-i mümeyyize fasl-ı istib’âd ederse ‘akıl dahi ol vechile müdrikât-ı nübüvveti kabul etmeyebilir. Bu ise ‘ayn-ı cehldir. Akıl bir tavırdır, nübüvvet tavrının dûnundadır.
Müdrikât-ı nübüvveti nefsü-l-emrde dahi mevcûd değil zann eder. Çünkü işite işite, göre göre elvân ve eşkâli bilememiş bunların vücûdunu henüz tasdîq etmemiş olan anadan doğma bir a’mâya, elvân u eşkâl nakl ve hikâye olunsa evvel emirde elbette fehm edemez. Ve zihnince müsteb’ad görüp inanamaz. Hâlbuki Haqq celle ve ‘alâ hazretleri kullarına bu husûsu istib’âd etmemeleri için hâsiyyet-i nübüvvetden bir nümûne ihsân ve ‘atâ buyurmuşdur. O da uykudur. Çünkü uyuyan âdem, âtîde vukû’a gelecek ahvâli ya ‘ayniyle veyâ bir misâl hey’etinde görerek derk eyler. Eğer insanlar bu hâli kendilerinde bulmasalar kendilerine -yani (o) kimseler baygın düşerek quvvâ-yı hâssası mu’attal kaldığı halde mugayyebâta muttali’ oluyorlar- denildiği zamân inkâr ve bunun müstahîl olduğunu ve quvvâ-yı hâssa mevcûd iken anlaşılamayan mugayyebâtın quvvâ-yı mezkûre mu’attal olunca evveliyetle anlaşılamayacağını beyân ederler. Hâlbuki nefsü-l-emr bunu tekzîb eder.
Nübüvvet bir tavırdır ki onda vücûd-pezîr olan dîde-i haqîqat-bînin gözünde mugayyebât ve ‘aklın derk edemediği umûr ve husûsât mer’î ve mütecellî olur. Havâss-ı hamse-i zâhiriyyenin hiss ve hükmetdiği mevâridi, ba’zan kuvve-i mümeyyize nesh eder. Quvve-i mümeyyizenin hükmetdiği mevâddı ba’zan ‘akl nesh eder. ‘Aklın nesh etdiği mevâddı da fevqındeki tavr-ı nübüvvet ki -hâkim-i şer’dir- o nesh eder. Meselâ göz, yıldızı küçük görür. Berâhîn-i hendesiye küre-i ‘arzdan büyük olduğunu ortaya koyar. Bu mikdâr büyüklükde vâqı’a mutâbıq olduğu kat’iyyetle hükm edilemez.
Bu mütâla’attan sonra asıl meseleye rücû’ edelim:
“Rûh nedir?”
Şeyhân, İbn Mes’ûd’dan rivâyet ediyor. Diyor ki: Peygamberimiz (‘aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) ile Medîne harâbelerinde idim. Resûl (‘aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) bir kavm-i Yehûda uğramışlardı. Bunlardan ba’zıları diğerlerine ‘Aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm’a rûhdan ‘sorunuz.’ Bazıları ‘sormayınız’ dediler. Ve nihâyet sordular ve ‘Yâ Muhammed “sallallahu te’âla ‘aleyhi ve sellem, Rûh nedir’ dediler. Peygamberimiz (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) ‘asâya ittikâya devâm buyuruyorlardı. Ben vahy-i İlâhînin nâzil olmakda olduğunu zann ediyordum. O ânda Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) efendimiz nâzil olan “Ve yes’elûneke ‘ani-r-rûhi quli-r-rûhu min emri Rabbî ve mâ ûtîtum mine-l-‘ilmi illâ qalîlâ (7)” âyet-i kerimesini tilâvet buyurdular (8).
Rûh hakkındaki suâller, muhtelif vücûhu istihdâf eder.
Bunlardan birincisi: Mâhiyet ve haqîqat-i rûh nedir? Mütehayyiz midir yoksa bir mütehayyizde mu’ayyen bir hâl midir? Gayr-ı mütehayyiz bir mevcûd mudur? Yoksa mütehayyizde hâl olmayan bir şey midir?
İkincisi: Qadîm midir veyâ hâdis midir?
Üçüncüsü: Mevtden sonra bâqî midir? Yoksa fâni midir?
Dördüncüsü: Vaqt-i nefhde mi halk olunur? Yâhut cismin teşekkülünden evvel mi halq olunmuşdur?
Mâhiyet ve haqîqat-i rûha mütealliq suâle cevâb: Mâhiyetin mâhiyeti lâ-büdddür. Fakat beyân-ı mâhiyeti imkân hâricindedir. Çünkü erbâb-ı ‘akl nezdinde müsellemdir ki bir şeyin mâhiyeti ancak o şeyin bir mikyâs-ı müşterek ile mâ-bihi-l-iştirâk ve o mikyâsa nazaran mâ-bihi-l-imtiyâz vasıflarının tedqîqiyle istidlâl olunur. Bu ise havâss ile hissettiğimiz mahsûsât ve ‘akıl ile idrâk ettiğimiz ma’qûlâtdan cârî olabilir. Rûh, ma’qûlât ve mahsûsât cinsinden değildir. Yukarıda geçdiği gibi tâ’ife-i Yehûd rûh hakkında ‘Tevrât-ı şerîfin îhâm eylediği gibi ‘acabâ Kur’ân-ı kerîm’de dahi rûh meselesi mübhem mi bırakılmıştır’ bunu öğrenip sıdq veyâ ‘adem-i sıdqına hükmeylemek istemişlerdir. Bunun üzerine vârid olan hitâb-ı İlâhîde keyfiyet-i rûhun Hakk celle ve ‘alâ hazretlerinin emr ve irâde-i İlâhiyyesinden olduğu beyân buyurularak Tevrât-ı şerîf’de olduğu gibi, Kur’ân-ı mübîn’de dahi rûh meselesi mübhem bırakılmıştır.
Rûh ‘Ol’ irâde-i ezeliyesine mazhar olan ibdâ’-ı İlâhîdir. Kendisiyle, beden-i insânî hayâtda durur. Tedvîr ve irâde sıfatları insânda kendisiyle qâimdir. Madde gibi, cesed gibi bir asıldan îlâd tarîqıyle gelmemiştir. Zât-ı aqdes ve te’âlâ hazretlerinin bi-lâ-vâsıta emr-i muhassılasıdır.
Rûhun qıdemi veyâ hudûsüne müte’alliq ikinci suâle gelince deriz ki rûh, Haqq celle ve ‘alâ hazretlerinin ‘ilmini setr ve ihfâ buyurdukları bir keyfiyetdir. ‘İlmi, Zât-ı akdes-i İlâhîsine muhtassdır. O keyfiyetin hâlıqı ol Zât-ı bî-endâddır (9). O keyfiyyeti ancak Hâlıq ve Sâhibi bilir. Âyet-i kerîmedeki ihtâr, rûh hakkında insana cüz’î ma’lûmât nasîb olduğunu mübeyyindir.
Beşer, ‘ilimden havâss ve idrâkâtı vâsıtasıyla istifâde eyler. ‘Aklın ma’ârif-i nazariyeyi iktisâb için cüz’iyâtı his eylemesi zarûriyâtdandır. Bundan dolayı, his fıkdânı ‘ilim fıkdânı ile tev’emdir, denilmiştir. Zâtına kesb-i ma’rifet için hissin anlayamadığı eşyâ çokdur. Bu dahi rûhun kendisiyle telebbüs eylediği şeyin avârız-ı temyîz ile ancak ma’rifeti qâbil olacak şeylerden olduğuna işâretdir. Bunun için bu bâbda, cevâb ekseriyâ bu kadardır.
Hikmet-i insâniyet, hayr u şerden tâkat ve kuvvet-i beşeriyye mikdârınca me’âdı ile ma’âşını te’mîn edecek şekilde iktisâb-ı ‘ilimdir. Bu mikdâr ‘ilim cüz’î olmakla berâber dâreynin sa’âdeti için kâfîdir. Buna nisbetle mâsivânın nihâyet ve haddi yoktur.
İbdâ’iyât, mevcûd bir misâl üzerine mebnî olmayan bir emr-i muhteri’dir. ‘Rûh, Rabbimin emrindendir’ nass-ı celîlesinde beyân buyurulduğu veçhile, rûh kendisine müteqaddem bir misâl üzerine mebnî olmayan bir ibdâ’-i muhteri’dir. Binâ’en ‘alâ zâlik emr-i İlâhî ile qâimdir. ‘Ol’ emriyle mevcûddur. ‘Âlem-i mahsûsâtdan değildir. Beşerin ma’qûlâtdan anladığı, ancak suver-i müntezigadır. Rûh ise heyûlâdan mücerred zevât-ı ‘âlemi şekl ve renkden, cihet ve tarafdan münezzeh olan cevâhir-i mukaddese ‘âlemi olan ‘âlem-i ibdâ’dandır. İnsânın o ‘âlemi idrâkine imkân yokdur. Çünkü insân o âlemi idrâka kaabiliyeti olmayan ‘kün’ kaziyyesi ile ma’lûl ve mahcûbdur. İşte bu cevâb dahi rûhun kendisiyle temeyyüz eylediği şey’in avârız-ı temyîz ile ancak ma’rifeti qâbil olan şeylerden bulunduğuna işâretdir.
Bazı kibâr, rûhdan bahsi -çok kimselerin ‘adem-i idrâki dolayısıyla- câ’iz bile görmezler. Bazıları rûhun beden ile hiss olunan şeye mugaayir kendi kendine qâ’im, mevtden sonra müdrik olarak bâqî kalan bir cism-i latîf olduğuna qâ’il olmuşlardır. Cumhûr-ı sahâbe-i kirâm ve tâbi’în bu zümre-i nâciyedendir. Âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i nebeviyye bu sûretle nâzil ve vârid olmuştur.
Ba’zıları, ‘Rûh hâdis, mâ-bihi-l-hayâtdan mahlûq ve mer’î, mütekellim, kendisinden sadâ zuhûr eden ve fevâ’id husûle gelen bir cism-i latîf’ demişlerdir. ‘Kendisiyle qâ’im, gelen giden nefsin hayâtından müstakil olarak uzanan bir hayâta mâlik bir cisimdir’ demişlerdir.
Ba’zı hükemâdan, rûhun mevtden sonraki hâli sorulmuştur. Demişlerdir ki: Rûh mevtden sonra cesedin enîsi olur. Cesed ise Rabbinin huzûrunda sâcid yani hâdi’ yani bî-hareket ve câmid olarak kalır.
Rûh hakkında söz söylemeğe salâhiyetdâr olan ‘ulemâ bu bahisde iki fırkaya ayrıldılar. Bir fırka rûh hakkında ihtiyâr-ı sükût ederek bir şey söylemediler. ‘Rûh, esrâr-ı ilâhîden bir sırdır. Onun ilmi, beşere verilmemiştir’ dediler. Tarîq-i muhtâr da budur. Cüneyd (kaddesallahu esrârahu) ‘Rûh öyle bir şeydir ki Cenâb-ı Hakk onun ‘ilminde müstaqildir. Mahlûqâtından hiçbirini rûha muttali’ kılmamıştır. ‘İbâda rûhdan bahsetmek câiz değildir’ demiştir. İbn ‘Abbâs (radiyallahu anh) ve ekser-i selef buna qâ’ildir. İbn ‘Abbâs’ın (radiyallahu’anh) ‘Rûh tefsîr olunmaz’ dediği sâbit olmuşdur.
İbn Ebî Hâtim, ‘İkrime’den (radiyallahu anh) rivâyet ediyor. ‘İkrime diyor ki “İbn ‘Abbâs’dan (radiyallahu anha) rûhdan su’âl etdiler. İbn ‘Abbâs (radiyallahu ‘anh) ‘Rûh, Cenâb-ı Hakk’ın emrinden bir şeydir. Bu meseleyi kurcalamayınız, rûha dâ’ir bir şey ziyâde etmeyiniz’ buyurdular. (10)”
İbn Battâl, Rûhun hakîkatini ‘adem-i idrâkdeki hikmet, mahlûqât(ın) idrâk etmedikleri şey’in ‘ilminden ‘âciz olduklarını ve rûhun ‘ilmini Cenâb-ı Haqq’a redd ve havâle etmelerini ta’rîzdir’ dedi.
Kurtubî, ‘Rûhun haqîqatinin bilinmemesindeki hikmet, insânın ‘aczinin izharıdır, zîrâ rûhun mevcûdiyeti kat’î olmakla beraber haqîqati bildirilmedi. Buna qıyâsen Hâlıq-ı kâ’inât subhânehû ve te’âlânın hakîkatini idrâkde ‘acz, evleviyyettedir. Buna daha bâriz bir misâl gözdür ki kendi kendisini idrâkden ‘âcizdir.’
İkinci fırka, rûh hakkında îrâd-ı kelâm eylediler. Ve onun haqîqatinden bahsetdiler. Bu bâbda söylenen sözlerin en sahîhi İmâmu-l-Harameyn’in sözüdür. İmâmü-l-Harameyn diyor ki ‘Rûh, cism-i latîfdir. Ecsâm-ı kesîfeye sereyân eylemişdir. Yeşilliğin suya ağaca sereyân eylediği gibi.’
Birinci fırka, ‘Resûl-i ekreme (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) rûhun ta’lîm edilip edilmediği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İbn Ebî Hâtim tefsîrinde deniliyor ki ‘Nebiyy-i Ekrem (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) rûhu bilmemiş olduğu halde kabz olundu.’ Bir tâ’ife de ‘Nebiyy-i müfahhama (sallallahu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem) rûh ta’lîm edildi ve ona muttali’ oldu ve ümmetinin havâssına rûha ıttılâ’ hâsıl eylemelerini beyân buyurdu’ fikrindedir.
Mü’minler, rûhun cisim olmasına qâ’ildir. Zîrâ kitâb, sünnet, icmâ’-ı sahâbi ve rûhun irsâl, qabz, tenâvül, ihrâc, hurûc, mütena’im ve mu’azzeb, rücû’, duhûl, rızâ, intiqâl ve berzahda tereddüd gibi vasıflarla ittisâfı buna delildir. Zîrâ rûh yer, içer, gelir, gider, ta’alluq eder, nutq eyler, bilir, nefret eder, sever ki sıfât-ı ecsâmdandır. ‘Araz, bu sıfatlarla ittisâf edemez. Rûh, Hâlıqını ve kendini bilir. Ma’qûlâtı idrâk eder ki bunlar ‘ulûmdur. ‘Ulûm ise arazdır. ‘İlim ‘araz olunca ve ‘ilim rûh ile qâ’im olunca ‘arazın ‘araz ile qıyâmı lâzım gelir ki fâsiddir. Rûh ve nefs her ikisi şey’-i vâhiddir. Cenâb-ı te’âlâ ve teqaddes hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde buyurmuştur: “Yâ eyyetuhâ-n-nefsu-l-mutma’innetu (11)”; “… ve nehâ-n-nefse ‘ani-l-hevâ (12)” Ehl-i sünnetten ba’zıları; rûh, nefissiz olarak kabz olunur derler ki İbn Ebî Hâtem’in “Allâhu yeteveffe-l-enfuse hîne mevtihâ (13)…” qavl-i kerîminin tefsîrindeki tahrîci bunu te’yîd eder.
İbn ‘Abbâs (radiyallahu ‘anhuma) der ki “Cevf-i insânda hem nefs hem rûh mevcûddur, şems ve şuâ-i nefs gibi. Cenâb-ı Haqq te’âlâ menâmda, nefsi teveffî eder. Rûhu cevf-i insânda bırakır ki inkılâb eder yani uyku zamânında sağa sola döner, ta’ayyüş eder. Cenâb-ı Haqq qabz-ı rûh etmek irâde buyurursa, rûhu qabz eder, insân ölür. Eğer ecelini te’hîr ederse nefsini cevf-i insândaki mekânına reddeder, uyanır. İnsân uyuduğu vakit kendisiyle eşyâyı ta’aqqul etdiği nefs hurûc eder. Fakat cesetden büsbütün müfâraqat etmez. Şu’â’ı mevcûd olan uzun bir ip gibi hurûc eder. İnsân kendisinden hurûc eden nefsiyle rü’yâ görür. Rûh bedende bâqî kalır. Bununla teneffüs eder. Hareket eylediği vakit tarfetü-l-‘ayndan daha serî’ olarak nefs rücû’ eyler. Uykuda mevt erişirse Haqq te’âlâ nefsi alıkoyar, iâde eylemez. Uyuduğu zaman nefs hurûc ve su’ûd eder, rü’yâ görür. Rûha haber verir. Rûh da kalbe haber verir. Sabâh olunca şöyle rüyâ gördüğünü bilir.”
Vehb der ki “Nefs-i insânî nefs-i devâbb gibi halq olunmuştur ki arzu eder, şerri davet eder. Meskeni batndadır. İnsânın fazîleti rûh iledir.” İbn Ebî Sa’d “Tabaqât” nâmındaki kitâbında Vehb İbn Münebbih’den tahrîc eder. Vehb der ki “Haqq te’âlâ Benî Âdemi, sudan ve topraktan halq eyledi. O toprak ve suya nefs verdi. Bu nefs ile qâ’im, qâ’id, sâmi’, bâsir ve bi-l-cümle devâbbın bildiği şeylerle ‘âlim oldu. Sonra o toprak ve suya rûh ilqâ olundu ki, bu rûh ile haqqı bâtıldan fark eyledi. Bu rûh iledir ki o toprak ve su ta’allüm eder ve bütün umûrunu tedbîr eyler.”
İbn ‘Abdi-l-Berr “Temhîd” nâmındaki kitâbında der ki “Nefs cesed-i mücessed olup rûh mâ-i cârî gibidir.”
Abdurrahmân der ki “Rûh, bostândaki mâ-i cârî gibidir. Cenâb-ı Hakk bostânı ifnâ etmek irâde buyurunca, o bostâna mâ-i cârînin cereyânını men’ eyler, bostân fenâ bulur. İnsân dahi tıpkı böyledir.”
İbn İshâq ‘Abdullâh İbn Ca’fer diyor ki “Meyyit tâbûta konduğu vakit mevtânın rûhu bir meleğin yedinde bulunur. O meyyit ile beraber seyreder. Namâzı kılınmak için musallâya vaz’ olunduğu vakit tevaqquf eder. Kabre konduğu vakit ona sereyân eder. Lahidlendiği ve üzeri toprak örtüldüğü vakit Allâh te’âlâ meyyite nefsini i’âde eder. Tâ ki su’âl melekleri kendisinden ayrıldığı vakit melek meyyitin nefsini hal’ eder. Nereye emredilmiş ise oraya atar. Bu melek, melekü-l-mevt ihvânından biridir.”
Şeyh ‘İzzeddîn Abdusselâm der ki “Her cesette iki rûh vardır. Biri rûhu-l-yaqazadır ki bu rûh cesetde olunca insân uyanık olur. Bu rûh ayrılırsa insân nâ’im olur. Menâmât görür. Diğeri ruhu-l-hayâtdır ki cesetde olursa insân hayy olur, müfâraqat ederse ölür. Bu iki rûhun maqarrını ancak Haqq te’âlânın muttali’ ettiği zevât-ı ‘âliye bilir.
Ba’zı mütekellimîn der ki “Zâhir olduğuna göre rûh kalbin yakınındadır.”
İbn Abdi-s-Selâm der ki “Benim ‘indimde rûhun kalpde olması ba’îd değildir. Ervâhın nûrânî, latîf, şeffâf olması câ’izdir. Böyle olması ervâh-ı mü’minîn ve melâ’ikeye hâssdır. Ervâh-ı küffâr ve şeyâtîn bundan hâricdir.”
Rûhu-l-yaqaza ve rûhu-l-hayâta delîl “Allâhu yeteveffâ meleku-l-mevti (14)) hadîs-i şerifiyle, “Allâhu yeteveffe-l-enfuse hîne mevtihâ (15)…” âyet-i kerîmesidir. Uykuda cesedleri olmayan nefsleri, Cenâb-ı Hakk teveffî eder. Üzerlerine mevti hüküm buyurduğu zaman nefsi imsâk eder. Ecsâda irsâl ve i’âde eylemez. Ecel hulûlünde rûh-i yaqaza ve rûh-i hayâtdan her ikisi cesetden kabz olunur. Rûh-i hayât ölmez. Semâya diri olarak ref ’ olunur. Ervâh-ı kâfirîn tard olunur. Onlara ebvâb-ı semâ açılmaz. Ebvâb-ı semâ, ervâh-ı mü’minîne, Rabbü-l-’âlemîne arz olunmak üzere açılır. Ne mutlu ol rûha ki ‘arz-ı bâr-gâh-ı İlâhî ile müşerref olur.
Rûhun kalbde olduğunu cezmedenler meyânında İmâm Gazalî de vardır. Bunu Kitâbu-l-İntisâr’ında zikr eylemiş ve buna hadîs-i şerîf ile zafer-yâb olmuştur.
Zührî der ki Huzeyme bin Hakîm es-Sülemî (radiyallahu anh) feth-i Mekke gününde Resûl-i Ekrem (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) efendimize gidip ‘Yâ Resûlallâh! Bana zulmet-i leylden, zav’-ı nehârdan, kışın sıcak sudan, yazın soğuk sudan, bulutların mahrecinden, mâ-i recül ile mâ-i mer’enin karargâhından ve cesedde nefsin mevzi’inden haber ver’ dedi. Resûl-i Müctebâ (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) uzun bir hadîs buyurdular (16). Bu hadîs-i şerîfin bir kısmı “Nefsin mevzi’i kalbdedir. Kalb ribât ile bağlıdır ki bunlar urûqu isqâ eder. Kalb helâk olduğu vakit urûq munqatı’ olur” meâlindedir. Bu hadîs-i şerîf hem mürsele ve hem mevsûledir. (17)”
Ehl-i sünnet, rûhun muhdes ve mahlûq olduğunda icmâ’ eylemişlerdir. Buna zenâdıqadan başka kimse muhâlif değildir. Rûhun hudûsu hakkındaki icmâ’ı nakledenler meyânında Muhammed bin Nasr el-Mervezî ve İbn Kuteybe mevcûddur. “el-ervâhu cunûdun mücennede (18)” hadîs-i şerîfi vârid olmuştur. Mücennede ancak mahlûq olur.
Rûhun ecsâddan evvel veyâ sonra halq olunuşuna iki qavl-i meşhûr vardır. Birinci qavle yani ecsâddan muqaddem halk olunuşuna Muhammed b. Nasr ile İbn-i Hazm qâ’ildir ki bunun hakkında icmâ’ olduğunu iddi’â ederler. “İnnallâhe halaq-l-ervâhu-l-‘ibâdi ve bi-elfe âmin femâ te’ârafe minhâ i’telefe ve mâ tenâkere minhâ ahtelef (19)” hadîs-i şerîfi
ile istidlâl ederler ki bu hadîs-i şerîfin senedi cidden zayıftır. Bundan başka zürriyyet-i Âdem’in (‘aleyhi-s-selâm) zahrından ihrâcı hakkındaki hadîs-i şerîflerle de istidlâl ederler ki “Lemâ halaqAllahu Âdeme messeha ‘alâ zahrihi fekat minhu kullu nushahu hüve hâliquhâ min zurriyyetin ilâ yevmi-l-kıqâmeti emsâli-d-durer (20)” hadîs-i şerîfi bunlardan biridir. (Ayetteki) Nüsha (kelimesi), rûh demektir. Hâkim İbn Ka’b “Ve iz ehaze Rabbuke min Benî Âdeme (21) …” âyet-i kerimesinin tefsîrinden Cenâb-ı Haqq’ın yevm-i qıyâmete kadar vücûd bulacak zürriyyet-i Âdemin kâffesini bir günde cem’ edip onlara rûh, sûret, nutq verdiğini, onların tekellüm ettiklerini ve onlardan ahd ve mîsâq aldığını istidlâl etmişdir.
İkinci qavle yani ecsâdın rûha teqaddüm ettiğine qâ’il olanlar “Hel etâ ‘ale-l-insâni hînun mine-d-dehri lem yekun şey’en mezkûrâ (22)” âyet-i kerîmesini delîl ittihâz edenlerdir. Bundan başka İbn Mes’ûd (radiyallahu ‘anh) “İnne ahadakum yecme’u halqihi fî batni ummihi erbe’îne yevmen sümme yekûnu ‘alaqatu misle zâlike sümme yekûnu mudgatu misle zâlike sümme yurselu ileyhi-l-meleku fe-yunfehu fîhi-r-rûha (23)” hadîs-i şerîfi ile de istidlâl ederler.
Rûh, mevtden sonra bâqîdir, buna delîl: “Kullu nefsin zâ’iqatu-l-mevti (24) …” âyet-i kerîmesidir. Zâ’iq, mezûqdan sonra bâqî kalır. Bundan başka rûhun ten’îm ve ta’zîbi hakkında bâlâda zikredilen âyât-ı kerîme de delâlet eder.
Kıyâmet gününde ruha, fenâ târî olur. “Kullu men ‘aleyhâ fân (25)” âyet-i kerimesi mûcebince fenâ bulur. Fakat sonra avdet ettirilir mi, “… illâ men şâ’allâhu (26) …” âyet-i kerîmesi mucebince müstesnâsı olabilir. İmâm Sübkî tefsîrinde der ki ‘Aqreb olanlar fenâ bulmaz. Bunun da müstesnâsı vardır, Hûr-i ‘în hakkında denildiği gibi.’ Mevtin hem beden ve hem de rûha veyâhud yalnız bedene âid olmasında ihtilâf vardır. Rûhun mevti zevk etmesi, cesetden müfâraqatıdır veyâ ma’dûm olmasıdır. Rûh ma’dûm olmaz, çünkü na’îmde veyâ ‘azâbda bâqî kalacağında icmâ’ vardır.
Resûl-i Müctebâ’nın (‘aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) “el-ervâhu cunûdun mücennedetü femâ ta’arafe minhâ i’telefe ve mâ tenâkera ihtelefe (27)” qavl-i şerîfinin ma’nâsında ihtilâf edilmiştir. Ba’zıları, ‘bundan murâd(ın) nâsdan hayırlı olanlar kendi şekillerine ve şerîr olanlar da kendi nazîrlerine meylederler’ (demiştir.) Ba’zıları da bundan murâd(ın) “İnne-l-ervâha hulıkte kable-l-ecsâdi bi-elfi âmin (28)” hadîs-i şerîfi mûcebince mebde’-i hilqati ihbârdır dediler.
Ba’zı ulemâ demişlerdir ki Ervâh her ne kadar rûh olmakda müttefiq iseler de tabî’at cihetiyle birbirlerinden temâyüz ederler. Bu umûr-i muhtelife ile eşhâs teşâkül eyler. Her nev’ kendi nev’iyle ülfet eder ve muhâlifi nev’inden nefret eder.
İbn ‘Asâkir târîhinde, Herm İbn Hayyân’dan şöyle nakledilmiştir: Üveys el-Qaranî’ye gitdim. Kendisine selâm verdim. Bundan evvel kendisini görmemişdim. O da beni görmemiş idi. Üveys (radiyallâhu ‘anh) bana ‘Aleyke’s-selâm yâ Herm ibni Hayyân’ dedi. ‘Benim ismimi ve pederimin ismini nereden bildin, bugünden evvel görüşmemiştik’ dedim. Hazret-i Üveys (radiyallâhu ‘anh) ‘Rûhum rûhun, nefsim nefsin ile, ’âlem-i ervâhda tekellüm etdiği vakit tanışdık. Ecsâdın enfâsı olduğu gibi rûhların da nefsleri vardır. Mü’minînin ba’zısı ba’zılarını tanır. Rûh-i İlâhî ile sevişirler’ dedi (29).”
Tûsî (rahmetullâhi ‘aleyh) ’Uyûnu-l-Ahbâr” adlı kitâbında ‘Âişe’den (radiyallahu ‘anhâ) şu hikâyeyi nakleder. ‘Âişe (radiyallahu ‘anhâ) buyurdular ki “Mekke-i mükerremede bir kadın vardı. Qureyş kadınlarının evlerine gider, onları güldürürdü. Vaktâ ki bu kadın Medîne-i Münevvere’ye hicret etti. Bana taqdîm edildi. Beni ziyârete geldi. Ona, ‘Nereye nâzil oldun’ dedim. ‘Medîne-i münevverede kadınları güldüren fülânenin hânesine nâzil oldum’ dedi. Bu esnâda Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) hâne-i saâdetlerine teşrîf buyurdular. ‘Müdhike fülâne yanınızda mıdır’ dedi. Ben de ‘evet’ dedim. ‘Kimin yanına nâzil olmuş’ (deyince) Ben de ‘Fülânenin yanına nâzil olmuş’ dedim. Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) “Elhamdulillah inne-l-ervâha cunûden mucennedetun femâ te’ârafe minhâ i’telefe ve munâkerun minhâ ihtelefun (30)” buyurdular.
Ervâh, eşbâhdan müfâraqatdan sonra temâyüzü, ebdânın birbirinden olan temâyüzünden ezherdir. Nefslerin birbirine müşâbeheti ise ebdânın yekdiğerine müşâbehetinden eb’addır. Ebdân, birbirine çok müşâbihdirler, ervâhı yekdiğerine (daha) az müşâbihdirler. Kendi bedeninde bir âfet olup rûha da münâsib bir âfet musâhabet etmiş olarak az görülür. Kezâ bir sûret-i latîfi ve teşekkül-i cemîli kendisine münâsib bir rûhla nâdir görürsün. Bundan dolayı ancak ashâb-ı ferâset nâsın ahvâlini, eşkâl-i bedenden anlayabilirler.
İmâm Gazâlî, Dürre-i Fâhire nâm kitâbında mü’minin rûhunun arı şeklinde ve kâfir rûhunun çekirge şeklinde olduğunu zikr eylemiştir. Bu öyle bir şeydir ki aslı bilinmez. Âtîdeki hadisde vârid olmuştur. “İnne İsrâfîle yed’û-l-ervâhu fe-tâbi’atu cemî’an ervâhu-l-muslimîn … (31)” Meâl-i âlîsi “İsrâfîl (‘aleyhi-s-selâm) ervâhı dâvet eder, hepsi gelir. Ervâh-ı müslimîn nûr saçarak diğerleri muzlem olarak cem’ olur. Sûr’a ta’alluq ederler. Sonra Sûr’a nefh edilir. Rabb celle celâluhu buyurur ki “ ‘İzzetim hakkı için her ruhu, cesedine i’âde ederim. Ervâh, Sûr’dan nahl gibi hurûc ederler. Semâ ve ‘arzın mâbeynini doldururlar. Her rûh kendi cesedine gelir. Ve semmin ledîga sereyânı gibi, ecsâdın içine sereyân ederler. Meselu-n-nahl teşbihi, hey’et ve sûretde teşbîh değildir. Belki hurûcda teşbîhdir. Nitekim âyet-i kerîmede vârid olmuştur. “… yahrucûne mine-l-ecdâsi ke-ennehum cerâdun munteşirun (32)”
İbn Mende (33) İbn ‘Abbâs’dan (radiyallahu ‘anh) rivâyet eder ki “Rûh ile cesed beyninde muhâsama olur. Rûh cesede ‘sen yapdın’ der. Cesed de rûha ‘sen emretdin’ ve ‘sen tesvîl etdin’ der. Haqq te’âlâ hazretleri, beynlerinde kazâ için bir melek gönderir. O melek her ikisine ‘Siz (34), gözü görür fakat kötürüm bir âdem ile gözü görmez fakat yürür bir âdeme benzersiniz ki bu iki âdem bir bahçeye girmişler; kötürüm a’mâya ‘Ben orada meyveler görüyorum lâkin oraya gidip koparamam’ der. A’mâ ‘Omuzuma bin gidelim’ der. Kötürüm a’mânın sırtına biner meyveleri koparır. ‘Şimdi bu ikisinden hangisi müte’addîdir; her ikisi de müte’addîdir’ diye, rûh ile cesed cevâb verirler. Melek cevâben der ki ‘Kendi nefsinizin hükmünü kendiniz verdiniz.’ Cesed rûha matiyyedir, binekdir. Rûh da ona râkibtir. (35)”
Hadîs-i şerifte böyle vârid olmuştur. “Fe-yeqûlu-l-cesedu innemâ kuntu … (36)”
Cesedin mevtinden sonra, rûh mütena’em veyâ mu’azzeb olarak bâkidir. ‘Ulemâ-yı kirâm cesedin mevtinden sonra rûhun beqâsında ittifak etdiler.
Sübkiyyu-l-ezher buyurur ki “Rûh, ebeden fenâ bulmaz.” Bu i’tibâr ile hûru-l-‘în hakkında olduğu gibi inşâAllâh kelâm-ı İlâhî ile celle ve ‘alânın “Kullu men aleyhâ fânin (37)” qavl-i keriminin istisnâsını teşkil eder.
Ehl-i haqqın aqvâl-i meşhûresindendir ki Benî Âdemin bedeninden herşey inhilâl eder. Ancak ‘acbü-z-zeneb veyâ ‘us’usa inhilâlden felâh bulur. Bu qavl, bir hadîs-i şerîfe istinâd eder. Fi’l-haqîqa Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) buyurmuşdur ki ‘Âdem neslinden her bir ferdi toprak ekl eder. Onlardan ancak ‘acbü-z-zeneb masûn kalır. Yevm-i qıyâmetde halk bundan halk olunur. (38)’ Bir rivâyetde ‘aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm Efendimize denildi: ‘Yâ Resûlallâh ‘acbü-z-zeneb nedir, buyurdular ki ‘Hardal dânesi gibidir. Vücûdunuzun neş’eti ondandır.’ (39)” ‘Ulemâ-yı kirâm dediler ki “ ‘Acbü-z-zeneb, kuyruk kemiği olan us’usanın sert kısmının aşağı ucunda olup mahalli, dört ayaklı hayvanın kuyruk mahalline müşâbihdir.”
Bir hadîs-i merfû’da Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) buyurmuşdur “Hasbeten lillâh müezzinlik eden, kanı ile boyanmıştır yani kendi kanı ile boyanan şehîdler mertebesindedir.
Öldüğü zamân vücudu, hevâm ve haşarât tarafından ekl edilmez. (40)”
Cesede ‘âid belâyâdan ecsâd-ı enbiyâ (‘aleyhimu-s-salâtu ve-s-selâm) ve yaralarıyla qıbâl-ı
küffârda ölen şehîdler müstesnâdır. Bu zümre-i mübârekeye kesble vâdîde (41) suyun sereyânı gibi cismine muhabbet-i Resûlullâh sallallahu ‘aleyhi ve sellem sereyân edecek sûretde ol muhabbetle muhâlatat eyleyenlerle asla şübhe ile şâ’ibedâr olmayan helâl ekl eyleyenler ilhâq olunur. Ekâbirin ekserîsinde bu hâl müşâhede olunmuştur. Meselâ
Şeyh Nûreddîn eş-Şûnî’nin kabri vefâtından bir sene dokuz ay sonra açılmış ve qabre vaz’ edildiği gibi sâlim ve tâze olarak bulunmuşdur. Ve huzzârın kâffesi tarafından bu hâl müşâhede olunmuştur. (42) Asla ma’siyet yapmayan kimseler de böyledir. Böylece Delâilu-l-Hayrât sâhibi, vefâtından yirmi sene kadar sonra memleketi istilâ edildiği zaman hicret edenler kabrini feth edip cenâzesini beraber alarak Tûnus’a götürdüler. Görenler şöyle dediler: “Qabre yeni konulmuş gibi gördük. Kefen dahi sararmamış idi. Yüzünde ter izleri vardı. Ve hayatda olduğu gibi tam bir beşâşet ve ibtisâm rû-nümâ idi. Vücûdunun her yeri tâze âsâr-ı tegayyür, tasallüb, ta’affün dahi yok idi. Bir râyiha-i tayyibe var idi ki hiçbir şeyde bulunmazdı.”
Rûh mahlûqtur ve evâmiru-l-hissiyyedendir. ‘Aklî delâletiyle onun künhünü bulmaya çalışan hiçbir kimse ona yaqîn peydâ edememiş ve ma’lûmâtı ancak zan mertebesinde kalmışdır. Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) efendimizin haqîqat-i rûh hakkında beyânâtda bulunduğu bize teblîg edilmemiştir. Hattâ kendilerine bu bâbda su’âl olunduğu hâlde bile Cenâb-ı Rabb-i İzzete karşı edebe ri’âyeten cevâbda imsâk buyurmuşlardır. Çünkü Zât-ı celle ve ‘alâ emr-i rûhu mübhem bırakmışdır. Binâ’en’aleyh rûh hakkında Hazret-i Cüneyd’in buyurduğu gibi “Mevcûdiyetinden başka fazla bir şey söylemek mümkün değildir.” Hazret-i Cüneyd’in ‘ibâresi şöyledir: “Rûh, öyle bir şeydir ki onu Hakk sübhânehû ve te’âlâ bilir ve mahlûqâtından hiçbiri ona kesb-i ıttılâ’ edemez. Bundan dolayı onun mevcûdiyetini iqrârdan gayrı sûrette rûhdan bahs eylemek câiz değildir.” Müfessirîn (rahimehumullâhu te’âlâ ‘aleyhim ecma’în hazerâtı) dahi bu re’ye qâ’il olmuşlardır.
Felâsife ile sûfiyyeden bir cemâ’at “Rûh, cisim değil, ‘araz değil belki maddeden mücerred bir nefse qâ’im ve gayr-i mütehayyiz bir cevherdir. Bedene dâhil ve ondan hâric olmaksızın bedeni idâre ve tahrîk için ona ta’alluqu vardır” derler. Bu kelâm i’tibârdan sâqıtdır. Bi-l-farz bir ‘abd-i hâss-ı mü’mine, künh-i rûha vuqûf mazhariyeti bahş buyurulsa bile muhâtaba, o künh ve haqîqati ifâde edecek ve onun ma’rifetine mü’eddâ olacak ta’bîr bulunamaz. Zîrâ Haqq sübhânehû ve te’âlâ hazretleri onun haqîqatini idrâkten bizi âciz kılmıştır. İmâm Alî (kerremAllahu vecheh ve radiyallâhu anh) hazretlerinin muhassal kelâmı “Hakk sübhânehû ve te’âlâ bizi nefsimizin, Rabbimizin ve rûhumuzun künhünü idrâkden’ âciz yaratmış olduğu merkezindedir.”
Şeyhu-l-Ekber (rahmetullahi ‘aleyh) buyururlar ki “Rûh Rabb te’âlâ ve tekaddes hazretlerinin emrindendir. Mahlûqâtdan îlâd edilmiş değildir. Onu, Hakk sübhânehû ve te’âlâ ‘Âlem-i Halq’dan olmayarak bi-lâ-vâsıta ‘Âlem-i Emr’den halk buyurmuşdur. Onun künhüne ancak asfiyâdan Hakk sübhânehû ve te’âlânın dilediği kimseler muttali’ olabilirlerse de onun künhünü beyân edecek ibâre bulmak onlar için mümkün olmaz. (43)”
Bil ki, rûhlarda riyâset yoktur. Tama’dan tezevvuq yokdur. Ve rûh ‘ale’d-devâm Rabbine hâzı’dır, hâşi’dir.
Rûh iki kısımdır: Rûh-i tedbîr, rûh-i tesbîh. Rûh-i tedbîr, hayvânâtda görülür. Rûh-i tesbîh ise sâ’ir mevcûdâtda nümâyândır. Sa’îd olan bir rûh, dünyâ ve âhiretde şekâvetden mahzûz olmaz.
Münker ve Nekîr hazretlerinin qabirde suâlleri, ‘azâb ve na’îm ve bu bâbda vârid olan haberler doğrudur. Ehl-i Sünnet’in dediği şudur ki “Mevtâya gerek kabrinde olsun gerek kuşların veyâ yırtıcı hayvânâtın karnında olsun ve gerekse yakılıp külleri havâya savrulmuş olsun su’âl vâqi’ olur. Bu da ancak kudret-i İlâhiyeden hâric bulunmayan hâriqu-l-‘âde sûretle qâbildir. Haq olan şudur ki melekeyn hazerâtının suâlî, qabirde azâb ve na’îm vâqi’ olup kendisini balık ve vuhûş yiyen kimse dahi o ‘azâbı hisseder. Bu hâlin vuqû’u ancak rûh ve hayâtın cezâ’en i’âdesi sûretiyle qâbildir. Su’âl görülmemiş bir tarzda cereyân eder. Çünkü âlem-i berzâhın ahvâli, dünyâ ahvâline kıyâs olunamaz. Uykuda olan adamın gördüğü eşyâ hâl-i yaqazada olanların gördüğüne, kıyâs edilemediği gibi su’âl-i meyyitin, cesedine rûhunun redd ve i’âdesine veyâhud rûhunun hiss i’tibâriyle bedene ta’alluqunun beqâsına ibtinâ eyler. Zâ’il olan, rûhun bedene ta’alluqu hareketidir. Ba’zılarının bu bâbdaki inkârları te’ellüm-i meyyiti görmediklerinden ileri gelebilir. Ve derler ki meyyitin batnı üzerine bir şey konulsa bir müddet sonra, yine orada görülür. Eğer ‘azâb ile müte’ellim olsa hareket ederek mezkûr şey yerinden oynardı. O takdîrde melekeyn tarafından tazyîq ve su’âl nasıl olur? Bundan istidlâlen cemâdâtın rûh-i tesbîhini dahi inkâr ederler. Cevâb şudur ki ‘Akıl, işbu şeyleri mücerred olarak idrâkden ‘âcizdir. (44) (45)’ (Tunkirûhu fî âlâ’illâhi kesîrâ (46)) Bu da aklın za’fından, aczinden ileri gelir.”
Vallâhu a’lem bi-s-savâb ve ileyhi-l-merci’u ve-l-me’âb (47).
***
[Bu çeviriyazı, Abdülhakim Arvâsî (kuddise sirruh) hazretlerinin RUH başlıklı risalesinin Büyük Doğu Yayınları’nın neşrettiği (yayına hazırlayan: Suat Ak, İstanbul 2016; çeviriyazı-tıpkıbasım) ile İbrahim Baz, Abdullah Şimşek ve Tayyip Durceylan tarafından yazılıp Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 2015 yılında çıkan 5. sayısında 93-112. sayfalarda yayınlanan ‘Son Dönem Sûfilerinden Abdulhakîm-i Arvâsî’nin “Ruh” isimli Eseri-Sunuş ve Latinizasyon’ başlığıyla yayınlanan makalesi ve Âsitâne Yayınları’nın Hattat Mustafa Halim Özyazıcı’nın güzel bir rik’ayla yazdığı nüshalarının karşılaştırılmasıyla oluşturulmuştur (Bu nüshada tarih yoktur). Metinde olmayan kelimeler parantez içinde () verilmiş ve noktalama işaretleri tarafımızdan eklenmiştir.]
***
Abdulhakîm Arvâsî (kuddise sirruh) (48) hazretlerinin
Ruh Risalesi’nin Sadeleştirme ve Açıklamaları
Ruh, eşsiz ve misalsiz olan âlemdendir, onun için mekânsızlık ona uygundur. Ruh, eşsiz ve misalsiz olan Allah tealanın vücut mertebesine nispetle misallidir. Ve mekânsız oluşu, Hakk tealanın mekânsızlığına nispeten mekânlıdır. Denildiğine göre, Ruhlar Âlemi, varlık mertebeleri ile imkân âlemi arasında berzahtır yani ara yerdir.
Ruhun iki rengi vardır. Misal Âlemi (49), onu eşsiz ve emsalsiz bilir. Varlık mertebelerine nazaran misallidir. Bu berzah yani ara yer, ona asli fıtratı (yaratılışı) itibariyledir. Ama uzuvlarıyla bedene girdikten sonra, bu ara âlemden çıkıp tamamıyla Misal Âlemi’ne inmiş ve kendisinden benzersizlik rengi gizlenmiştir.
Ruh, Allah tealanın yardımıyla bu sefer sona erdikten sonra, yükselmeye başlayıp menzil ve mertebeler aşmaya başlar. Ve bedene inişinden maksut olan zuhûr eylerse safa ve olgunluk ile asli vatanına döner. Bu seferde ârif olan zât, rûhun cesede ne dâhil ve ne de hâriç, ne bitişik ve ne de ayrı bilir; rûhun cesede tasfiye ve ıslâh için nüzul edip girmiş olduğunu idrak eder.
Âlimlerden ruhun hakikatine vâkıf olanlar azdır. Ruhun olgunluk kazanmasını geniş bir şekilde açıklamayıp yanlış anlaşılmaktan kaçınarak kısa ve öz olarak anlatmakla yetinmişlerdir. Ruhun olgunluk kazanması, sûretâ vücudun olgunluk kazanmasına benzediğinden, aralarındaki fark çok incedir ve ancak râsih olan âlimler (50) anlayabilmişlerdir.
Ceset, rûhdan sayısız kemal yani olgunluk istifâde ettiği gibi, rûh da cesedden büyük faydalar kazanır. Rûh, bedenden kazandığı faydayla işitir, görür, konuşur, ceset sahibi olur. Ceset âlemine uygun olan iş ve eylemlerle karşılaşır. İşitme ve görme duyuları, cesettedir. Rûh, cesede girince ev sahibi hükmüne geçer ve çok zaman bir yerde kaldıklarından, birbirinden olgunluk kazanırlar. Bu kemâlata meleke kazanıp biribirinden ayrıldıklarında, bu sıfatla ayrıldıktan sonra kuvvetli olan sıfatlar kaybolmaz. Rûh, böylece önceden işitip duymadığı ve beş duyuya sahip olmadığı halde işitir, görür ve duyu sahibi olur. Çeşitli mizaçlarda, biribirine karşıt sıfatlarda, farklı irfân sahibi iki kimse, bir zaman birbiriyle beraber bulunsa, birbirinin mizâç, huy, tabîat ve ilim ve irfanından alırlar. Ayrıldıklarında ise biribirinden kazandıkları ilim ve irfân kalır, kaybolmaz.
Şerh-i Meqâsıd (51) sâhibi der ki: “Hikmet sahipleri, rûhun cüz’iyâtı yani küçük varlıklardan oluşan varlık tabakalarını idrâkinde, dış ve iç duyuları şart kabul etmişlerdir. Bununla beraber duyuların meskeni olan ruh, bedenden ayrıldığında, cüz’iyâtı idrâk etmez; bu yüzden ölülerde his kalmaz.”
Hak ehli âlimlere göre rûh için, bedenden ayrıldığında yeni cüz’i idrakler olur. Zira rûhun cüz’iyyâtı idrâk etmesinde, duyuların iştirâki yoktur. Onun için kabir ziyâretinde faydalanma ve hayr kazanma, ölülerin hayırlılarından yardım hâsıl olur.
Hak ehli âlimler katında, rûhun cüz’iyâtı idrâki mutlaka duyuların var olmasına bağlı değildir. Belki bu idrâk, rûha bedende bulunduğu müddetçe duyuları kullanmayla kazanılmış bir sıfât olmuştur. Bedenden ayrıldığında, kazandıkları kendinde kalır. Görme, işitme ve diğer duyular ile kazandığı gözlemler, işitilen şeyler ve diğer duyular görülüp cesedden ayrıldığında müşâhede eder. Latîf (52) olan ruhun kesîf olan bedenle imtizâcından maksat ve hikmet, bu menfaatin hâsıl olmasıdır.
Düş ve rüyaların bir kısmı, muhayyel keşf ile adlandırılmıştır. Şu vechiledir ki insânın rûhu, uyku veya rüyada mugayyebâttan (53) bazı mana ve suretler müşâhade eder. Ve nefs (54) de ruhla bağlantısı cihetiyle o müşâhede ve idrâkte ortak olur. Muhayyele kuvvetinden o sûret ve gözle müşâhede, duyulardan bir münâsip sûret elbisesini giymekle müşahede edilen manaları rûh, o elbisede müşâhede etdiğinden, rüyayı tabir eden âlim, o rüyâda veya o düşün tabirinde, hayâl sûretinden uygun bir hale intikal ederek rûhun gayb âleminden müşâhede eylediği gerçek suretleri bulup açıklar. Bu durumda, rüyayı görenin ahvâli, zamânı, mekânı, çevresi ve tabir edenin hâli işe karışır.
Rüyâlar, her hâlde Hâlık (Yaratıcı) olan Allah tealadandır, boş şeyler değildir. Mutlaka Hallâk’ın bir takım hikmetlere dayanarak Âlem-i Misâl’e uygun ve Âlem-i Misâl ile uyumlu olarak ortaya çıkardığı şeylerdir. Her durumda sadece zâhirlerine bakmak imkânsızdır. Fakat bazan zâhirleriyle aynen ortaya çıkan gelen rüyâlar da vardır. Fakat çoğu tabîr ve tefsîre muhtâçtır.
***
Âlem-i İmkân yanî Mâsivâ-yı (55) İlâhî üç kısma bölünmüştür: 1. Ruhlar Âlemi, 2. Misâl Âlemi, 3. Cesedler Âlemi.
Âlimler, Misâl Âlemi’ne ‘Ruhlar Âlemi ile Cesedler Âlemi arasında berzah, ayırıcı hat’ demişler ve ‘Misâl Âlemi, ayna gibidir’ buyurmuşlardır. Ruhlar Âlemi ve Cesedler Âlemi’ndeki manalar ve ruhlar gibi hakiki varlıklar Misâl Âlemi’nde latîf suretler hâlinde akseder. Ancak her manâ ve hakikat için Misâl Âlemi’nde bir şekil ve kendine özgü bir sûret vardır. Bununla beraber Misâl Âlemi, aslında suret ve şekilden ibaret değildir. Belki bu suret ve şekiller diğer bir âlemden yansıyan mana ve hakikatlerin açıkça ortaya çıkışıdır.
Misâl Âlemi, aslında ayna rengi ve tavrındadır ki hiç şekil ve sûreti açıkça göstermez, onda bir renk ve sûret göründü ise dıştan gelmiş demektir. Bu esâsa iyice vakıf oldukdan sonra bilinmelidir ki rûh, bedene nüzul eylemezden evvel kendi âleminde idi ki bu âlem, Misâl Âlemi’nin üstündedir. Bedene girdikten sonra, rûhun Misâl Âlemi ile bir münâsebeti yokdur. Bununla beraber bazı vakitlerde insân, kendi hallerini İlâhî tevfîk sâyesinde, Misâl Âlemi aynasında inceleyip ahvâlinin iyilik ve çirkinliğine orada şâhid olur. Rüyâlarda bu hâl açıktır. Çok defa olur ki düşlerde olan bu hâller his kaybolmadan yakaza halinde yani uyku ile uyanıklık arasında dahi görülür.
Rûh, bedenden ayrıldıktan sonra eğer ulvî ise yükselmeye yönelir, eğer süflî ise alçaklara düşer. Misâl Âlemi’nde işi yoktur. Misâl Âlemi, görmek içindir, var olmak için değildir. Olmak mahalli Ruhlar Âlemi veya Cesedler Âlemi’dir. Misâl Âlemi, dediğimiz gibi bu iki âlemin aynasından başka bir şey değildir.
Misâl Âlemi’nde, uykuda görünen elem, görenin lâyık olup hak ettiği elemin işâretidir ve uyarı için gelmiştir. Kabir azâbı bu kabîlden olmayıp elem ve cezaların sûret ve işâreti değil bizzât kendisidir. Uykuda hissedilen azâp, hakîki bile olsa dünya elemlerinden birisi olur. Kabir azâbı, uhrevi cezalardandır ve ahiret azabıyla aralarında çok fark vardır. Allah teala muhafaza etsin ki dünyâ azâbı, âhiret azâbına nisbetle nedir… Dünyâ azâbının acabâ önemi var mıdır… Cehennem kıvılcımlarından bir kıvılcım, dünyâya düşse herşey yer ile bir olur. Kabir azâbını, uykudaki azap şeklinde bilmek, azabın hakikatine vakıf olmamaktan ileri gelir. Bu, hiçbir delile dayanmayan bir ihtimali varsayma ve isimlerdeki aynı cinsten olmadan hâsıl olan batıl bir düşüncedir.
Bir grup âlim, meşhur sahih hadisler ve hattâ Kur’ân ayetleriyle ile sâbit olan kabir azâbı hakkında tereddüde düşmüşler, belki de inkâra sapmışlardır. Bunların bu iddiâları, henüz defn olunmammış ölülerin hissiz olmasından ileri gelmektedir. ‘Ölüler dâimâ hareketsiz ve donmuş bir halde kalmaktadır. Azâp ve elem söz konusu olsa kararsızlık ve hareket lâzım gelirdi’ derler. Bunun cevâbı şudur ki ‘Kabir yeri olan berzah âleminde hayât, dünyâ hayâtı gibi değildir.’
Dünyâ hayâtında, hassâsiyet ve irâdî hareket vardır, hayatın intizâm bulması için bu iki esâs zaruri olarak lazımdır. Kabir hayâtında ise hareket yoktur. Belki kabir hayâtında hareket yoktur, orada yalnız his ve hassâsiyet yeterlidir; vicdân, elem ve azâb duyar. Kabir hayâtı, dünyâ hayâtının yarısıdır; orada rûhun bedenle alakası, dünyevi hayatın kaynağı olan bedene olan alakasının yarısıdır. Bununla beraber henüz defnolunmamış ölülerin kabir hayâtı durumuna ait hiss ile elem ve azâb görmemesi ve kendisinden bunu işaret eden bir azap zuhûr etmemesi akla uygundur. Muhbir-i Sâdık olan Efendimizin (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bu konuda buyurdukları hakikatin ta kendisidir. ‘Bu şekillerin mâddesi ve benzer özellikleri cisimdir’ demekle, nübüvvet tavrının akıl meselesinin üstünde olmasını işâret ediyoruz.
Aklın idrâkinde âciz olduğu işlerin hakikati, nübüvvet makâmında görünür. Aklın tavrı, hissin tavrının ötesindedir. Aklın ötesinde ise hâkim tavır, nübüvvettir. Önce hiss hükmeder; akıl tasdik eder veya yalanlar. Sonra hâkim olan nübüvvet tavrı, aklın hükmettiğini tasdik eder veya bozar. Akıl mertebesi kâfî gelseydi, peygamberler gönderilir miydi (salavâtullâhi teala aleyhim ecmain). Haşrden sonraki uhrevî azâp, peygamberlerin gönderilmesiyle kayıt ve şart altına alınmıştır.
Âyet “… ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ (56) …“
Akıl, her ne kadar bir delîl teşkîl ederse de hüccet-i bâliga (57) olmayıp noksânsız bir delîl değildir. Hüccet-i bâliga, peygamberlerin gönderilmesiyle tahakkuk eder. Aklın idrâk derecesindeki noksânlıklar, bazı işlerde gerçeğe dönüştüğü sâbit iken, şeriat hükümlerini akıl ölçüsüyle tartmanın gerçekleşmesinin mümkün olmadığı aşikârdır. Akıl tartısının müstakil olarak hükmünü tatbik etmek, nübüvvet makâmını (Allah teala korusun) inkârını gerektirir. İlk olarak risâlet, nübüvvet ve Efendimize (sallallahu teala aleyhi ve sellem) iman lâzımdır ki O’nun getirdiği hüküm ve emirlere sadakat ve ihlas üzere itmînân hâsıl olsun ve bu vesîle ile şek ve şüphe karanlıklarında kurtulmak temin edilsin.
Asıl kuvvetli olursa fer’(58) tekellüfsüz yani zorlanmaksızın husûle gelir. Asıl maksadı bu tarzda kapatmaksızın fer’leri birer birer isbâta çalışmak çok müşküldür. Bu tasdikin ve iç huzurunun hâsıl olmasına en faydalı yol Allah tealanı zikridir. Hakk teala hazretleri, Kur’ân-ı Mübîn ve Kelâm-ı Kadîm’inde buyurmuştur. el-âyetü (… e lâ bi-zikrillâhi tatma’innu-l-kulûb (59))
“pây-ı istidlâliyân çübîn büved
pây-i çübîn saht bî-temkîn büved (60)”
İnsânın cevheri, ilk yaratılışında, ilim u idrâk olmaksızın halk olunmuştur. Gerçek Yaratıcı olan Allah tealanın yarattığı âlemlerden hiçbirine vâkıf ve haberdar değildi. Âlemlerin nihâyeti yokdur, bunu ancak Yaradan bilir. “…ve mâ ya’lemu cunûde rabbike illâ hüve (61) …”
İnsânın âlemden haberdâr olması ancak idrâki sâyesindedir. Hakk teala, beşerin idrâk kabiliyetlerinden her birini, insânı âleme vâkıf ve haberdar kılmaya vâsıta olmak için halk buyurmuştur. Âlemden murâd, varlıkların cinsleridir.
***
İnsânda ilk olarak yaratılan şey, elle dokunma, elle dokunarak hissetme duyusudur ve bu his ile ısı, nem, soğuk, kuru, sert gibi cinsler idrâk olunur; dokunma duyusu, renk ve sesleri algılayamaz. Ondan sonra görme duyusu yaratılır ve bununla da insân renk ve şekilleri idrâk eder ki bunlar duyu ile algılanan âlemlerin en genişidir. Ondan sonra işitme duyusu yaratılır ve ana karnındaki cenînin iştme duyusu faâliyete başlar, ses ve nağmeleri işitir. Bundan sonra tad alma kuvveti yaratılır. Duyularla idrak edilen âlemlerin idrâk vasıtaları olan bu dış duyular, bu şekilde olgunlaşıp çocuk yedi yaşına yaklaşınca kendinde iyiyi kötüden ayırma özelliği yaratılıp insân, bu duyulardan fazla olarak duyular âleminde bulunmayan bir takım işleri kavramaya başlar ki bu hâl, insân için başka bir tavırdır. Ondan sonra diğer bir tavra yükselmekle akıl halk olunup insân, bununla mümkün ve lazım olan ve üzerine vacip yani gerekli olan ve ona yasaklanmış işleri, akıl tavrından evvelki tavırlarda bulunamayan iş ve hususları idrak eder. Bu tavırların hepsi önce zayıftır, yavaş yavaş olgunluğa erer.
Aklın öte tarafında bir tavr vardır ki onda bir başka hâsseler (62) ve vâsıtalar açılır ve dış duyularla hiss eyleyip bilinmeyen ve gelecek olan işler keşf ve müşâhede olunabilir. Aklın idrâk eylediği şeyler, iyiyi kötüden ayırma kuvvetine arz olunca bu kuvvet, gerçekleşmesi mümkün olmayan işleri akılla anlamaya çalışırsa o zaman nübüvvetle gelen bilgileri kabul etmeyebilir. Bu ise cehaletin ta kendisidir. Akıl bir tavırdır ve nübüvvet tavrının altındadır.
Nübüvvetle idrak edilenler, nefsü-l-emrde (63) dahi mevcûd değildir, ancak zann (64) edilir. Çünkü işite işite, göre göre renk ve şekilleri bilememiş, bunların varlığını henüz tasdik etmemiş olan anadan doğma bir köre renk ve şekiller anlatılsa elbette anlayamaz. Ve zihninde bunları uzak görüp inanamaz. Hâlbuki Hakk teala hazretleri, kullarına bu husûsun gerçekleşmesini uzak görmemeleri için nübüvvet hasalarından bir örnek ihsân buyurmuşdur, o da uykudur. Çünkü uyuyan âdem, gelecekte olabilecek halleri ya gözüyle veyâ bir misâl (65) halindeki şeklinde görerek idrak eyler. Eğer insanlar bu hâli kendilerinde bulmasalar, kendilerine yani insanlar baygın düşerek duyu kuvvetleri atıl kalınca “mugayyebâttan (akıl ve duyular yoluyla bilinemeyen bazı varlık ve olaylardan (66)) haberdar olabiliyorlar” denildiği zamân inkâr ve bunun gerçekleşmesi mümkün olmadığını ve duyu kuvvetleri mevcûd iken anlaşılamayan mugayyebâtın bu kuvvetler atıl kalınca anlaşılamayacağını söylerler. Hâlbuki nefsü-l-emr bunu yalanlar.
Nübüvvet bir tavırdır ki onda varlık bulan hakikati görenin gözünde mugayyebât ve aklın idrak edemediği iş ve hususlar açık bir şekilde görünür. Beş dış duyunun hissedip hükmettiği yerleri, iyiyi kötüden ayırma kuvvesi ortadan kaldırır. İyiyi kötüden ayırma kuvvesi, hükmettiği maddeleri de bazan akıl hükümsüz bırakır. Aklın hükümsüz bıraktığı maddeleri de onun üstündeki nübüvvet tavrı ki şeriatın hâkimidir, o hükümsüz bırakır. Meselâ göz, yıldızı küçük görür. Matematik, geometri ve mühendislik delilleri, yıldızın küre şeklindeki dünyadan büyük olduğunu ortaya koyar. Bu kadar büyüklükde gerçekle uyuşmakta olduğuna tam bir kesinlikle hükm edilemez.
***
Bu mütâlalardan sonra asıl meseleye dönelim:
‘Rûh nedir ’
Şeyhân (67), İbn Mes’ûd’dan (radiyallahu anh) rivâyet ederek diyor ki Peygamberimiz (aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) ile Medîne harâbelerinde idim. Resûlullah (aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) Efendimiz bir Yahudi kavmine uğramışlardı. Bunlardan bazıları, diğerlerine aleyhi-s-salâtu ve-s-selâma ruhtan’ sorunuz’, bazıları ‘sormayınız’ dediler. Ve nihâyet sordular ve ‘Yâ Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘Ruh nedir’ dediler. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) asasına (bastonuna) dayanmaya devam buyuruyorlardı. Ben İlâhî vahyin nâzil olmakta olduğunu zann ediyordum. O ânda Resûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz) nâzil olan “Ve yes’elûneke ‘ani-r-rûhi quli-r-rûhu min emri Rabbî ve mâ ûtîtum mine-l-‘ilmi illâ qalîlâ (68)” âyetini okudular (69).
Ruh hakkındaki suâller, muhtelif tarz ve vesilelerin açıklanmasını hedefler.
Bunlardan birincisi, Ruhun mâhiyet ve hakîkati nedir; boşlukta bir yer kaplar mı yoksa boşlukta bir yer kaplayan cisimde görülen bir hâl midir; boşlukta bir yer kaplamayan bir varlık var mıdır; yoksa boşlukta bir yer kaplayan cisimde hâl olmayan bir şey midir?..
İkincisi: Kadîm (70) midir veyâ hâdis midir?
Üçüncüsü: Ölümden sonra bâkî midir yoksa fâni midir?
Dördüncüsü: Ruh, nefhde yani bedene üfürülmede mi yaratılmıştır yâhut cismin teşekkülünden evvel mi halk olunmuşdur?
Ruhun mâhiyet ve hakikati hakkındaki suâle cevap şudur: Mâhiyetin mâhiyeti (71) birbirinden ayrılmaz, fakat mâhiyetini beyân etmek imkân hâricindedir. Çünkü akıl sahiplerince inkâr edilemezdir ki bir şeyin mâhiyeti ancak o şeyin müşterek ölçüsüyle ile ona iştirak edenler ve o ölçüye nazaran seçkin vasıflarının incelenmesiyle istidlâl (72) olunur. Bu ise mahsûsât yani duyularla hissettiğimiz ve varlığı beş duyu ile anlaşılan ve hissedilen şeylerde, akıl ile idrâk ettiğimiz makûlâtta (yani akılla bilinebilir, akılla ispatlanabilir şeylerde) geçerli olabilir. Ruh, makûlât ve mahsûsât cinsinden değildir. Yukarıda geçdiği gibi Yahûdilerin rûh hakkında ‘Tevrât-ı şerîf’te kapalı olarak geçtiği gibi, acaba Kur’ân-ı kerîmde de ruh meselesi açık olmayan bir şekilde mi bırakılmıştır’ bunu öğrenip doğru olup olmadığına hükmetmek istemişlerdir. Bunun üzerine inen İlâhî hitapta, ruhun keyfiyetinin Hakk teala hazretlerinin İlâhî emir ve irâdesinden olduğu beyân buyurularak Tevrât-ı şerîf’de olduğu gibi, Kur’ân-ı mübîn’de de rûh meselesi, tam olarak açıklanmamış halde bırakılmıştır.
Rûh, ‘Ol’ ezeli irâdesine mazhar olarak İlâhî ibdâ’ (73) ile yani yoktan var edilmiştir ve kendisiyle, insân bedeni hayâtta durur. İnsanın kendini yönetme ve irâde sıfatları, insânda kendisiyle var olup devam eder. Madde gibi, cesed gibi bir asıldan doğarak gelmemiştir. Allah tealanın vasıtasız emridir.
Ruhun kıdem veyâ hudûsüyle ilgili ikinci soruya gelince deriz ki ruh, Hakk teala hazretlerinin ilmini örtüp gizlediği bir keyfiyetdir. İlmi, O’nun İlâhî zatına mahsustur. O keyfiyetin yaratıcısı, benzersiz ve eşsiz zatıdır. Ruhun keyfiyetini ancak yaratıcısı ve sâhibi bilir. Âyet-i kerîmedeki ihtâr, rûh hakkında insana az bilgi verildiğini beyan etmektedir.
Beşer, ilimden duyular ve idrâk vâsıtasıyla istifâde eder. Aklın nazari (teorik) maârifi (74) kazanması için cüz’iyâtı (75) his eylemesi zarûridir. Bundan dolayı ‘His (duyu) eksikliği, ilim azlığı ile ikiz kardeştir’ denilmiştir. Allah tealanın zâtına marifet kazanmak için hissin anlayamadığı eşyâ (şeyler, nesneler) çoktur. Bu dahi rûhun kendisini giyindiği şeyin yani vücudun ârızî yani geçici hallerin birbrinden ayrılmasıyla, marifeti kabul eden şeylerden olduğuna işâretdir. Bunun için bu konuda cevap çoğunlukla bu kadardır.
İnsani hikmet, hayır ve şerden tâkat ve beşeri kuvveti miktarınca geçimini sağlayacak şekilde ilim kazanmaktır. Bu kadar ilim cüzi olmakla beraber, iki dünyanın saadeti için yeterlidir. Onun için buna nisbetle mâsivânın nihâyet ve haddi yoktur.
İbdâiyât, var olan bir misâl (benzer) üzerine bina edilmeyen bir muhteri’ (76) bir iştir. ‘Rûh, Rabbimin emrindendir’ nassında beyân buyurulduğu gibi, rûh kendisinden önce bir misâl üzerine bina olunmayan ve evvelce olmayan bir şeyi ilk defa ortaya çıkarmadır. Bununla beraber İlâhî emir ile ve ‘Ol’ emriyle var olmuştur. Duyular âleminden değildir. Beşerin makûlâtdan (akılla kavrananlardan) anladığı ancak müntezig (77) suretlerdir. Rûh ise heyûlâdan (78) soyutlanmış olarak âlemdeki varlıkları şekil, renk, cihet ve tarafdan uzak olan mukaddes cevherler âlemi olan ibdâ âlemindendir. İnsânın o âlemi idrâkine imkân yokdur. Çünkü insân o âlemi idrâka kaabiliyeti olmayan ‘kün (ol)’ emri ile perdelidir. İşte bu cevap da rûhun kendisiyle seçilir duruma geldiği şeyin geçici hallerin seçilmesiyle bilinmesi mümkün olan şeylerden bulunduğuna işâretdir.
Bazı büyükler, ruhdan bahsetmeyi çok kimselerin idrakinin kıtlığı dolayısıyla câiz görmezler. Bazıları da ruhun beden ile hiss olunan şeye aykırı olarak kendi kendine kaim olmayıp ölümden sonra idrak ederek baki kalan bir latif (79) bir cisim olduğunu söylemişlerdir. Ashab-ı kiram ve tabiin (radiyallahu anhum) bu kurtulmuş zümredendir. Ayet ve hadisler bu sûretle nâzil ve vârid olmuştur.
Bazıları da ‘Rûh hâdis, hayata sebep olan, yaratılmış, gören, konuşan, kendisinden ses gelen ve fayda hâsıl olan latîf bir cisim’ ve ‘Kendisiyle ayakta duran, gelip giden nefsin hayâtından müstakil olarak uzanan bir hayata mâlik bir cisimdir’ demişlerdir.
Bazı hikmet sahiplerinden ruhun ölümden sonraki hâli sorulmuş ve onlar demişlerdir ki ‘Ruh, ölümden sonra cesedin arkadaşı olur. Cesed ise Rabbinin huzûrunda secde halinde yani hareketsiz ve donuk olarak kalır.’
Ruh hakkında söz söylemeğe salâhiyeti olan âlimler, ruh konusunda ikiye ayrıldılar. Bir kısmı rûh hakkında susmayı seçerek bir şey söylemediler ve ‘Ruh, İlâhî sırlardan bir sırdır; onun ilmi, beşere verilmemiştir’ dediler, tercih edilmesi gerekli olan yol da budur. Cüneyd-i Bağdadi (kaddesallahu esrârahu (80)) ‘Ruh öyle bir şeydir ki Cenâb-ı Hakk onun ilminde kendi kendinedir. Yarattıklarından hiçbirini rûha haberdar etmemiştir. Kullara rûhdan bahsetmek câiz değildir’ demiştir. İbn Abbâs (radiyallahu anhuma) ve selefin çoğu bunu söylemiştir. İbn Abbâs’ın (radiyallahu anhuma) ‘Rûh, tefsîr olunmaz’ dediği sâbittir.
İbn Ebî Hâtim (rahmetullahi aleyh (81)), ‘İkrime’den (radiyallahu anh (82)) rivâyet ediyor. İkrime diyor ki İbn Abbâs’a (radiyallahu anhuma) ruhdan sordular. İbn ‘Abbâs (radiyallahu anhuma) ‘Ruh, Cenâb-ı Hakk’ın emrinden bir şeydir. Bu meseleyi kurcalamayınız, ruha dâir gereksiz şeyler söylemeyiniz’ buyurdular. (83)”
İbn Battâl (rahmetullahi aleyh (84)) ‘Ruhun hakîkatini idrakteki imkânsızlığın hikmeti, yaratılmışların idrâk etmedikleri şeyin ilminden âciz olmalarıdır. Onun için rûh ilmini Cenâb-ı Hakka redd ve havâle etmeleri gerekir’ dedi.
Kurtubî (rahmetullahi aleyh (85)) ‘Ruhun hakîkatinin bilinmemesindeki hikmet, insânın aczidir. Zîrâ ruhun varlığı kesin olmakla beraber hakîkati bildirilmedi. Buna kıyasen kâinatı yaratan Allah tealanın hakîkatini idrâkde acizlik, öncliklidir. Buna daha açık bir örnek gözdür ki kendi kendisini görmekten âcizdir.’
İkinci grup âlim, rûh hakkında söz söylediler ve onun hakîkatinden bahsettiler. Bu hususta söylenen sözlerin en sahîhi İmâmu-l-Harameyn’in (rahmetullahi aleyh (86)) sözüdür. İmâmü-l-Harameyn diyor ki ‘Ruh, latîf bir cisimdir. Yeşilliğin suya, ağaca yayılması gibi, kesîf cisimlere yayılmıştır.’
Birinci grup âlim, Resûl-i ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhun talim edilip edilmediği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İbn Ebî Hâtim tefsîrinde deniliyor ki ‘Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) rûhu bilmemiş olduğu halde kabz olundu.’ Diğer bir grup âlim de ‘Hazret-i Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) ruh talim edildi ve ondan bilgi sahibi oldu ve ümmetinin büyük âlim ve âriflerine ruhu anlamaya çalışmalarını beyân buyurdu’ fikrindedir.
Müminler, ruhun cisim olduğunu söylerler. Zira Kitâb, Sünnet, Ashab-ı Kiram’ın (radiyallahu anhum) icmâsı (87) ve rûhun irsâl (nefhedilmesi yani üfürülmesi), kabz (ruhun vefat ettirilmesi), tenâvül (yiyip içmesi), ihrâc (çıkarılması), hurûc (çıkması), mütena’im (nimetlere kavuşması) ve mu’azzeb (azap ve elem görmesi), rücû’ (dönmesi), duhul (içeri girmesi), rızâ (razı olması), intikal (göçmesi) ve berzahda yani kabirde kararsızlık içinde kalması gibi özelliklerle vasıflanması buna delildir. Zira ruh (nefs) yer, içer, gelir, gider, dünyâya karşı ilgi duyar ve ona bağlanır, konuşur, bilir, nefret eder, sever ki bunlar cisimlerin sıfatlarındandır. Araz, bu sıfatlarla vasıflamaz. Rûh, yaratıcısını ve kendini bilir. Akılla idrak idrâk eder ki bunlar ilimlerdir. İlimler ise arazdır (88). İlim araz olunca ve ilim rûh ile ayakta olunca arazın araz ile durması lâzım gelir ki bu fasit (90) bir şeydir. Rûh ve nefs, her ikisi tek bir şeydir. Allah teala hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde buyurmuştur: “Yâ eyyetuhâ-n-nefsu-l-mutma’innetu (91)”, “… ve nehâ-n-nefse ‘ani-l-hevâ (92)). Ehl-i sünnetten bazıları ruh, nefissiz olarak kabz olunur derler ki İbn Ebî Hâtem’in “Allâhu yeteveffe-l-enfuse hîne mevtihâ (92)…” ayetinin tefsîrindeki tahrîci (94) bunu doğrular.
İbn Abbâs (radiyallahu anhuma) der ki ‘İnsanın içinde, (güneş ve güneşin ışığı gibi) hem nefs (95) hem rûh vardır. Allah teala uykuda, nefsi vefat ettirir. Rûhu insânda bırakır ki bir durumdan bir başka hale dönüşür yani uykuda sağa sola döner, yani yaşar. Allah teala rûh kabzetmeyi yani almayı irâde buyurursa rûhu kabz eder ve insan ölür. Eğer ecelini geçiktirse nefsini inşandaki yerine geri döndürür mekânına reddeder, uyanır. İnsan uyuduğu vakit, kendisiyle eşyâyı akledip hatırladığı nefs-ruh dışarı çıkar, fakat cesetten büsbütün ayrılmaz. Işıklı uzun bir ip gibi dışarı çıkar. İnsân kendisinden çıkan eden nefsiyle rüyâ görür, ama rûh bedende kalır, bununla teneffüs eder, hareket eylediği vakit göz açıp kapayıncaya kadar bir zamandan daha hızlı olarak nefis geri döner. Uykuda ölüm gelirse Allah teala nefsi alıkoyar, iâde eylemez. Uyuduğu zaman nefs çıkar, yükselir ve rüyâ görür, ruha haber verir, ruh da kalbe haber verir, sabah olunca rüyâ gördüğünü bilir.’
Vehb bin Münebbih (96) der ki ‘İnsan nefsi, hayvan nefsi gibi yaratılmıştır ki arzu eder, şerri davet edebilir, yeri karındadır. İnsânın fazileti ve üstünlüğü rûh iledir.’
İbn Ebî Sa’d (97) Tabaqât adındaki kitâbında, Vehb İbn Münebbih’den tahriç eder ve Vehb der ki ‘Allah teala, Âdemoğullarını sudan ve topraktan yaratıp o toprak ve suya, nefs verdi; bu nefs ile ayakta durur, oturur, işitir, görür ve bilcümle hayvamların bildiği şeylerle bilgilenirler. Sonra o toprak ve suya ruh koydu ki, bu ruh ile hakkı bâtıldan fark eyledi. Bu ruh iledir ki o toprak ve su öğrenir ve bütün işlerini tedbîr eyler yani işleri yönetip çekip çevirir.’
İbn ‘Abdi-l-Berr (98) Temhîd adlı kitâbında der ki ‘Nefs, cesed haline gelip ruh akan su gibi olur.’
Abdurrahmân (99) der ki ‘Ruh, bostanda akan su gibidir. Cenâb-ı Hakk bostanı yok etmeyi irâde buyurunca, o bostâna su akmasına mani olurler ve bostân yok olur. İnsân da tıpkı böyledir.’
İbn İshâk Abdullâh İbn Cafer (radiyallahu anh (100)) diyor ki ‘Ölü tâbûta konduğu vakit onun ruhu, bir meleğin elinde bulunur ve onunla beraber seyreder. Namazı kılınmak için musalla taşına konduğu vakit durur. Kabre konduğunda ona tesir ve sirayet eder. Lahidlenip ve üzeri toprak örtüldüğünde, Allah teala ölüye nefsini iade eder, ta ki suâl melekleri kendisinden ayrıldığı vakit melek, ölünün meyyitin nefsini soyup çıkarır ve ereye emredilmiş ise oraya atar. Bu melek, Melekü-l-mevt’in (Yani Ölüm Meleği olan Azrail’in) kardeşlerindendir.’
Şeyh ‘İzzeddîn Abdusselâm (rahmetullahi aleyh (101)) der ki ‘Her cesette iki ruh vardır. Biri ruhu-l-yakazadır (uyanık ruh) ki bu ruh cesetteyken insan uyanık olur, bu ruh ayrılırsa uyur ve rüyalar görür. Diğeri ruhu-l-hayattır (yaşayan ruhtur) ki cesette olursa insan diri olur, ayrılırsa ölür. Bu iki ruhun yerlerini ancak Allah tealanın (ilham yoluyla) haberdar ettiği yüce zatlar bilir.’
Ba’zı kelam âlimleri (102) der ki ‘Zâhir olduğuna göre rûh, kalbin yakınındadır.’
İbn Abdi-s-Selâm (rahmetullahi aleyh) der ki ‘Bana göre ruhun kalpte olması ihtimal dâhilindedir. Ruhun nûrânî, latîf, şeffâf olması caizdir. Böyle olması mü’minlere ve meleklere mahsustur; kâfirler ve şeytanlar bundan hâriçtir.’
Rûhu-l-yakaza (uyanık ruh) ve ruhu-l-hayâta (diri olan ruha) delîl “Allâhu yeteveffâ meleku-l-mevti (Allah, ölüm meleğiyle vefat ettirir) hadîs-i şerifiyle, “Allâhu yeteveffe-l-enfuse hîne mevtihâ (103)…” âyetidir. Uykuda cesedleri olmayan nefsleri, Cenâb-ı Hakk vefat ettirir. Üzerlerine ölüm hüküm buyurduğu zaman nefsi, aciz eder. Ceset haline koyar ve (ruhu) geri getirmez. Ecel anında rûh-i yakaza (uyanık ruh) ve ruh-ı hayatdan (diri ruhtan) her ikisi cesetden alınır. Ruh-ı hayat (diri ruh) ölmez ve semâya diri olarak yükseltilir. Kâfirlerin ruhları uzaklaştırılır ve onlara gök kapıları açılmaz. Semâ kapıları, müminlerin ruhları, Âlemlerin Rabbine arz olunmak üzere açılır. Ne mutlu ol rûha ki İlâhî divanın huzuru şereflenir.
Ruhun kalbte olduğunu söyleyenler arasında İmâm Gazalî (104) de vardır. Bunu Kitâbu-l-İntisâr’ında (105) yazmıştır.
Zührî (106) der ki: Huzeyme bin Hakîm es-Sülemî (radiyallahu anh) Mekke’nin fethi gününde Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimize gidip “Yâ Resûlallâh! Bana gecenin karanlığınan, gündüzün aydınlığından, kışın sıcak sudan, yazın soğuk sudan, bulutların çıkıp (geçip gidişinden), erkek ve kadınları menilerinin yerinden ve cesedde nefsin bulunduğu mevkinin haber verir misin” dedi. Resûl-i Müctebâ (sallallahu aleyhi ve sellem) uzun bir hadis buyurdular. Bu hadîs-i şerîfin bir kısmı şöyledir: “Nefsin yeri kalbdedir. Kalb ribat (organlar) ile bağlıdır ki bunlar damarların içindeki sular (yani kanı yürütür.) Kalb helâk olduğu vakit damarlarda kan akmaz olur” meâlindedir. Bu hadîs-i şerîf hem mürsele ve hem mevsûledir. (107) (108)”
Ehl-i sünnet, rûhun muhdes (sonradan meydana gelen) ve mahlûk (yaratılmış) olduğunda icmâ eylemişlerdir, buna zındıklardan (109) başka kimse muhalif değildir. Ruhun sonradan meydana gelmesi hakkındaki icmâyı nakledenler meyânında Muhammed bin Nasr el-Mervezî (110) ve İbn Kuteybe (111) mevcûddur. “el-ervâhu cunûdun mücennede (112)” hadîs-i şerîfi vârid olmuştur, mücennede ancak mahlûk olur.
Rûhun cesedden evvel veya sonra yaratılışına iki meşhur görüş vardır. Birinci görüşe yani cesedden önce yaratılışını Muhammed b. Nasr Mervezî ile İbn Hazm (113) söyler ki bunun hakkında icmâ olduğunu da iddiâ ederler. “(İnnallâhe halaq-l-ervâhu-l-‘ibâdi ve bi-elfe âmin femâ te’ârafe minhâ i’telefe ve mâ tenâkere minhâ ahtelef (Allah, kulların ruhlarını iki bin sene önce yarattı. Bilenler uydu, inkâr edenler muhalif oldu)” hadîs-i şerifiyle delillendirirler ki bu hadîs-i şerîfin senedi cidden zayıftır. Bundan başka, insanın Âdem aleyhi-s-selâm’ın zürriyetinden yaratılması hakkındaki hadîs-i şerîflerle de delillendirirler ki “(Lemâ halakAllahu Âdeme messeha ‘alâ zahrihi fekat minhu kullu nushahu hüve hâlikuhâ min zurriyyetin ilâ yevmi-l-kıyâmeti emsâli-d-durer (Allah âdemi yarattığında sırtını mesh etti. Ondan, inci misali, kıyamete kadar gelecek zürriyetin bütün nüshalarını yarattı.)” hadîs-i şerîfi bunlardan biridir. (Bu hadisteki nüsha kelimesine âlimler rûh manası vermişlerdir.) Hâkim İbn Ka’b (114) “Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme (115) …” âyetinin tefsîrinden Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmet gününe kadar vücûd bulacak Âdemoğullarının zürriyyetinin hepsini bir günde toplayıp onlara rûh, şekil, konuşma kuvveti verdiğini, onların konuştuklarını ve onlardan (ihsan ettiği bu güçlerle) söz ahd ve yemin aldığını delilendirmiştir.
İkinci görüşe yani cesetlerin ruhtan önce yaratıldığını söyleyenler “Hel etâ ale-l-insâni hînun mine-d-dehri lem yekun şey’en mezkûrâ (116)” âyetini delil kabul edenlerdir. Bundan başka İbn Mes’ûd’dan (radiyallahu ‘anh) rivayet edilen “İnne ahadakum yecme’u halqihi fî batni ummihi erbe’îne yevmen sümme yekûnu ‘alaqatu misle zâlike sümme yekûnu mudgatu misle zâlike sümme yurselu ileyhi-l-meleku fe-yunfehu fîhi-r-rûha (117)” hadîsiyle de delillendirirler.
***
Ruh, ölümden sonra da bâki kalır, buna delîl: “Kullu nefsin zâ’iqatu-l-mevti (118)…” âyetidir. Tad ve lezzet alan, lezzet alınandan sonra da bâki kalır. Bundan başka ruhun nimetlenme ve azap edilmesi hakkında yukarıda zikredilen ayetler de delâlet eder.
Kıyamet gününde, ruh fenâ bulur. “Kullu men ‘aleyhâ fân (119)” ayeti gereğince fena bulur. Fakat sonra geri döndürülür mü, “… illâ men şâ’allâhu (120) …” âyetince istisnası olabilir. İmâm Sübkî (121) tefsîrinde der ki ‘Allah tealaya yakın olanlar, fenâ bulmaz. Bunun da müstesnâsı vardır, iri gözlü Hûriler hakkında denildiği gibi, ölümün hem beden ve hem rûh veya yalnız bedene âit olmasında ihtilâf vardır. Rûhun ölümü tatması, cesetden ayrılması veya yok olmasıdır. Rûh yok olmaz, çünkü nimetler içinde ya da azapta bâkî kalacağında icmâ vardır.’
Resûl-i Müctebâ’nın (aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) ‘el-ervâhu cunûdun mücennedetü femâ ta’arafe minhâ i’telefe ve mâ tenâkera ihtelefe (122)’ hadisinin manasında ihtilaf edilmiştir. Bazıları ‘Bundan maksat, insanlardan hayırlı olanlar kendi şekillerine ve şerli olanlar da kendi benzerlerine meylederler, bazıları da bundan kastedilen (İnne-l-ervâha hulıkte kable-l-ecsâdi bi-elfi âmin (123)) hadîsi gereğince yaratılışın başlangıcını haber vermektir’ dediler.
Bazı âlimler demişlerdir ki ‘Ruhlar, her ne kadar ruh olmakta ittifak halinde iseler de tabiat (canlıları kendine özgü kılan özellik ve nitelikler, yaradılış, huy ve karakter) cihetleriyle birbirlerinden üstün olabilirler. Böylece bu farklı işler ile şahsiyetler oluşur. Her çeşit insan kendi benzeriyle ülfet eder ve uyumsuz olanından nefret eder.
İbn Asâkir (124) târîhinde, Herm İbn Hayyân’dan (125) şöyle nakledilmiştir: “Üveys el-Karanî’ye (126) gittim. Kendisine selâm verdim, bundan evvel kendisini görmemiştim, o da beni görmemişti; Üveys (radiyallâhu anh) bana ’Aleyke’s-selâm yâ Herm ibni Hayyân’ dedi. ‘Benim ismimi ve babamın ismini nereden bildin, bugünden evvel görüşmemiştik’ dedim. Hazret-i Üveys (radiyallâhu anh) ‘Rûhum senin rûhun, nefsim senin nefsinle Ruhlar Âlemi’nde konuştuğu vakit tanıştık. Cesetlerin nefisleri olduğu gibi rûhların da nefsleri vardır. Müminlerin bazısı bazılarını tanır. İlâhî Rûh ile birbirini severler’ dedi (127).’
Tûsî (128) Uyûnu-l-Ahbâr adlı kitâbında Âişe (radiyallahu anhâ) annemizden şu hikâyeyi nakleder. Âişe (radiyallahu anhâ) buyurdular ki “Mekke-i Mükerreme’de bir kadın vardı, Kureyş kadınlarının evlerine gider, onları güldürürdü. Bu kadın Medîne-i Münevvere’ye hicret edince ona takdim edildi ve beni ziyarete geldi. Ona, ‘Nereye misafir oldun’ dedim, ‘Medîne-i Münevvere’de (ismi belli olmayan) filan kadının evine misafir oldum’ dedi. Bu esnada Resûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) evlerine teşrif buyurdular. ‘Müdhike (insanları güldüren) kadın yanınızda mıdır’ dedi. Ben de ‘evet’ dedim. ‘Kimin evine misafir olmuş’ dedi. Ben de filan kadının yanına misafir olmuş dedim. Resûlullâh (sallallahu ‘aleyhi ve sellem) ‘Elhamdulillah inne-l-ervâha cunûden mucennedetun femâ te’ârafe minhâ i’telefe ve munâkerun minhâ ihtelefun (129)’ buyurdular.”
Ruhların cesetten ayrıldıktan sonraki temayüzü (öne çıkıp kendini göstermesi), bedenlerin birbirinden olan temayüzünden daha açıktır. Nefislerin birbirine benzerliği ise bedenlerin yekdiğerine benzerliğinden farklı ve uzaktır. Bedenler birbirine çok benzer iken, ruhlar yekdiğerine daha az benzerler. Bir bedene bir âfet olup ruha da ona münasip bir âfet olmaması az görülür. Kezâ latif bir sureti ve güzel bir şekli kendisine uygun bir ruhla nadir görürsün. Bundan dolayı ancak ferasetli (anlayışlı ve çabuk kavrayan) insanların hallerini dış görünüşünden anlayabilirler.
İmâm Gazâlî (rahmetullahi aleyh) Dürre-i Fâhire (130) adlı kitâbında, mü’minin ruhunun arı şeklinde ve kafir rûhunun çekirge şeklinde olduğunu yazmıştır. Bu öyle bir şeydir ki aslı bilinmez. Şu hadisde gelmiştir ki ‘İnne İsrâfîle yed’û-l-ervâhu fe-tâbi’atu cemî’an ervâhu-l-muslimîn … (131)’ Manası şöyledir ki İsrâfîl (aleyhi-s-selâm) ruhları dâvet eder, hepsi gelir. Müslümanların ruhları nur saçarak diğerleri zulmet içinde (karanlık) olarak toplanır. Sur’a (132) taalluk ederler, sonra Sur’a üflenir. Rabb celle celâluhu buyurur ki ‘İzzetim hakkı için her ruhu cesedine iâde ederim. Ruhlar, Sur’dan arı gibi çıkarlar. Yer ve göğün arasını doldurup her ruh kendi cesedine gelir. Ve zehirin ısırılan bir adamın bedenine yayılması gibi nüfuz eder. Hurma ağacı benzetmesi (133) şekil ve görünüş açısından benzetme olamaz. Belki çıkışta benzerdir. Nitekim ayet-i kerimede vârid olmuştur. “… yahrucûne mine-l-ecdâsi ke-ennehum cerâdun munteşirun (134)”
İbn Mende (135), İbn Abbâs’tan (radiyallahu ‘anhuma) rivâyet eder ki “Rûh ile cesed beyninde uyuşmazlık ve didişme olur. Ruh, cesede ‘sen yaptın’ der. Cesed de ruha ‘Sen emrettin” ve ‘Sen vesile oldun’ der. Hakk teala hazretleri, aralarında hüküm vermek için bir melek gönderir, o melek her ikisine ‘Siz, gözü görür fakat kötürüm bir adam ile gözü görmez fakat yürür bir âdeme benzersiniz ki bu iki adam bir bahçeye girmişler, kötürüm gözü görmeyene ‘Ben orada meyveler görüyorum lâkin oraya gidip koparamam’ der, gözü görmeyen de ‘Omuzuma bin gidelim’ der. Kötürüm gözü görmeyenin sırtına binip meyveleri koparır. Şimdi bu ikisinden hangisi başkalarının hakkına saldırıp sınırı aşandır… Ruh ile cesed ‘Her ikimiz de sınırı aşıp başkalarının hakkına girdik’ diye cevap verirler. Melek de cevap verir ve der ki ‘Kendi nefsinizin hükmünü kendiniz verdiniz.’ Cesed rûha binek hayvanıdır, binekdir. Rûh da ona binendir. (136)”
Hadîs-i şerifte böyle vârid olmuştur. “Fe-yeqûlu-l-cesedu innemâ kuntu … (137)”
Cesedin ölümünden sonra ruh, nimet içinde veyâ azapta olarak bâkidir. Âlimler, cesedin ölümünden sonra ruhun bekasında ittifak ettiler.
Sübkiyyu-l-ezher (138) buyurur ki “Rûh, ebeden fenâ bulmaz. Bu itibârla iri gözlü huriler hakkında olduğu gibi Allah tealanın dilemesiyle İlâhî kelâmdaki “Kullu men aleyhâ fânin (139)” ayetinin istisnâsını teşkil eder.
Hakikat ehlinin meşhur sözlerindendir ki Âdemoğullarının bedeninden herşey dağılıp parçalanır, ancak ‘acbu-z-zeneb veyâ ‘us’usa (insanın ilk yaratılışında ve öldükten sonraki dirilişinde bedenin özünü oluşturduğu kabul edilen madde, kuyruk kemiği) çürümez ve bu kelam bir hadîs-i şerîfe dayanır. Hakikatte Resûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşdur ki “Âdemoğullarından her bir ferdi toprak yer, onlardan ancak ‘acbu-z-zeneb kurtulur. Kıyâmet gününde insanlar bundan yaratılır. (140)” Bir rivâyette de Efendimize (aleyhi-s-salatu ve-s-selam) denildi: “Ya Resûlallâh ‘acbu-z-zeneb nedir? Buyurdular ki ‘Hardal dânesi gibidir, vücudunuzun kaynağı ondandır. (141)” Âlimler dediler ki ‘Acbü-z-zeneb, kuyruk kemiği olan us’usanın sert kısmının aşağı ucunda olup yeri dört ayaklı hayvanın kuyruk mahalline benzer.
Merfû’ (141) bir hadîste Resûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşdur ki “Hasbeten lillâh (karşılık istemeksizin ve yalnız Allah rızası için) müezzinlik eden, kanı ile boyanmıştır yani kendi kanı ile boyanan şehitler mertebesindedir; öldüğü zaman vücudu böcekler ve haşereler tarafından yenilmez. (142)”
Cesede ait belalardan Peygamberlerin cesetleri (aleyhimu-s-salâtu ve-s-selam) ve yaralarıyla kâfirlerin karşısında cihat ederken ölen şehidler müstesnadır. Bu mübârek zümreye helal kazanıp (Allah rızası için) çalışanlar da, vâdîde (143) suyun akışı gibi, cismine Resûlullâh’ın (muhabbeti) (sallallahu aleyhi ve sellem) akacak surette o muhabbetle ayrılanlar ve asla şübheli şeylerden yiyip içmeyenler yani helalinden yiyip içenler katılır. Büyüklerin çoğunda hâl müşâhede olunmuştur. Meselâ Şeyh Nûreddîn eş-Şûnî’nin kabri vefâtından bir sene dokuz ay sonra açılmış ve kabre konulduğu gibi salim ve tâze olarak bulunmuş ve gelenlerin hepsi tarafından bu hâl görülmüştür (144). Günah işlemeyen kimseler de böyledir. Böylece Delâilu-l-Hayrât (145) sâhibi vefâtından yirmi sene kadar sonra memleketi istilâ edildiği zaman, hicret edenler kabrini açıp cenâzesini beraber alarak Tûnus’a götürdüler. Görenler şöyle dediler: “Kabre yeni konulmuş gibi gördük, kefen dahi sararmamış idi, yüzünde ter izleri vardı. Ve hayatda olduğu gibi tam bir güler yüzlüydü ve yüzünde gülümseme görülüyordu. Vücûdunun her yeri tâzeydi, değişmeden eser yoktu, damarları olduğu gibi kalmıştı, cesedi kokmuyordu ve öyle güzel bir kokusu vardı ki hiçbir şeyde bulunmazdı.
***
Ruh, yaratılmıştır ve hislerle, duyularla yaşar. Akıl yoluyla onun içyüzünü bulmaya çalışan hiçbir kimse, ona yakin sahibi olamamış ve bilgisi ancak zan (146) derecesinde kalmışdır. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizin ruhun hakîkati hakkında, ne söylediği bulunduğu bize teblîğ edilmemiştir. Hattâ kendilerine bu hususta soru sorulduğu hâlde bile Cenâb-ı Allah’a karşı edebe riâyet ederek cevap vermekte geri durmuşlardır. Çünkü Cenâb-ı Allah, ruhu mübhem (belirsiz) bırakmışdır. Bununla beraber ruh hakkında Hazret-i Cüneyd’in (kuddise sirruh) buyurduğu gibi ‘Mevcûdiyetinden başka fazla bir şey söylemek mümkün değildir.’ Hazret-i Cüneyd’in ‘sözü şöyledir: ‘Ruh, öyle bir şeydir ki onu Hakk teala bilir ve mahlûklarından hiçbiri onu tam manasıyla bilemez. Bundan dolayı onun varlığını ikrar etmekten başka ruhtan bahs eylemek câiz değildir.’ Müfessir âlimler (rahimehumullahu teala) hazretleri de bu düşüncede olmuşlardır.
Hikmet sahipleri (felâsife) ile sûfilerden bir kısmı ‘Ruh, cisim değil, araz değil belki maddeden mücerred bir nefisle ayakta duran ve belirli bir yeri olmayan bir cevherdir. Bedene dâhil ve ondan hâric olmaksızın bedeni idâre etmesi ve hareket ettirmesi için ona bağı vardır’ derler. Bu söz eski önemini yitirmiştir. Düşünülse ki bir mümin bir kula, ruhun iç yüzüne vakıf olma mazhariyeti verilse bile, ruh hakkında soru sorana, ruhun asıl ve hakîkatini ifâde edecek ve onun bilgisini gerektiği gibi anlatıp ifâde edecek tabirler, kelime ve cümleler bulamaz. Zîrâ Hakk teala hazretleri onun hakîkatini idrâkten bizi âciz kılmıştır. İmâm Alî (kerremAllahu vecheh ve radiyallahu anh (147)) hazretlerinin sözlerinden elde edilen kelâmı Hakk tealanın bizi nefsimizin, Rabbimizin ve rûhumuzun içyüzünü idrâkten âciz yaratmış olduğu merkezindedir.
Şeyhu-l-Ekber (148) (rahmetullahi ‘aleyh) buyururlar ki “Ruh, Rabb hazretlerinin emrindendir, mahlûklardan doğurulmuş değildir. Onu, Hakk teala, Halk Âlemi’nden değil vasıtasız olarak Emir Âlemi’nden yaratmıştır. Onun içyüzüne ancak saf, temiz ve kötülüklerden arınmış kimselerden Hakk tealanın dilediği kimseler haberdar olabilirlerse de onun içyüzünü beyân edecek sözler bulmak onlar için mümkün olmaz. (149)”
Bil ki, ruhlarda reislik ve aç gözlülük ederek zevk almak yoktur ve ruh devamlı olarak Rabbine oyun eğmiş, alçak gönüllü ve mütevâzidir.
Ruh iki kısımdır: Ruh-i Tedbir (150), Ruh-i Tesbih (151). Ruh-i Tedbir hayvanlarda görülür. Ruh-i Tesbîh ise diğer varlıklarda görünür. Said (kutlu, mübârek) olan bir ruh, dünya ve ahiretde kötülüklereden haz almaz.
Münker ve Nekîr hazretlerinin (152) kabirde sual etmeleri, ruhların azaba uğramaları ve nimete erişmeleri ve bu hususta gelen haberler doğrudur. Ehl-i Sünnet’in dediği şudur ki “Ölüye gerek kabrinde gerekse kuşların veya yırtıcı hayvanların karnında olsun ve gerekse yakılıp külleri havaya savrulmuş olsun sual vardır. Bu da ancak İlâhi kudretten hariç olmayan harikulade bir suretle mümküdür. Hak olan şudur ki Münker ve Nekir hazretlerinin suali, kabirde azâba uğramaları ve nimete erişmeleri vaki olup kendisini balık ve vahşi hayvanlar yiyen kimse de o azabı hisseder. Bu halin olması, ancak ruh ve hayatın ceza olunmak için iadesiyle mümkündür. Sual, hiç görülmemiş bir tarzda cereyân eder. Çünkü berzâh (kabir) âleminin ahvali, dünya hallerine kıyas olunamaz. Uykuda olan adamın gördüğü eşya (nesneler), uyanık halde olanların gördüğüne kıyas edilemediği gibi ölüye soru sormanın cesedine, ruhunun geri döndürülmesine veyâ ruhunun hiss itibariyle bedene bağlı bulunmasına bağlıdır. Yok olan, ruhun bedene bağlanması hareketidir. Bazılarının bu husustaki inkârları, ölülerin acı çekmesini görmediklerinden ileri gelebilir. Ve derler ki ölünün karnı üzerine bir şey konulsa bir müddet sonra yine orada görülür. Eğer azapla acı çekse hareket ederek o şey yerinden oynardı. Öyle olunca Münker ve Nekîr hazretleri tarafından nasıl sıkıştırılıp sual sorulur? Bundan delil getirilerek cansız cisimlerin tesbihini de inkâr ederler. Cevap şudur ki Akıl, bu şeyleri mücerret (soyut) olarak idrâkden âcizdir. (153) (Tunkirûhu fî âlâ’illâhi kesîrâ (154)) Bu da aklın zayıflık ve aciz oluşundan ileri gelir.
Vallâhu a’lem bi-s-savâb ve ileyhi-l-merci’u ve-l-me’âb (155)
Haydar Hepsev
Temmuz 2022
_____________
Notlar:
(1) ‘kâ’in’ kelimesi, Âsitâne nüshasında yoktur.
(2) “… (Biz) bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azâb edici değiliz … (İsrâ suresi, 15. ayet)”
(3) Bu kelime, Büyük Doğu nüshasında yoktur.
(4) “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. (Ra’d suresi, 28. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(5) “Ehl-i istidlâlin ayağı ağaçtandır, yani takma ayakla yürüyen topallar gibidirler. Ağaçtan ayak ise çok metanetsizdir. (Mesnevî, terc. ve şerheden: Tâhir-ul-Mevlevî, cilt 1kitap 4, Ahmed Said Matbaası, İstanbul 1966, s. 1048, 2129. Beyt açıklaması)”
(6) “Biz, cehennemin görevlilerini ancak meleklerden kıldık. Onların sayısını inkâr edenler için bir imtihan vesilesi yaptık ki kendilerine kitap verilenler kesin olarak bilsinler, iman edenlerin imanı artsın, kendilerine kitap verilenler ve mü’minler şüpheye düşmesin, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ile kâfirler, “Allah, örnek olarak bununla neyi anlatmak istedi” desinler. İşte böyle. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlar için ancak bir uyarıdır. Muddessir suresi, 31. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(7) “Sana ruhtan sual ederler. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir. (İsrâ suresi, 85. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(8) Buhârî, Tevhîd 28; Müslim, Sıfâtu-l-Qıyâme 4.
(9) Âsitâne nüshasında bu kelime ‘bî-enbâz’ şeklinde geçiyor, Farsça ‘enbâz’ eş, benzer, ortak manalarına gelir ve Arapça benzerler; eşler manasına gelen ‘endâd’ kelimesiyle eş anlamlıdır.
(10) Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), s.414 (Şırnak)
(11) “Ey mutmain olan nefs! (Fecr suresi, 27. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(12) “… ve nefsini hevâdan nehyetmiş (Nâzi’ât suresi, 40. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(13) “Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. (Zumer suresi, 42. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(14) Allah, ölüm meleğiyle vefat ettirir. (Kaynağı bulunamadı.)
(15) “Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. (Zumer suresi, 42. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(16) Büyük Doğu neşrinde ‘söyledi’ olarak geçiyor.
(17) Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), s.419 (Şırnak)
(18) “Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.)” Hadisin tamamı şöyledir: “Ebû Hureyre (radiyallahu anh) dedi ki Resulullah (aleyhi-s-sâlatu ve-s-selâm) buyurdu: Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.) Onlardan birbiriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır. [Buhârî, Enbiyâ 2; Muslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvûd, Edeb 19, (4834).]
(19) “Allah, kulların ruhlarını iki bin sene önce yarattı. Bilenler uydu, inkâr edenler muhalif oldu.”
(20) “Allah âdemi yarattığında sırtını mesh etti. Ondan, inci misali, kıyamete kadar gelecek zürriyetin bütün nüshalarını yarattı.”
(21) “Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından aldı … A’râf suresi, 172. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)” Ayetin tamamının meali şöyledir. “Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dedi, (onlar da) «Evet. Şahidiz» dediler. (Bu da) Kıyamet günü, «Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik,» demeyesiniz içindir.”
(22) “İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel(ip ge)di ki (o vakit) o, anılmıya değer bir şey bile değildi. (İnsân suresi, 1. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(23) “Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı annesinin karnındaki kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde alaka (pıhtı, aşılanmış yumurta) haline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek ona ruh üfler. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6, Ayrıca bk. Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce), (Riyazussalihin şerh 8 ciltlik. No: 397), (Buhârî, Tevhid 28; Enbiya 1; Müslim, Kader 16; Tirmizî, Kader 4; İbn Mâce, Muk.)
(24) “Her nefis ölümü tadıcıdır … (Âli İmrân suresi, 185. ayet; Enbiyâ suresi, 35. ayet; Ankebût suresi, 57. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(25) “(yer) üzerinde bulunan her canlı fânidir. (Rahmân suresi, 26. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(26) “…Allah’ın dilediği kimse müstesna … (Zümer suresi, 68. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(27) “Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.)” Hadisin tamamı şöyledir: “Ebû Hureyre (radiyallahu anh) dedi ki Resulullah (aleyhi-s-sâlatu ve-s-selâm) buyurdu: Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.) Onlardan birbiriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır. [Buhârî, Enbiyâ 2; Muslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvûd, Edeb 19, (4834).]
(28)bkz. “Ruhlar, cesetlerden bin sene önce yaratıldı.” Bkz. Ebû Abdillâh Muhammed b. Alî b. Hasen et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Resûl, thk. Abdurrahmân Umeyra, (Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992), II, 116. (Şırnak)
(29) Bkz. İbn-I Asâkir, Ebü’l-Kāsım Alî b. el-Hasen b. Hibetillâh b. Abdillâh b. Hüseyn ed-Dımaşki eş-Şâfiî Târîhu Medîneti Dımaşk, thk. Omar b. Garâmeti’l-Amrî, (Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995), IX, 437. (Şırnak)
(30) Bkz. “Hamd, Allah teala’yadır. Muhakkak ki ruhlar sıralanmış askerlerdir. (Âlem-i ervâhta) tanışanlar, ülfet eder, bilmeyenler, ihtilaf eder.” Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn Kesîr, Beyrut 2008), 420. (Şırnak)
(31) Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk.Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn Kesîr, Beyrut 2008), 423. (Şırnak)
(32) “…kabirlerinden çıkacaklardır. Sanki onlar dağılmış çekirgelerdir. (Kamer suresi, 7. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(33) Bu zatın ismi, Âsitâne nüshasında ‘İbn Mendez’, Büyük Doğu nüshasında ‘İbn Menende’ olarak geçmektedir.
(34) Büyük Doğu nüshasında ‘her ikiniz’ olarak geçiyor.
(35) Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk.Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), s.423. (Şırnak)
(36) Bkz. Ebü’l-Leys İmâmü’l-hüdâ Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm es-Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, thk. Muhammed Ali Muavvız-Âdil Ahmed Abdilmevcûd-Zekeriya Abdilmecîd en-Nûtî, (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993), III, 151. (Şırnak)
(37) “… (yer) üzerinde bulunan her canlı fânidir. (Rahmân suresi, 26. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(38) Müslim, Fiten ve Eşrâtu-s-Sâ’ati 142.
(39) Bkz. İbn-i Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Büstî, Sahîhu İbn-I Hibbân bi-Retîbi İbn Belbân, thk. Şuayb el-Arnavut, (Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1993), VII, 409. (Şırnak)
(40) Bkz. Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, El-Mu’cemu’l-Kebîr, thk. Hamdî Abdulmecîd es-Silefî, (Mektebetü İbn-i Teymiyye, Kâhire 1983), XII, 422. (Şırnak)
(41) ‘Vâdî’ kelimesi, her iki nüshada (Âsitâne ve Büyük Doğu) ‘ayn’ harfiyle ‘va’d’ şeklinde yanlış yazılmıştır.
(42) Bkz. Yûsuf b. İsmâîl en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, (Mektebetu Merzûk, Dımaşk 2009), II, 446. (Şırnak)
(43) Muhyiddîn İbn Arabî, et-Tedbîrâtu’l İlâhiyye, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk (Haz. Mustafa Tahralı), İz Yayıncılık, İstanbul 1992, s.73-75.
(44) Bkz. Ebu’ş-Şeyh el-İsbahânî, Ebû Muhammed Abdullâh b. Muhammed Ca’fer b. Hayyân, Kitâbü’l-Azâme, thk. Rızâullâh b. Muhammed İdrîs el-Mübârekfûrî, (Dâru’l-Âsime, Riyad 1987), I, 210; Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, thk. Târık Avdullâh b. Muhammed, Abdulmuhsin b. İbrâhîm elHüseynî, (Dâru’l-Harameyn, Kâhire 1995), VI, 250. (Şırnak)
(45) Büyük Doğu nüshasında, burada şu cümle vardır: ‘Kur’ân-ı ‘azîmü-ş-şânda vârid olmuştur.’ (Bu cümle Âsitâne nüshasında yoktur.) Böyle bir ibare Kur’an’da bulunmamaktadır.
(46) “Allah’ın çoğu nimetlerini inkâr ediyorsunuz.” “Tunkirûhu fî âlâ’illâhi kesîrâ” cümlesi her iki nüshada da vardır; cümle nahv bakımından sıkıntılıdır.
(47) “Allah, doğrusunu en iyi bilir ve dönüş O’nadır.”
(48) Şeyh Abdulhakim Arvasi, Van’ın Başkale kazasında 1865’te doğan (ve babası Seyyid Mustafa Efendi olan anne tarafından da soyu Abdülkâdir Geylânî (kuddise sirruh) hazretlerine ulaşan) 1943’te Ankara’da vefat eden büyük âlim, büyük ârif ve Nakşibendî-Hâlidî şeyhi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Nihat Azamat), İstanbul 1988, c.1, s.211-212]
(49) Berzahın bir manası da köprüdür. Sonbahar; yaz ile kış arasında bir köprüdür; yazdan daha serin, kıştan daha sıcaktır. İlkbahar; kış ile yaz arasında ayrı bir köprüdür; kıştan daha sıcak, yazdan daha serindir. Bu köprüler her iki âlemle de bağlantılıdırlar. Bir yönleriyle birine, diğeriyle berikine benzerler. Âlem-i misâl (Misal âlemi), Ruhlar Âlemi ile Âlem-i Şehâdet (Cisim Âlemi) arasındaki geçiş âlemi diye tarif edilmiştir.
(50) Râsih âlimler, şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde kesin ve derin Allah’a ve resulüne, ayrıca Resûl-i Ekrem ile ondan önceki peygamberlere indirilen vahiylere iman edip hiçbir tereddüde düşmeyen ilim sahipleridir.
(51) Şerh-i Meqâsıd, büyük âlim Sa‘deddin et-Teftâzânî’nin kelâma dair kaynak eseridir. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Sinanoğlu), Ankara 2003, c.27, s.420-421]. / Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Fahriddîn Ömer b. Burhâniddîn Abdillâh el-Herevî el-Horâsânî et-Teftâzânî Hicri 792, miladi 1390’da vefat eden çok yönlü büyük âlim. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Şükrü Özen), İstanbul 2011, c.40, s.299-308].
(52) Latif, ‘maddeyle değil ruhla ilgili, gözle görülebilecek maddî bir varlığı olmayan’ anlamındadır. Kesif ise ‘koyu, yoğun, şeffaf olmayan’ demektir.
(53) Mugayyebât, ‘beş duyu ile bilinemeyen gizli ve görünmez şeyler, haller, ilâhî sırlar, ledünniyat’ manalarına gelir.
(54) Filozoflar derler ki: “Nefs, tamamen kandan ibarettir.” Bu konudaki delilleri de şudur: İnsan ölünce, cesedinde faaliyeti sona eren şey, canlılığı ve kanıdır.
Bazı felsefeciler de: Kan, nefsin mekânıdır demişler ki, doğru olan da budur. Nitekim bu, Tevrat’ta da şöyle yazılıdır:
“Yâ Mûsâ! Sakın damarları yeme, çünkü onla, nefislerin bulunduğu ve barındığı yerlerdir.”
Bu sözü, şu hadîs-i şerîf destekler mahiyettedir:
“Şeytan, Âdemoğlunun, damarlarında dolaşır. Öyleyse siz açlık ve susuzlukla onun dolaşma alanını daraltınız. (Buhârî, Ahkâm 21; Ebû Dâvûd, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 65; Dârîmî, Rikâk 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned nr. 156)”
Kûfe âlimleri, kanı ‘nefis’ diye ifâde etmişler ve: ‘Akıcı nefsi (yâni kanı olmayan hayvanlardan birisi, suda öldüğü vakit suyu kirletmez’ demişler. Onlar bu sözleriyle, domuzlan böceği, ağustos böceği ve örümceği kastetmişlerdir. (Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb [Kalplerin Azığı], mütercimler: Prof. Dr. Yakup Çiçek-Dr. Dilaver Selvi, Semerkand yay., s. 382-383)
(55) Arapçada ‘mâ (şey)’ ve ‘sivâ (başka)’ birleşerek ‘mâ-sivâ’ olmuştur; ‘bir şeyin dışında kalan ve ondan başka olan her şey’ manasına gelir. / Mâsivallah sözünden kısaltılarak ‘Allah’ın zâtı dışındaki bütün varlıklar’ anlamında kullanılır. Tasavvuf ilminde de ‘insanı Allah’tan uzaklaştıran her şey’ için kullanılır.
(56) “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz. (İsra suresi, 15. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(57) ‘Hüccet-i bâliğa (hedefe ulaşan asıl delil)’ Allah’a mahsus olup buna karşı getirilen hüccetler boştur ve O’nun hakkında tartışmaya girişilmemelidir.
(58) İslâm fıkhının (hukukunun) amelî-tatbikî kısmını ifade eden fıkıh terimi.
(59) “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. (Rad suresi, 28. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(60) “Ehl-i istidlâlin ayağı ağaçtandır, yani takma ayakla yürüyen topallar gibidirler. Ağaçtan ayak ise çok metanetsizdir. (Mesnevî, terc. ve şerheden: Tâhir-ul-Mevlevî, 1. cilt, 1. kitap 4, Ahmed Said Matbaası, İstanbul 1966, s. 1048. (2129. beytin açıklamasına bakınız.)” / İstidlâl ‘delil getirmek, bir delile dayanarak netice çıkartmak, delil ile anlamak, bir konuda kanıt, belge veya verilere dayanarak sonuç çıkarıp yargıya varma, dolayısıyle anlama” manalarına gelir. İstidlal ehli, her şeyi delille açıklamaya çalışıp diğer bilgi edinme vasıtalarını göz ardı ettiklerinden topala benzetilmiştir. Tâhir-ul-Mevlevî, beytin açıklamasında, istidlalcileri mezheb mukallitlerine benzetmekte; mukallidlerin tahkik (işin hakikatini bilme) derecesine yükselemedikleri için zayıf kaldıklarını ve küçük bir meselede bile çabuk hataya düşebildiklerini ifade etmektedir.
(61) “Biz, cehennemin görevlilerini ancak meleklerden kıldık. Onların sayısını inkâr edenler için bir imtihan vesilesi yaptık ki kendilerine kitap verilenler kesin olarak bilsinler, iman edenlerin imanı artsın, kendilerine kitap verilenler ve mü’minler şüpheye düşmesin, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ile kâfirler, “Allah, örnek olarak bununla neyi anlatmak istedi” desinler. İşte böyle. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlar için ancak bir uyarıdır. (Müddesir suresi, 31. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(62) Hâsse/hâssa: İnsan ve hayvanlarda dış dünyâdan gelen etkileri, bunlara mahsus organlar aracılığıyle idrak etme yeteneği.
(63) Nefsü-l-Emr, bir şeyin kendisidir ve sadece harici varlığa bağlı bir varoluş sergiler. Bu tür bir varlık harici varlık anlamına gelmemektedir.
(64) Kuşkulanmak, doğruluğu, gerçekliği kesin olmamakla birlikte doğruymuş veya gerçekmiş gibi düşünme, sanma, gerçeğini bilmeden ihtimal üzerine hüküm verme, bu yolda verilen hüküm’ anlamlarındaki zan ‘yakinin (kesin bilginin) zıddı, kuşku, kesinleşmemiş kanaat’ mânasına gelir.
(65) Âlem-i Misâl, ruh âlemi ile madde, varlık âlemindeki şekillerin ayna gibi görüntüsünü yansıtan âlemdir. Varlık âlemi olmayıp, görünen bir âlemdir, ayna gibi olduğu düşünülür. Uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal âlemdir. Yukarıda bu manaya temas edilmiştir.
(66) Mugayyebât-ı Hamse Arapçada ‘insanlar tarafından önceden bilinmesi mümkün olmayan beş şey’ demektir. Bu durum Kerim kitabımızın Lokman suresindeki 34. ayetine dayandırılmaktadır. Lokman suresi 34. ayeti şöyledir. “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır. (Lokman suresi, 34. ayet; Diyanet İşleri Meali)” İnsanlar, şu beş şeyi yani kıyametin ne zaman kopacağını, havanın nasıl olacağını, ana rahmindeki çocuğun cinsiyet ve hayatını, insanların ertesi günkü kazançlarını ve öleceği yerleri önceden bilemezler.
(67) İmrân b. Husayn (radiyallahu anh) anlatıyor: Peygamber”in (aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) yanındaydım. Yaratılışın nasıl başladığını soran Yemenlilere Allah Resûlü (aleyhi-s-salâtu ve-s-selâm) şöyle cevap vermiştir: “Önce Allah vardı; O”ndan önce hiçbir şey yoktu. Arşı suyun üzerindeydi. Sonra O, gökleri ve yeri yarattı.”önce hiçbir şey yoktu. Arşı suyun üzerindeydi. Sonra O, gökleri ve yeri yarattı. (Buhârî, Tevhîd, 22)”
(68) “Sana ruhtan sual ederler. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir. (İsra suresi, 85. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(69) el-A’meş, İbn Mesûd (radiyallahu anh)’dan bir rivayet olmak üzere, bu ayette geçen “vemâ ûtîytum” ifadesini “vemâ âtû” şeklinde okumuştur. Buna göre mana “Onlara, ancak az bir bilgi verilmiştir.” olur. Buradan da anlaşılır ki, ayetteki hitap, ruh hakkında soru soran yahudileredir. Dolayısıyla âyet, sanıldığının aksine, bu ümmet-i merhumeden (Muhammed ümmetinden) hiçbir kimsenin ruhun hakikatini bilemeyeceğine dair bir nass olmaz. Şâri’ Teâlâ’nın sükût geçtiği her şey, asla bilinmez şeyler değildir. Hakkında sükût geçilen şeylerden birçoğu, bazıları kavrayabilse bile ümmetin çoğunluğunun anlama imkânı olmayacak ince meselelerdir. Onlara sırf bu yüzden girilmemiştir. (Şâh Veliyyullah Dihlevi, HÜCCETULLÂHİ’L-BÂLİĞA-İSLAM DÜŞÜNCE REHBERİ, Yeni Şafak gaz. Yay., Ankara 2003,c. 1, s. 117)
(70) Kadim, başlangıcı olmayan, ezelî, zaman üstü manalarına gelir. Hâdis ise Kadim olan Allah tealaya nispetle yoktan yaratılmış olan, ezelî olmayan, sonradan var olan her şeydir.
(71) Mâhiyet: Arapça ‘mâ hüve’ kelimelerinin manası ‘o nedir’dir. Terim olarak da ‘bir nesnenin varlığını veya cevherini meydana getiren şey, nesnenin hakîkati, özü, kendilik, zâtiyet, bir şeyi belirleyen asıl öge, nitelik, vasıf, esas, öz, iç yüz, kendilik, bir şeyin ne olduğunu belirleyen asıl unsur, nitelik’ manalarına gelir.
(72) İstidlal, ‘bir delîle dayanarak bir husus hakkında hükme varma, bir sonuç çıkarma, dolayısıyla anlama’ manalarına gelir. Mantık ilminde de ‘belli önermelerden hareket ederek başka önermelerin gerçek olan veya kabul edilen doğrularını ve yanlışlarını çıkarma, çıkarım’ demektir.
(73) İbdâ’ kelimesi, Arapçada bed‘ (benzeri olmamak, yeni olmak) kelimesinden türemiştir ve ‘yeni ve güzel bir şeyi ilk defa meydana getirme, yoktan var etme, yaratma, icat, buluş’ anlamlarına gelir. İbdâ’, halk, ihdâs, ihtirâ, icâd, sun’, tekvîn kelimeleri anlam bakımından birbirine yakındır.
İbdâ’, ‘Cenab-ı Hakkın aletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icadı; misli gelmemiş bir eser meydana koymak’ manalarına gelir.
Halk, ‘yaratma, yok iken var etme’ anlamındadır. Halk ile ibdâ’ arasında fark vardır. İbdâ’, ‘yoktan var etmektir, halk ise bir şeyden yaratmak’ demektir. Bunun en yerinde misali şudur: Allah teala, Âdem aleyhisselamı topraktan yaratmıştır. “[Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona “ol” dedi. O da hemen oluverdi. (Âli İmrân suresi, 59. ayet; “Diyanet İşleri Meali)}
İhdâs, ‘yeni bir şey ortaya koyma, ortaya çıkarma’ demektir.
İhtirâ, ‘daha önce benzeri olmayan bir şey îcat etme’ anlamındadır.
Îcâd kelimesi, ‘vücûd’dan gelir ve ‘vücuda getirme, varlığı bilinmeyen bir şeyi meydana getirme’ anlamındadır.
Sun’, ‘yapma, meydana getirme; (Allah teala için) yaratma, halk etme’ manasındadır.
Tekvîn, ‘var etmek, meydana getirmek, yaratmak’ demektir. İlm-i Kelâm’da, Cenab-ı Hakk’ın sübutî bir sıfatıdır ve yoktan vücuda getirmesi, icad etmesi’ manalarındadır. Subuti sıfatlar varlığı zorunlu olan ve bunun yanında kesin gerçekleşecek olan sıfatlara verilen isimdir. (Allah tealanın Subuti sıfatları şunlardır: Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semî’ (işitme), Basar (görme), Kelam (konuşma).
(74) Dilimizde çokça kullanılan lakin anlamları iyice bilinmeyen ‘irfân, ârif, marifet’ “kelimelerinin kökü ‘urf”tur ve ‘tanımak, bilmek, bilinmek, biliş; verme, çokça verme, cömertlik, ihsan etme, atıyye; âdet, gelenek, örf’ manalarına gelir. Türevleri olan ‘örf, ‘irfân, ‘irfâniye, ‘ârif, ‘urefâ, ‘arîf, ma’rifet, ma’rûf, ‘ârife, ‘arife (‘arefe), ta’rîf, ta’rîfe, mu’ârefe, ma’arif, a’ref, mu’arref, mu’arrif, te’arruf, müte’aref, müte’arrif’ kelimeleri Türkçemizde kullanılmaktadır. Bunlardan en önemli üçünün manaları aşağıya alınmıştır.
İrfân kelimesi, çok geniş anlamlıdır ve ‘bilme, anlama, biliş, anlayış; hakikati idrakte güçlü seziş yeteneği, görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı’ manalarına gelir. Tasavvufta ise ‘Allah’a yakin haline, tevhid ilmine ve eşyânın hakikatine amel, tefekkür, zevk, keşif ve ilham yoluyle erişme’ anlamında kullanılır. Niyâzî-i Mısrî (kuddise sirruh) hazretlerinin şu meşhur beyti bu manayı pek güzel izah eder: “savm u salât ü hacc ile zâhid biter sanma işin / insân-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş”
Ârif kelimesi de çok geniş anlamlıdır ve ‘irfan sahibi, sezgi ve anlayış sahibi; hakkıyle bilen, bilgili ve deneyimli, ehl-i dil’ manalarına gelir. Tasavvufta ise Allah tealayı bilen, tanıyan kâmil zatlar için kullanılır. ‘Âlim’ ile ‘ârif’ arasında şöyle bir fark vardır: Âlim, ilmi tahsil ve çalışmayla elde eder. İlla ki ilmiyle amel eden manası da gelmez. Ârif ise bildiğiyle amel eden, bu sayede hal, makam, ilham ve keşflere ulaşarak kemalata eren demektir. Böyle zatlara genel olarak ârifi billâh (Allah’ı hakkıyla bilen, tanıyan) denir; makamlarına göre ehl-i dîn, ehl-i yakîn, velî, kutb, gavs da denilir.
Marifet, ‘herkesin yapamayacağı işleri yapabilme; ustalık, uzmanlık, beceriklilik, hüner, mahâret; bilgi, ilim, irfan; hakîkat ve sırları amel, tefekkür, keşif ve ilham yoluyle anlama, gerçeği kavrama’ manalarına gelir. Tasavvufta ise Allah’ı bilme, tanıma ve O’na yakîn hali etme yolundaki dört makamdan (şerîat, tarîkat, hakîkat, mârifet) sonuncusudur; ilim ve irfanın artık hiç kaybolmayacak dereceye erişmesi ve meleke haline gelmesi demektir. Buna marifetullah da denir. Yûnus Emre (kuddise sirruh) hazretlerinin meşhur beytinde bunlar, çok veciz olarak şöyle özetlenmiştir: “şerîat, tarîkat yoldur varana / hakîkat, marîfet andan içerü”
(75) Cüzler, parçalar manasına gelen ‘cüziyat’ ‘ikinci derece sayılan ilimler’ manasına da gelir.
(76) Muhteri’, Arapçada ihtira‘ (îcat etmek) kelimesinden türeyerek muhteri’ olmuştur ve ‘evvelce olmayan bir şeyi ilk defa ortaya çıkaran, yepyeni bir şey yapan, îcat eden, mûcit’ manalarına gelir.
(77) Nezg: dürtmek (kelimenin asıl manası budur); (şeytan için) vesvese vermek; insanları ifsad etmek, birbirine düşürmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak; bir kimseyi ayıplamak, kınamak. Müntezig–münteziga da bu kelimenin müfte’il vezninde türemiş halidir. (bkz. Kaamûsu-l-Muhît Tercümesi ve Vankulu.)
“Nezg” kelimesi, Kur’an-ı kerimde, Fussilet suresi 36 ve A’râf suresi 200. ayetlerde geçer: “Ve immâ yenzeganneke mine-ş-şeytâni nezgun feste’iz billâhi, innehu hüve-s-semî’u-l-‘alîmu [Şayed seni Şeytandan bir dürtüş dürtecek olursa hemen Allaha sığın (istiaze et) çünkü odur ancak işiden bilen. (Elmalılı Hamdi Yazır meali)]”
(78) Heyûlâ, kendisinden her şeyin var edildiği, kendisinde varlıkların sûretleri zâhir olan ilk prensip, ilk cevher, ilk madde olarak kabul edilir.
(79) Latîf, maddeyle değil ruhla ilgili, gözle görülebilecek maddî bir varlığı olmayan demektir. Karşıtı da kesîf’tir.
(80) Ebü’l-Kāsım Cüneyd b. Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî (vefatı h.297 / m. 909): Bağdat’ta doğan ve orada yaşayan, doğum tarihi belli olmayan ve İlk devir sûfîliğinin en güçlü temsilcilerinden olan meşhur âlim ve ârif. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Süleyman Ateş), İstanbul 1993, c.8, s.119-121]
(81) Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî İbn Ebî Hâtim (vefatı h.327 / m. 938): Hicri 240, miladi 854 yılında Rey’de doğan ve el-Cerh ve’t-taʿdîl adlı eseriyle tanınan hadis hâfızı, müfessir ve fakih. [Daha geniş bilgi için bkz. (madde yazarı: Raşit Küçük), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1999, c.19, s.432-434]
(82) Ebû Abdillâh İkrime b. Abdillâh el-Berberî el-Medenî (vefatı h.105 / m. 723): Muhtemelen hicri 2 miladi 642 yılında doğan ve aslen Mağribli ve Berberî olup Kureşî ve Hâşimî nisbeleriyle de anılan müfessir tâbiî. [Daha geniş bilgi için bkz. (madde yazarı: Tayyar Altıkulaç), TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2000, c.22, s.40-42
(83) Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), s.414. (Şırnak)
(84) Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh el-Kurtubî (vefatı h.671 / m.1273) el-Câmiʿ li-aḥkâmi’l-Kurʾân adlı eseriyle tanınan büyük tefsir, hadis ve fıkıh âlimi. [Daha geniş bilgi için bkz. (madde yazarı: Tayyar Altıkulaç), TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2002, c.26, s. 455-457]
(85) İmâmü’l-Haremeyn Ebü’l-Meâlî Rüknüddîn Abdülmelik b. Abdillâh b. Yûsuf el-Cüveynî et-Tâî en-Nîsâbûrî (vefatı h.478 / m. 1085) Hicri 419 miladi 1028’de Nîşâbur’da doğan büyük Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Ankara 2002, c.8, s. 141-144]
(86) Kur’an ve Hadîslerde açıklanmayan konularla ilgili olarak aynı zamanda yaşamış müçtehitlerin hemfikir olması, şer’î bir meselede ittifak etmelerine icmâ’ denir. İslâm âlimlerinin dinî bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmelerini ve bütün Müslümanların ortaklaşa benimsedikleri dinî hükümleri ifade eden şer‘î delil, İslâm fıkhının Kur’an ve Sünnet’ten sonra üçüncü kaynağıdır. Mesela şarabın haram olması, öğle namazındaki farzın dört rekât olması gibi konular icmaya ait örneklerdir.
(87) ‘Araz, ‘alâmet, belirti, işâret, aslında olmayıp bir şeye sonradan eklenen nitelik, ârız olan durum’ anlamlarına gelir. Hikmette (felsefede), ‘kendi kendine var olmayıp görünmesi için bir asla, bir cevhere muhtaç olan şey’ demektir. Mesela ‘renkler arazdır.’
(88) Fâsid, hikmette ‘dönülüp dolaşılıp aynı noktaya gelinen ve bir sonuç vermeyen, içinden çıkılmaz düşünce veya olaylar silsilesi, kısır döngü’ manalarına gelir. İbadetlerde de ‘yapılmakta olan bir ibadet için şartlarından birini kaybetmekle bozulan ve yerine getirilmemiş sayılan amel’ demektir.
(90) “Ey mutmain olan nefs! (Fecr suresi, 27. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(91) “… ve nefsini hevâdan nehyetmiş (Naziat suresi, 40. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(92) “Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. (Zümer suresi, 42. ayet; Diyanet İşleri meali)”
(93) Tahrîc, ‘Kur’an-ı Kerim’den ya da diğer şer’î kaynaklardan yararlanarak bir hukuk kuralı ortaya koyma’; bir hadisi, ‘Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretlerinden ilk rivayet edeni araştırıp bulma ve eserlerdeki hadisleri çıkarma ve her hadîsin isnatlarını göstererek doğruluğunu veya zayıflığını ortaya koyma’ ve fıkıhta ise ‘Nas ve kaidelerden hüküm çıkarma, mensup olduğu fıkıh mezhebi sâhibinin rey ve kaidelerinden hakkında açıklık olmayan olaylar için hüküm çıkarma’ manalarına gelir.
(94) “Kararsızlığı konusunda nefis, pürüzsüz ve kaygan bir mekândaki cevize benzer. Bilindiği gibi bu durumdaki ceviz, küçük bir etkiyle hemen hareket etmeye başlar. Nefis, hırs sıfatında, ışığa olan aşırı hırsından dolayı kendisini ateşe atan kelebeğe benzer. Kelebek, ışığa ulaşmak ister. Ama onun yok olması bundandır. Bu kelebek, doyumsuz ve kanaatsız bir şekilde ışığa, ateşe koşar. Öyle ki bizzat ateşin içinde olmak ister. Neticede ateşe düşer ve yanar. Oysa uzakta kalsa da az bir ışıkla yetinseydi yok olmaktan ve yanmaktan kurtulmuş olacaktı. Nefis kararsızlık yönüyle kelebeğe benzer. Bu özelliği, onun acelecilik vasfından kaynaklanır. (s.347)
“Bazı âlimler, hırs sıfatında nefsi, bala konan bir sivrisineğe benzetirler. Bu sinek balın hepsini istediğinden içine düşmüş, kanatlarıyla ona yapışmış, böylece kendini ölüme götürmüştür. Oysa balın bir kısmına konup ihtiyacını gidermiş olsaydı, sağ salim oradan ayrılacaktı. İşte nefsin hırslı bir şekilde davranması bunun gibidir.
Bazı âlimler, insanoğlunu ipek böceğine benzetirler. O, bilmeden etrafını örerek çıkabileceği hiçbir yer bırakmaz. Böylece kendisini, kendi eliyle ölüme mahkûm eder. Bir de ördüğü ipek kozasının kendisinin ölümüne yol açarken, başkalarının menfaatine sebep olduğunu düşünmelidir. Hatta bazen o, kendi ölümüne sebep olur. Çünkü, etrafını sarmış olan kozadan çıkıp güneşlenmek ister. Çıkamaz, ölür. Bazen de, o, insanlar kozayı kesmesin diye kendini öldürür. (s.348)”
“Nefsin yaratılışından gelen ve ‘cibilliyet (yaratılış, tıynet, maya, huy)’ ismi verilen dört özelliği vardır. Bunlar hevasından (arzu, iptilâ ve tutkunluktan) doğan isteklerin kaynağıdır. Bu, Allah’ın onu yaratmış olduğu fıtratının bir gereğidir. Birincisi ‘zayıflıktır’. Bu, onun topraktan yaratılmış olmasının sonucudur. Sonra ‘cimrilik’ gelir. Bu, insanın yapışkan çamurdan yaratılmasının sonucudur. Üçüncüsü, ‘şehvettir.’ Bu, pişirilmiş, kızgın çamurdan yaratılmasının sonucudur. Dördüncüsü ‘cehalettir.’ Bu ise onun kuru balçıktan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Bu özellikler, ona imtihan için verilmiştir. Onda zayıflığın, güçsüzlüğün, düşüklüğün ve eğriliğin asılları vardır. Bu, her şeye gücü yeten ve her şeyi en iyi bilen Cenab-ı Hakk’ın bir takdiridir. (s.350) (Bkz. Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), Mütercimler Prof. Dr. Yakup Çiçek, Dr. Dilaver Selvi, İstanbul 2011, 4. Baskı)
(95) Ebû Abdillâh Vehb b. Münebbih b. Kâmil es-San‘ânî (radiyallahu anh, vefatı h.114 / m.732). Hicri 34, miladi 655 yılında Yemen’in San‘a bölgesi yakınlarındaki Zimâr’da doğan Yemenli tâbiî. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Mahmut Demir, M. Emin Özyaşar), İstanbul 1999, c.20, s.294-297]
(96) Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘ el-Kâtib el-Hâşimî el-Basrî el-Bağdâdî (radiyallahu anh, vefatı h.230 / m.845). Hicri 160, milad 777 yılında Basra’da doğan babası veya dedesi Hz. Abbas (radiyallahu anhuma) ailesinin âzatlısı olduğu için Mevlâ Benî Hâşim diye veya Kureşî nisbesiyle tanınan ve el-Câmiʿ li-aḥkâmi’l-Kurʾân adlı eseriyle kendisinden isifade edilen ve Tabakat kitabıyla da tanınan büyük tefsir, hadis ve fıkıh, siyer, tarih ve ensâb âlimi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Fayda), İstanbul 1999, c.20, s.294-297]
(97) Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed b. Abdilberr en-Nemerî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.463 / m. 1071). Hicri 368, miladi 97) Kurtuba’da doğan Endülüslü muhaddis, münekkit, edip, tarihçi ve Mâlikî fakihi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Leys Suûd Câsim), İstanbul 2002, c.19, s. 269-272]
(98) Bu zatın kim olduğu bulunamadı.
(99) Ebû Abdillâh Muhammed b. İshâk b. Yesâr b. Hıyâr el-Muttalibî el-Kureşî el-Medenî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.151 / m.768). Hicri 80, miladi 699 yılında Medine’de doğan siyer ve megazî müellifi, muhaddis. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Fayda), İstanbul 1999, c.20, s. 93-96]
(100) Ebû Muhammed İzzüddîn Abdülazîz b. Abdisselâm b. Ebi’l-Kāsım es-Sülemî ed-Dımaşkî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.660 / m.1262). Hicri 577 miladi 1181/1182 yılında Dımaşk’ta doğup Benî Süleym kabilesine mensup Büyük Şâfiî fakihi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: H. Yunus Aydın), İstanbul 1999, c.19, s.284-287]
(101) Mütekellimîn yani Kelâm âlimleri, İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimlerdir ve dînî akîdelerin (îmân esaslarının) isbâtı için gerekli olan naklî (dînî) ve aklî delîlleri bildirirler ve şüphelerin giderilmesine çalışırlar.
(102) “Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. (Zümer suresi, 42. ayet; Diyanet İşleri Meali)”
(103) Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.505 / m.1111). Hicri 450i miladi 1058 yılında bugünkü İran’ın Horasan bölgesinde, yetiştirdiği âlimler ve devlet adamlarıyla tanınan Tûs’ta (bugünkü Meşhed) dünyaya gelen büyük âlim ve ârif, Eş‘arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi, mutasavvıf, mütefekkir.
(104) Kitabın tam ismi Kitâbu’l-İntisar ve-r-red ‘alâ İbni’r-Râvendî’dir ve Matbaatu’l-Katolikiye’de (Beyrut, 1957) basılmıştır.
(105) Ebû Bekr Muhammed b. Müslim b. Ubeydillâh İbn Şihâb ez-Zührî (radiyallahu anh, vefatı h.124 / m.742). Tâbiîndendir, Hicri 51, miladi 671 yılında Medine’de doğan Kureyş’in Benî Zühre koluna mensup olup hadisleri Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’in (radiyallahu anh) emriyle resmen tedvin eden büyük âlimdir. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Halit Özkan), İstanbul 2013, c.13, s.544-549]
(106) Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), s.419 (Şırnak) Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî es-Süyûtî eş-Şâfiî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.911 / m.1505). Hicri 849, miladi 1445’te Kahire’de doğan ataları Orta Mısır’daki Asyût’ta yaşadığı için Süyûtî, büyük dedelerinden biri Asyût’a gelmeden önce Bağdat’ın Hudayriye mahallesinde bulunduğundan Hudayrî nisbeleriyle anılan büyük tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Halit Özkan, M. Suat Mertoğlu, Sedat Şensoy, S. Salih Yavuz), İstanbul 201o, c.38, s.188-204]
(107) Mevsûl (mûsal ve mu’tasıl) ise ‘senedinde kopukluk bulunmayan rivayet anlamında hadis terimidir.’ / Mürsel, ‘isnadında, sahâbî olan râvisi veya diğer râvilerinden biri zikredilmeyen hadistir. Sözlükte ‘göndermek, salıvermek, bırakmak’ anlamındaki irsâl masdarından türeyen mürsel kelimesi, hadis terimi olarak ‘Tâbiînden (radiyallahu anhum) bir râvinin, kendisiyle Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) arasındaki sahâbînin ismini atlayarak naklettiği hadis’ mânasına gelir.
(108) Zındık, Âlemin kadîm olduğunu ileri süren, Allah’ı yahut Allah’ın birliğini ve âhireti inkâr ettiği halde inanmış gibi görünen kimseleri ifade eden bir kelam terimidir.
(109) Ebû Abdillâh Muhammed b. Nasr b. Yahyâ el-Mervezî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.294 / h. 906) Hicri 202, miladi 817 yılında Bağdat’ta doğan babası Mervli olduğu için Mervezî nisbesiyle anılıp gençliğini Nîşâbur’da geçiren ve ilim tahsili için Horasan, Rey, Bağdat, Basra, Kûfe, Dımaşk, Medine ve Kahire’ye seyahatlerde bulunan büyük âlim, Şâfiî fakihi ve muhaddis. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Halit Ünal), Ankara 2004, c.29, s.205-236]
(110) Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.276 / m.889). Hicri 213, miladi 828 yılında Kûfe veya Bağdat’ta doğmuş olan dedesinin adına nisbetle Kutebî, babasının Mervli olması sebebiyle Mervî nisbeleriyle de anılan Arap dili ve edebiyatı, Kur’an ilimleri, hadis ve tarih sahalarındaki eserleriyle tanınan büyük âlim. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Hüseyin Yazıcı, Abdülhamit Birışık, Yusuf Şevki Yavuz), İstanbul 1999, c.20, s.145-152]
(111) “Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.)” Hadisin tamamı şöyledir: “Ebû Hureyre (radiyallahu anh) dedi ki Resulullah (aleyhi-s-sâlatu ve-s-selâm) buyurdu: Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.) Onlardan birbiriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır. [Buhârî, Enbiyâ 2; Muslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvûd, Edeb 19, (4834)]
(112) Ebû Muhammed Alî b. Ahmed b. Saîd b. Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî (vefatı h.456 / m.1064). Endülüs Emevi Devleti’nin başşehri Kurtuba’nın doğu kesimindeki Rabaz-ı Minyetü’l-Mugīre’de hicri 384, miladi 994’te doğan ve Zâhirî mezhebinin en büyük temsilcisi olan büyük âlim, fakih, muhaddis, tarihçi, edip ve şair. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: H. Yunus Apaydın, Yusuf Şevki Yavuz, İbrahim Gürbüzer, İsmail Hakkı Ünal, İsmail Durmuş), İstanbul 1999, c.20, s.39-61]
(113) Ebû Hâlid Hakîm b. Hizâm b. Huveylid el-Esedî (radiyallahu anh, vefatı h.54 / m.674?. Fil Vak‘ası’ndan on üç yıl önce dünyaya geldiği rivayet edilen ve Fil Vak‘ası’nı çok iyi hatırladığını söylediği nakledilen Sahâbî. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: İbrahim Sarıçam), İstanbul 1997, c.15, s.187]
(114) “Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından aldı … Araf suresi, 172. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)” Ayetin tamamının meali şöyledir. “Ve o zaman ki, Rabbin âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dedi, (onlar da) «Evet. Şahidiz» dediler. (Bu da) Kıyamet günü, «Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik» demeyesiniz içindir.”
(115) “İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel(ip ge)di ki (o vakit) o, anılmıya değer bir şey bile değildi. (İnsan suresi, 1. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(116) “Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı annesinin karnındaki kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde alaka (pıhtı, aşılanmış yumurta) haline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek ona ruh üfler. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6, Ayrıca bk. Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce) (Riyazussalihin şerh 8 ciltlik. No: 397) (Buhârî, Tevhid 28; Enbiya 1; Müslim, Kader 16; Tirmizî, Kader 4; İbn Mâce, Muk.)”
(117) “Her nefis ölümü tadıcıdır … (Âli İmran suresi, 185. ayet; Enbiya suresi, 35. ayet; Ankebut suresi, 57. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(118) “(yer) üzerinde bulunan her canlı fânidir. (Rahman suresi, 26. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(119) “…Allah’ın dilediği kimse müstesna … (Zümer suresi, 68. ayet; Ömer Nasuhi Bilmen meali)”
(120) Ebü’l-Hasen Takıyyüddîn Alî b. Abdilkâfî b. Alî b. Temmâm es-Sübkî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.756 / m.1355). Hicri 683, miladi 1284 tarihinde Nil deltasının güneybatısında yer alan Menûfiye köylerinden Sübkülabîd’de doğan büyük âlim Şâfiî âlimi, müctehid. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Bilal Aybakan), İstanbul 2010, c.38, s.14-15]
(121) “Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.)” Hadisin tamamı şöyledir: “Ebû Hureyre (radiyallahu anh) dedi ki Resulullah (aleyhi-s-sâlatu ve-s-selâm) buyurdu: Ruhlar, sıra sıra dizilmiş askerler (gibidir.) Onlardan birbiriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır. [Buhârî, Enbiyâ 2; Muslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvûd, Edeb 19, (4834).]
(122) “Ruhlar, cesetlerden bin sene önce yaratıldı.” Bkz. Ebû Abdillâh Muhammed b. Alî b. Hasen et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Resûl, thk. Abdurrahmân Umeyra, (Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992), II, 116. (Şırnak)
(123) Ebü’l-Kāsım Alî b. el-Hasen b. Hibetillâh b. Abdillâh b. Hüseyn ed-Dımaşkī eş-Şâfiî (vefatı h.571 / m.1176). Hicri 499, miladi 1105’te Dımaşk’ta doğan ve Kureyş soyundan gelen, anne tarafı da ilim ve mârifetiyle tanınan hadis hâfızı ve Târîhu Medîneti Dımaşk adlı eseriyle tanınan büyük âlim ve tarihçi. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Mustafa Sabri Büyükaşçı, Cengiz Tomar), İstanbul 1999, c.38, s.321-324]
(124) Herm İbn Hayyân (radiyallahu anh, vefatı h.70 / m.690?). Irak ve İran fetihlerinde önemli rol oynayan ve Abdülkaysoğulları kabilesine mensup olan Tâbiîn devri kumandanlarından, zâhid. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Mustafa Bilgin), İstanbul 1998, c.17, s.227-228]
(125) Üveys el-Karanî Ebû Amr Üveys b. Âmir b. Cez’ b. Mâlik el-Karanî (radiyallahu anh, vefatı h.37 / m.657). Anadoluda Veysel Karanî diye anılan ve Tâbiîn neslinden Yemenli zâhid. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Necdet Tosun), İstanbul 1999, c.38, s.321-324]
(126) Bkz. İbn Asâkir, Ebü’l-Kāsım Alî b. el-Hasen b. Hibetillâh b. Abdillâh b. Hüseyn ed-Dımaşki eş-Şâfiî, Târîhu Medîneti Dımaşk, thk. Omar b. Garâmeti’l-Amrî, (Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995), IX, 437. (Şırnak)
(127) Ebû Ca‘fer Nasîrüddîn Muhammed b. Muhammed b. el-Hasen et-Tûsî (vefatı h.672 / m.1274). Hicri 597, miladi 1201 Tûs’ta doğan âlim ve filozof. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Agil Şirinov, Anar Gafarov), İstanbul 2012, c.41, s.437-445]
(128) “Hamd, Allah teala’yadır. Muhakkak ki ruhlar sıralanmış askerlerdir. (Âlem-i ervâhta) tanışanlar, ülfet eder, bilmeyenler, ihtilaf eder.” Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), 420. (Şırnak)
(129) Gazzâlî’nin (rahmetullahi aleyh) ölüm, kabir hayatı ve âhiret hallerine dair eseridir ve tam adı ed-Dürretü’l-fâhire fî keşfi ʿulûmi’l-âhire olan eser, bazı kaynaklarda Keşfü ʿulûmi’l-âhire şeklinde de geçmektedir. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: M. Sait Özervarlı), İstanbul 1994, c.10, s.31-32]
(130) Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk.Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn-I Kesîr, Beyrut 2008), 423. (Şırnak)
(131) İslâm inanışına göre dört büyük melekten İsrâfil (aleyhisselam), Allah tealanın emriyle sûra üç defa üfürecek; birincide başlayacak olan kıyâmetin dehşetiyle yerler, gökler sarsılacak, ikincide bütün canlı varlıklar ölecek, üçüncüde ise insanlar hesâba çekilmek üzere yeniden dirilecektir. Arapça Sûr kelimesi ‘İçi boru gibi boş olan ve üfürülmek sûretiyle ses çıkarılan büyük boynuz’ manasına gelir.
(132) İbni Ömer (radiyallahu anh) hazretlerinden gelen bir rivayette, hurma ağacının insana benzemesi hususunda, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis nakledilmiştir: “Efendimizin yanında otururken hurma ağacının özü içi (cummar) getirildi. Efendimiz şöyle bir soru sordu. ‘Ağaçlardan bir ağaç aynen Müslüman adama benzer, yaprağı düşmez. Söyler misiniz bana hangi ağaçtır o?’ Orada bulunanlar çöl ağaçlarına daldılar, benim aklıma hurma olduğu geldi. Söylemeye niyetlendim ama baktım ki ben orada olanların en küçüğüyüm sustum. Efendimiz buyurdular ki ‘O ağaç hurmadır’ (Buhârî, İlim 14, 50; Müslim, Sıfâtü’l-kıyamet 63; Tırmizî, Emsal 79)”.
Erzurumlu İbrahim Hakkı (rahmetulahi aleyh) hazretleri de, ‘Marifetname’ isimli eserinde, canlıların yapı benzerliklerine göre sınıflandırıldığında, cansız cisimler (madenler) ile bitkiler arasında ara varlığın mercan, bitkilerle hayvanlar arasındakinin hurma, hayvanlarla insanlar arasındakinin de maymun (bir başka rivayette ise at) olduğuna işaret etmektedir. Yani cansız cisimlerin (madenlerin) mükemmel şekli mercan, bitkilerin hurma, hayvanların maymun ve yaratılanlar arasında en mükemmel varlık ise insandır’ demiştir.
İnsanla hurma ağacı arasında çok benzerlik vardır: İnsan da hurma da, dik ve geniş bir gövdeye sahiptir. İkisinde de erkeklik ve dişilik vardır. İkisi de ancak döllenme ile çoğalır veya meyve verir. Erkeklik poleni kokusuyla insanın meni kokusu aynıdır. İkisinin de kafaları kesildiğinde ölürler. İkisinin de kalbi kuvvetli bir darbeye maruz kalırsa ölürler. İnsanın cismindeki kıllar ve saçlar gibi, hurma ağacında da lifler vardır. Farklı çeşitteki hurmaların renkleri, farklı ırktan insanların ten renklerine benzer. İnsanın şiddetle suya ihtiyacı olduğu gibi, onun da bol suya ihtiyacı vardır. Ömrü ortalama insan ömrü kadardır. Yavrulaması insanın ortalama yavru adedine denktir. Gençlik ve ihtiyarlık yaşları da, insanların yaşlarına benzer. Hurma ile insan arasındaki benzerlikler arasında özellikle hurmanın döllenmesinin ve yavrulamasının aynen insan gibi olması oldukça ilgi çekicidir. Döllenme, kış mevsiminde meydana gelir. Erkek hurma ağacından alınan polenler (tal) bir yerde kurutulur, sonra dişi hurma ağacının tepesinde bir yarık açılmaya başlar; bu yarık bölgeye, belli oranda tal denilen kurutulmuş polenler konulur ve üzeri zarar görmeyecek bir şekilde sarılır. Böylece döllenme işlemi tamamlanır. Yeni filiz oluştuktan sonra kesilir ve dişi ağacın yakınına dikilir. Belli büyüklüğe ulaştıktan sonra da annenin yanından alınarak başka bir yere nakledilir. Hurma ağacının en verimli yılları 15 ile 40 yaşları arasındadır. 60 yaşından sonra da artık ya meyve vermez ya da çok az meyve verir hale gelir. İnsana bu kadar benzemesi çok ilginç ve şaşırtıcıdır.
(133) “O hâlde sen de onlardan yüz çevir. Onlar, o davetçinin (İsrafil’in benzeri görülmemiş) bilinmedik (korkunç) bir şeye çağırdığı gün, gözleri düşmüş bir hâlde dağılmış çekirgeler gibi kabirlerden çıkarlar. (Kamer suresi, 6-7. ayetler; Diyanet İşleri meali)”
(134) Ebû Abdillâh Muhammed b. İshâk b. Muhammed el-İsfahânî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.395 / m.1005). Hicri 310/311, miladi 922/923’te İsfahan’da doğan ailesinden yetişen diğer âlimler gibi, o da dedesinin dedesi Mende’ye nisbetle İbn Mende diye tanınmış olan Hadis hâfızı. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: M. Yaşar Kandemir), İstanbul 1999, c.20, s.177-179] (Bu zatın ismi Âsitâne nüshasında “İbn Mendez”, B.D. nüshasında “İbn Menende” olarak geçmektedir.)
(135) Bkz. Celâluddîn Abdirrahmân es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi-şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, thk. Yûsuf Alî Bedîvî, (Dâru İbn Kesîr, Beyrut 2008), s.423. (Şırnak)
(136) Bkz. Ebü’l-Leys İmâmü’l-hüdâ Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm es-Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, thk. Muhammed Ali Muavvız-Âdil Ahmed Abdilmevcûd-Zekeriya Abdilmecîd en-Nûtî, (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993), III, 151. (Şırnak)
(137) Ebû Nasr Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdilkâfî es-Sübkî (vefatı h.771 / m.1370). Hicri 727, miladi 1327’de Kahire’de dünyaya gelen Şâfiî fakihi ve biyografi yazarı. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Bilal Aybakan), İstanbul 2010, c.38, s.11-13]
(137) “… (yer) üzerinde bulunan her canlı fânidir. (Rahman suresi, 26. ayet; Hasan Basri Çantay meali)”
(139) Müslim, Fiten ve Eşrâtu-s-Sâ’ati 142.
(140) Bkz. İbn-i Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Büstî, Sahîhu İbn-I Hibbân bi-Retîbi İbn Belbân, thk. Şuayb el-Arnavut, (Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1993), VII, 409. (Şırnak)
(141) Merfû’, Hz. Peygambere (sallallahu aleyhi ve sellem) nisbet edilen söz ve haber anlamındadır. Merfû diye nitelenen bir rivayetin senedinin bulunup bulunmaması, sahih veya uydurma olması arasında fark yoksa da bir rivayete merfû dendiğinde onun kesinlikle Hz. Peygambere (sallallahu aleyhi ve sellem) ait olduğu belirtilmiş olur.
(142) Bkz. Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, El-Mu’cemu’l-Kebîr, thk. Hamdî Abdulmecîd es-Silefî, (Mektebetü İbn-i Teymiyye, Kâhire 1983), XII, 422. (Şırnak)
(143) “Vâdî” kelimesi, her iki nüshada “ayn harfiyle (va’dd)e” şeklinde yanlış kaydedilmiştir.
(144) Bkz. Yûsuf b. İsmâîl en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, (Mektebetu Merzûk, Dımaşk 2009), II, 446. (Şırnak)
(145) Delâil-i Hayrât, Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (kuddise sirruh) tarafından derlenen salavat mecmuasıdır; Delâʾil-i Şerîf, Delâʾil-i Hayrât ve Delâʾil diye bilinen risâlenin tam adı Delâʾilü’l-Hayrât ve şevâriku’l-envâr fî zikri’s-salât ʿale’n-nebiyyi’l-muhtâr’dır. Şâzeliyye tarikatının Cezûliyye kolunun kurucusu olan Şeyh Cezûlî’nin bu risâlesi müridleri arasında ve daha sonra çoğu tarikat erbabı tarafından bir tarikat evrâdı olarak çok okunmuştur. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Süleyman Uludağ), İstanbul 1994, c.9, s.113-114] / Ebû Abdillâh Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî (vefatı h.870 / m. 1465). Fas’ın güneyinde bulunan Sûs vadisinin Cezûle (Cüzûle) bölgesinde doğan Şâzeliyye-Cezûliyye tarikatının kurucusu Kuzey Afrikalı büyük âlim, büyük ârif, büyük sûfî. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: Süleyman Uludağ), İstanbul 1993, c.7, s.515-516]
(146) Zan, ‘gerçeğini tam olarak bilmeden bir konuda ihtimal üzerine hüküm verme; doğruluğu, gerçekliği kesin olmamakla birlikte doğruymuş veya gerçekmiş gibi düşünme, sanma’ manalarına gelir.
(147) Ebü’l-Hasen Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî (vefatı h.40 / m.661). Hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce Mekke’de doğduğu rivayet edilen, babası Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed olan, ilk iman edenlerden, Fatıma (radiyallahu anh) ile evlenerek Efendimiz’e damat olan ve Hulefâ-yi Râşidîn’in dördüncüsüdür. Hasan ve Hüseyin’in (radiyallahu anhuma) babasıdır, Efendimizin soyu bu iki Seyyid Efendilerimizden gelen nesillerle devam etmiştir. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarı: E. Ruhi Fığlalı), İstanbul 1989, c.2, s.371-374]
(148) Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî (rahmetullahi aleyh, vefatı h.638 / m.1240). Hicri 560, miladi 1165’te tarihinde Endülüs’ün Mürsiye şehrinde doğan ve İslâm düşünce tarihinde ve Tasavvuf ilminde eserleri ve büyük etkileri bulunan sûfî müellif. [Daha geniş bilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, (madde yazarları: Mahmut Erol Kılıç, Cağfer Karadaş, Mahmut Kaya), İstanbul 1999, c.20, s.493-522]
(149) Bkz. Muhyiddîn İbn Arabî, et-Tedbîrâtu’l İlâhiyye, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk (Haz. Mustafa Tahralı), İz Yayıncılık, İstanbul 1992, s.73-75. (Şırnak)
(150) Tedbîr, ‘önceden düşünülerek yapılan, olası kötü bir şeyi önlemeye ya da var olan böyle bir şeyi kaldırmaya yönelik hazırlık, çare, önlem, ihtiyat’ manalarına gelir.
(151) Tesbîh, ‘Allah tealayı takdis ve tenzih etme, Hakk’ın her türlü kusurdan ve noksandan uzak olduğunu dile getirme’ demektir.
(152) Münker ve Nekir, ölümlerinden sonra insanları sorguya çekeceği belirtilen iki melektir. Bu melekler kabirdeki kişiye rabbi, dini ve peygamberi ile ilgili sorular sorarlar.
(153) Bkz. Ebu’ş-Şeyh el-İsbahânî, Ebû Muhammed Abdullâh b. Muhammed Ca’fer b. Hayyân, Kitâbü’l-Azame, thk. Rızâullâh b. Muhammed İdrîs el-Mübârekfûrî, (Dâru’l-Âsime, Riyad 1987), I, 210; Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, thk. Târık Avdullâh b. Muhammed, Abdulmuhsin b. İbrâhîm elHüseynî, (Dâru’l-Harameyn, Kâhire 1995), VI, 250. (Şırnak)
(154) “Allah’ın çoğu nimetlerini inkâr ediyorsunuz.” “Tunkirûhu fî âlâ’illâhi kesîrâ” cümlesi her iki nüshada da vardır; cümle nahv (Arapçada cümle bilgisi) bakımından sıkıntılıdır.
(155) “Allah, doğrusunu en iyi bilir ve dönüş O’nadır.”
#Kuran #Sünnet #Akıl #İlim #İrfan #Hikmet #Nefs #Ruh