TABANCADA KALAN SON KURŞUN
Şimdi aklına geldi. Tabancasını uzun müddettir temizlememişti. Oturduğu koltuktan kalktı. Öyle uzun zaman olmuştu ki tabancasını eline almayalı, nereye koyduğunu bile unutmuştu. Hanımına sordu; o da bilmediğini söyledi. “Nasıl bilmezsin” diye sitem edince, hanımı “Ben elbiseleri koyduğum yeri unutuyorum, ne bileyim senin tabancayı nereye koyduğunu” diye çıkıştı. Bu sertçe laf, tabancayı bulup temizleme fikrini iyice pekiştirdi. Pazar günü, başka nasıl vakit geçirebilirdi ki… “Televizyonun karşısında oturup uyuklamaktansa tabancayı temizler, yağlar vakit müsait olursa kıra gider, biri iki tane de kurşun sıkarım” diye düşündü.
Sandalyenin üstüne çıktı. Gardırobun üstünde bir sürü ıvır zıvırla karşılaştı. Bir sürü poşet içinde eski elbiseler, kullanılmayan aletler, eski çantalar, neler yoktu neler. Tabancayı, sanki eski çantalardan birine koyduğunu hatırlar gibi oldu. Önce çantalara bakmaya karar verdi. Burada, sandalyenin üstünde bakmak zor olacaktı. Çantaları tek tek alıp karyolanın üstüne attı. Sandalyeden inerek çantalara bakmaya başladı. Çantalarda bulunan eskileri gördükçe eski hatıralar kendisini sardı elbette. İşte şu, oğlanın lise karneleri; şunlar, bazı senelerde heveslenip tuttuğu günlükler… Sahi günlük tutmayı niye bırakmıştı ki. “Belki onlara bakarak hatıralarımı yazardım” diye düşündü. Ajandalara her bakışında hayatının bir bölümünü hatırlıyor, hatıralara dalıp gidiyordu. Neredeyse yarım saatini harcamıştı bu şekilde.
Hanımı yan odada elinden bir şey düşürmüş, düşürdüğü şey her neyse, büyük gürültü çıkarmıştı. Bu gürültü ona tabancasını aradığını hatırlattı. Ajandaları karıştırmak daha keyifli olur, tabancadan vaz mı geçsem diye düşünmeden kendini alamadı. Ama tabancası uzun süredir temizlenip yağlanmadığı için pas tutabilirdi. Ajandalara daha sonra bakmaya karar verip tabancayı aramaya devam etti. O sırada hanımı yatak odasına girdi. Hışımla, “Bunları nasıl aşağıya indirdiysen tekrar yerine koy, benim dünya kadar işim var, bir de bunlarla uğraşamam” deyince “Tamam” dedi Adam, “Canını sıkma, ben tekrar yerleştiririm.” Tek tek hepsinin içine bakmak bir yarım saatini daha almıştı ama tabancayı bulamadı. Son bir poşet kalmıştı. Onu karıştırırken komşusuna dar geldiği için, kendisine verdiği bir tişörtle karşılaştı. Ucuz ama kaliteli olduğu için giymeden almıştı, komşusu. Aralarındaki samimiyet kavi olduğundan “Bu tişörtü sen giy komşu, bana dar geldi” diyerek Adam’a vermişti. O da parasını vermeyi teklif ettiği halde para almamış, hediyem olsun demişti. Bu olayı hatırlayınca tabancayı ne yaptığını da hatırladı. Nerdeyse bir yıl önce tabancayı, tişörtünü aldığı komşuya verdiğini hatırladı. Komşusu bir düğüne gideceğini, orada herkesin tabancası olduğunu, kendisinin de onlarla birlikte havaya ateş etmek istediğini söylemişti. Adam da onu kıramamış tabancayı vermişti. “Niye geri vermedi, şimdi kendim istesem ayıp olur mu acaba” diye düşündü. Ya tabancasını nemli bir yerde muhafaza ediyorsa şimdi paslanmıştır, işe yaramaz bir demir parçası haline gelmiştir. Bu günün pazar olduğunu, komşuyu rahatsız etmenin doğru olmayabileceğini düşündü ama vaz geçti. “Niye ayıp olsun ki, Bu gün pazar, o da evde, git iste, n’olacak” dedi, kendi kendine.
Anahtarı yanına alıp çıktı. Komşusunun kapısının önüne gelince zili çalıp çalmamakta tereddüt etti. Komşusu eşofmanlarıyla kapıyı açtı. “Ooo, komşu hoş geldin, sen bize gelir miydin, buyur buyur, içeri gir” dedi. “Yok, girmeyim şey için gelmiştim şu bizim tabancayı verir misin, temizleyip yağlayacağım” deyince komşusu“Ha tabanca mı, yahu onu senden alalı çok zaman oldu. Vallahi nereye koyduğumu bile unuttum. Gel içeri, sen bir kahve içene kadar bulup sana vereyim” diye sıraladı. Sonra “Hanım, nerdesin?” diye seslendi. Anlaşılan onun karısı da ütü yapıyordu; yoğun bir nem kokusu vardı salonda, çünkü.
Komşusunun televizyonu açıktı, üçüncü sınıf bir film vardı, kanalda. Komşusu izliyordur diye değiştirmedi. On dakika olduğu halde komşusu tabancayı getirmemişti. Sıkıla sıkıla filmi izlemeye devam etti.. Nihayet, komşusu bir yarım saat aradıktan sonra tabancanın şarjörünü çıkarmış halde yanına geldi. “Komşu” dedi “Ne olur ne olmaz diye şarjörünü çıkardım. Şeytan doldurur derler ya onun için.” Tabancayı Adam’a uzatıp, şarjörünü sehpanın üzerine bıraktı. Adam, gitmek için yerinden kalktı “Hele bir kahve içelim de öyle git. Hanıma söyledim, kahve yapıyor.” diye teklif edince “Niye zahmet ettiniz” dedi, Adam. Kahveleri getirdi, komşunun hanımı. “Buyur komşu” dedi “Biz de sizin hanımla birlikte çarşıya gideceğiz. İşiniz yoksa bizde oturun.” “Yok yok, benim işim var, tabancayı temizleyeceğim, ben gideyim eve. Tabancanın yağı evde.” Komşusu “İstersen yağı getir biz de oturalım, hanımlar gelene kadar” dedi. “Sen gel bize gidelim, bizde oturalım.” Kahveleri içerken havadan sudan konuştular. Kahveler bitince kalkıp Adam’ın evine geçtiler. Yağın nerede olduğunu düşündü, hemen hatırına geldi. Yağ dikiş makinesinin çekmecesindeydi. Gidip getirdi. Şuradan buradan konuşurken tabancayı yağlamaya başladı. İyice yağladıktan sonra, şarjörü alıp tabancaya taktı. İçindeki kurşunları tabancanın mekanizmasını çekerek tek tek çıkardı. Kurşunları çıkarırken içinden sayıyordu. 7 tane kurşun saydıktan sonra kurşunları incelemeye başladı. Hepsinin iyi durumda olduğunu gördü. Sonra kurşunları tek tek şarjöre takıp tabancanın emniyet kilidini çektikten sonra sehpanın üzerine bıraktı. “Kıra gidip birkaç kurşun sıkarak nişan talimi yapalım mı, eğer vaktin varsa” dedi komşusuna. “Bana uyar” dedi komşusu. “Öyleyse kalk gidelim.”
Güneşli bir sonbahar günüydü. Yapraklar yeni düşmeye başlamıştı. Bir ağacı hedef tahtası olarak seçtiler. Adam, tabancayı belinden çıkarıp emniyet kilidini açtıktan sonra nişan alıp ateşledi. Kurşun ağaca isabet etmişti. Tabancayı komşusuna uzatırken “Birinci kurşunu attık, dedi, tek tek sayalım da yedi tane attığımızdan emin olalım” dedi. Komşusu ağaca doğru tabancayı yöneltip tetiği çekti. İsabet etmemişti. O hırsla arkasında bir kurşun daha attı. Adam’ın komşusu iki kurşun attığı halde “Dört, dedi, dört kurşun sıktık, üç tane daha var.” Sırayla ağaca doğru kurşunları atmaya başladılar. “Yedi” dedi, Adam, kurşunlar nasıl olsa bittiğinden, emniyet kilidini kapatmadan tabancayı beline soktu. “Yahu, dedi çok hoşuma gitti. Keşke evdeki kurşunları da getirseydim, birkaç tane daha atardık.” Nişangâh yaptıkları ağacın altına oturup birer sigara yaktılar. Adam askerlik anılarını anlatmaya başladı. Atış talimlerinde hep birinci geldiğinden dem vurup, bundan dolayı komutanın ona mükâfat izni verdiğini söyledi. “Burası çok güzel, hava da temiz, şöyle on-on beş dakika kestirelim uyuyabilirsek olmaz mı, komşu” dedi. Arkadaşı bu teklifi kabul etti. Adam uzandı; komşusu biraz etrafı seyrettikten sonra Adam’ın yattığı yerin iki metre kadar alt tarafındaki yatmağa müsait olan yere yattı. Biraz uyur gibi oldular. Adam, sol tarafına yatmıştı. Sol tarafı uyuşur gibi olmuştu. Sağ tarafına döner dönemez bir kurşun sesi geldi, tabanca patlamıştı. Komşu “Ah yandım” diye bağırdı, “yandım!” “Nasıl olur, ben kurşunları saymıştım” diyerek arkadaşının yanına geldi. Bacağında bir acı vardı. Pantolonunu yukarı çekip baktı. Kurşun, kendi bacağını sıyırıp geçmiş, arkadaşını vurmuştu; komşunun göğsü kanlar içinde kalmıştı. “Komşu komşu; kurşunları nasıl saydın” dedikten sonra ayağa kalkmaya çalıştı. Belini yerden kaldırır gibi oldu, sonra yere yığıldı. Adam “Allah’ım ne yaptım komşumu nasıl öldürdüm” diye bağırdı.
Ne yapacaktı şimdi? Cankurtaran çağırsa faydası yoktu. Tabancayı komşusunun yanına attı. Eve gitmeye karar verdi. Pantolon sürttükçe bacağı acıyordu. Bir daha baktı yarasına. Yara kanamaya başlamıştı. Kan pantolonundan çıkmadan eve gitmeliydi. Eve gidene kadar düşündü, düşündü. Sonunda bir karar verdi. Hapishanede yıllarca yatmaktansa yurt dışına kaçmalıydı. Şimdi evdeydi. Hanımlar daha çarşıdan gelmemişti. Önce yarasına pansuman yaptı, sonra pantolununu değiştirdi. Birikmiş parası vardı; gidip onları aldı; cüzdanına yerleştirdi. Koltuğa oturup düşünmeye başladı. Karısına haber vermeliydi mi, vermemeliydi mi? Vazgeçti, hemen evden çıktı. Otogara taksiyle gitti. Bir otobüs yola çıkmak üzereydi; nereye gittiğini bile sormadan otobüse atladı.
Otobüste, kaçmasının doğru olmadığını gidip teslim olmasının daha iyi olacağını, komşusunun bir kaza sonucu öldüğünü söyleyip teslim olması gerektiğini düşünüp durdu. Bacağındaki yara bir delil olabilirdi; ama bunu nasıl ispat edecekti ki. O sırada, otobüsün radyosunda haberler verilmeye başlanmıştı; mültecilerin bindiği teknenin denizde battığı hakkında bir haberi okuyordu, spiker. “Niye olmasın” diye düşündü. “Yeterli param da var. Bu işi yapanları bulur yurt dışına çıkarım.” Bir daha teslim olmasının daha hayırlı olacağını düşündü. “Olan oldu. Artık geri dönemem” dedi kendi kendine. Yanındaki yolcu “Bir şey mi dediniz” deyince ikilemden sıyrılıp onunla konuşmaya başladı.
Birbirlerini tanımayan yolcuların değişmez sorusu olan “Yolculuk nereye” sorusunu sordu. “Bodrum’a” dedi yol arkadaşı. Demek ki Bodrum’a giden bir otobüse binmişti. “Bu mevsimde neden Bodrum’a gidiyorsun, yaz bitti” deyince yolcu içini dökecek bir arkadaş bulduğundan memnun, “Sormayın” dedi. Oğlumu nezarete atmışlar, onun için gidiyorum.” “Hayırdır neden nezarete atmışlar” “Oğlum işsizdi. Yurt dışına gidip çalışmak istedi. Ama Almanya konsolosluğundan vize alamadı. O da kaçak yollardın gitmeye karar verdi. Bodrum’da bu işleri yapan adamlar olduğundan oraya gitti. Bir tekneyle Yunanistan’a giderlerken sahil güvenlik onları yakalamış, nezarete atmışlar.” Adam, gökte aradığını yerde bulmuştu. Neden olmasın, o da bu yolla yurt dışına çıkabilirdi.
Bodrum’a vardıklarında iyice acıkmıştı. Bir lokantaya gitti. Yemeğini yedikten sonra garsona “Burada insanları, yurt dışına çıkaranlar varmış, onları nerede bulabilirim?” diye sordu. Garson, bir kahveyi tarif etti. Orada aradığı insanları bulacağını söyledi. Adam tarif edilen kahveye gitti. Lokantada nasıl da garsona rahatlıkla sormuştu ama burada nasıl soracağını düşünmeye başladı. En iyisi yine burada da garsona sormak dedi içinden. Garsondan bir çay istedi. Çay gelince sormaya cesaret edemedi. Yoksa gidip teslim mi olmalıydı? Acaba kaza ile adam öldürmenin cezası neydi? Yine ikilemde kalmıştı.
Garson boşalan bardağı almağa geldi. “Çay ne kadar” diye sordu Adam. “75 kuruş” dedi garson. Sonra yavaşça “Yurt dışına mı çıkmak istiyorsun” diye sordu. Adam yine gökte aradığımı yerde buldum diye düşündü. “Evet” dedi, “Nereden anladın.” “Buraya pek yabancı gelmez, gelenler de senin gibi yurt dışına gitmek isteyenlerdir.” dedi garson ve devam etti “Şurada oturan dört kişi bu işleri yapıyor. Yanlarına gidip bir şey söyleme, dışarı çık yürü onlar seni bulurlar.” “Neden ben söylemiyorum” dedi Adam. Garson cevap verdi: “Çünkü sivil polis var kahvede, onlar sivil polisi atlatıp yanına gelirler.”
Adam dışarı çıkıp yürümeğe başladı. Üç-dört dakika yürüdükten sonra yanına bir kişi yaklaşıp Adam’ın yüzüne bakmadan bir kâğıt uzatıp “Bir taksiye binip şu adrese gel” dedikten sonra hızlı hızlı yürüyüp yanından uzaklaştı. O sırada bir taksi yanaştı; şoförü uzanarak sağdaki kapıyı açtı. “Abi taksi mi lazımdı?” Hemen taksiye atlayıp “Beni şu adrese götür” dedi. Taksi onu şehrin dışında bir kır kahvesine götürdü. Orada kendisine adres veren adamı gördü. Kendisinden önce nasıl geldiğine hayret etti. Onun oturduğu masaya gidip sandalyeye oturdu. “Yarın” dedi, İnsan Taciri “Yarın Yunanistan’a gidecek bir tekne var, seni ona yetiştirebilirim.” “Tamam” dedi Adam. Ücrette anlaştılar. Adam parayı cebinden çıkarıp verdi. İnsan Taciri “Ben akşama gelirim. Burada otur sen. Adam bir çay istedi. Düşüncelere daldı. Acaba şehre gidip bir avukata danışmalı mıydı? Ama parayı vermişti; yani ok yaydan çıkmıştı. İnsan tacirleri aldıkları parayı geri verirler miydi? Bu durumda yapacak bir şey yoktu. Mecburen akşamı bekleyecekti.
Akşama doğru, İnsan Taciri bir ciple geldi; “Haydi, gidiyoruz” dedi. Cipe bindiler. Cipin içinde üç kişi daha vardı. Tekneye ulaştıklarında teknenin insanlarla dolu olduğunu gördü. Tekneye çıktılar. Galiba kendisi ile beraber gelen üç kişiden başka Türk yoktu. Tekne hareket edince yolcuları incelemeye başladı. Çoğu Afganistanlı, bir kısmı da Iraklıydı. Hepsinin çantası vardı. Adam yanına ne bir çanta ne de yiyecek bir şey almıştı. Tekneye bininceye kadar aklına gelmemişti yiyecek bir şeyler almak. Acıkmıştı da. Kara kara düşünmeye başladı. Şimdi ne yapacaktı.. Ne içip ne yiyecekti. Neyse ki Türk arkadaşları çantalarından yiyecek çıkardılar. Onu da davet ettiler. Beraber yiyip içtiler. Tekne beş saat süren bir yolculuktan sonra gecenin karanlığında Yunanistan sahillerine ulaştı. Kaptan yarım saat yürüyecek olursalar, bir Yunan kasabasına ulaşacaklarını söyleyip boş tekneyle geri döndü.
İndikleri anda bir yere gidebilmeleri mümkün değildi; çünkü çok karanlıktı. Yolu takip edemeyip kaybolabileceklerini düşünerek, sabahı beklemeye karar verdiler. Zor oldu, el kol ile dert anlatmak ama Afganlı ve Iraklıları da ikna edip sabahı beklemeye karar verdiler.
Nihayet sabah oldu. Daha güneş doğmadan şafakla birlikte yola koyuldular. Yarım saat yürüdüler ama kasaba görünmüyordu. Bir yarım saat daha yürüdüler, yine kasabaya ulaşamadılar. Üçüncü yarım saatten sonra kasaba uzaktan göründü.
Kasabaya girdiklerinde polis arabası onları karşıladı. Polisler hepsini toparlayıp karakola götürdü. “Aranızda İngilizce bilen var mı” diye sordu polisler. Bir Iraklı bildiğini söyledi. Polisler ona niye geldiklerini sordu. Iraklı, kendilerinin mülteci olarak geldiklerini ve Avrupa ülkelerine gitmelerine izin vermelerini söyledi. Polisler onları Atina’ya götürmek için bir otobüse bindirdiler.
Atina’ya gidince mültecilerin bulunduğu çadırlara götürüp oraya bıraktılar. Mültecileri kabul eden görevli onları yan yana bulunan iki boş çadıra yerleştirdi. Yeme içme vesaire vesaire derken, 15 gün kaldıktan sonra Adam’ın parası bitmişti. Ne yapacağını düşündü, en iyisi eve telefon edip karısına bileziklerini satıp kendisine para göndermesini söylemeye karar verdi. Çadırların arasında bir sokak telefonu vardı. Ama yanında Yunanistan parası yoktu ki telefon edebilsin. İngilizce bilen Iraklıyı buldu. El işaretiyle telefon kulübesini gösterip, telefon edeceğini anlatmaya çalıştı. Iraklı ne dediğini anlamıyordu. Bunun üzerine kulübeye girip, telefonu kaldırıp kulağına götürdü. “Alo, alo” dedi. Iraklı şimdi anlamıştı. Cebindeki Türk parasını çıkarıp onun kolundan tuttu. Bir Yunan görevlisinin yanına götürdü. Iraklı Adam’ın telefon edeceğini fakat yanında Drahmi bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine Adam, cebinden 10 lira çıkarıp görevliye uzattı, görevli de yeterince demir para verdi. Adam telefon kulübesine yöneldi. Ya karısı teklifini kabul etmezse ne yapacağını bilemiyordu. Telefonu kulağına götürüp numarayı çevirdi. Karısı telefonu açıp “alo” dedi. “Benim, hanım …” dedi.
-Bizi terk edip nerelere gittin.
-Şimdi Yunanistan’dayım.
-Yunanistan’a niye gittin.
-Komşuyu kaza ile öldürdüm ya, onun için kaçtım.
-Ölmedi ki o, yaşıyor.
-Nasıl olur? Kurşun kalbine saplanmıştı. Gözlerimle gördüm. Sonra hiç canlanmıyordu, ölmüştü.
-Siz akşama eve gelmeyince gece sizi aramaya başladık. Sağ olsunlar, diğer komşular da bizimle kıra aramaya geldiler. Ağacın altında komşumuzu baygın halde bulduk. Kurşun kalbinin üstünü sıyırmıştı. Hemen hastaneye götürdük. Doktor önemli bir şeyi yok, kurşun biraz derince sıyırdığından oldukça fazla kan kaybetmiş, bu gece hastanede yatsın yarın çıkarırız dedi. Yarasını sarıp onu yatırdılar. Polis gelip ifadesini aldı. O da bir kaza sonucu arkadaşının kendisini yaraladığını söyleyip hadiseyi olduğu gibi anlattı.
Adam bir kâbustan uyanmış gibi rahatlamıştı..
Yine Iraklı’yı bulup Türkiye tarafına yönelerek yürüdü. Sonra yere bir tekne çizdi. Iraklı onu anlamıştı. Birlikte yine görevliye gittiler. Iraklı, Adam’ın Türkiye’ye dönmek istediğini söyledi. Polisler onu alıp otogardaki Türkiye’ye gidecek otobüse bindirdiler. Kalan parası yol ücretini karşılamıyordu. Şoföre Türkiye’ye gidince bankadan para çekip kalan parayı vereceğini söyledi. Kredi kartını çıkarıp şoföre gösterdi. Şoför kabul etti, Türkiye’ye doğru yola çıktılar.
Adam, hâlâ komşusunun göğsünden o kadar kan çıkmasına rağmen ölmemiş olmasına bir anlam veremiyor; başına gelen gelen bu garip ve dehşetli olay hakkında derin derin düşünüyordu.
/// Hayreddin MERAL’in bu hikâyesi, Yüce Devlet Dergisi’nde (13. Sayı, 25 Kasım 2013) yayınlanmıştır.